Bâtınîlik

Kısaca: Bâtınîlik ya da Bâtın’îyye (, ''El-Bāṭiniyyeh''); Ayet ve hadislerin ilk görünür anlamlarının dışında ve daha derinde gerçek anlamları bulunduğu, bu anlamları ancak Tanrı ile ilişki kurabilen masum imâmların bilebileceği görüşünü savunan fırkaların ortak adıdır. Yani İslâm dünyasında, Kur'an ayetlerinin görünen mânâlarının yanı sıra gizli anlamlarının da olduğunu ileri sürerek ayetleri buna göre yorumlayan akıma ''Bâtınîlik'', bu akımın düşüncesini benimseyen kişiye de ''Bâtınî'' denir. ...devamı ☟

Batınilik ya da Batın’iyye (, El-Bāṭiniyyeh); Ayet ve hadislerin ilk görünür anlamlarının dışında ve daha derinde gerçek anlamları bulunduğu, bu anlamları ancak Tanrı ile ilişki kurabilen masum imamların bilebileceği görüşünü savunan fırkaların ortak adıdır. Yani İslam dünyasında, Kur'an ayetlerinin görünen manalarının yanı sıra gizli anlamlarının da olduğunu ileri sürerek ayetleri buna göre yorumlayan akıma Batınilik, bu akımın düşüncesini benimseyen kişiye de Batıni denir. "Batınilik" kelimesinin kökeni "Batınilik" kelimesi İslami bir deyim olan Batın'dan üretilmiştir. Batın; gizli olan, bir şeyin gerçeğini, iç yüzünü bilen anlamına gelir. Aynı zamanda "Batın", (Arapça: الباطن) Kur'an'da geçen Allah'ın 99 adından biridir. Batınilik sadece bir akım ya da grup değildir. Aşırı Şii fırkalarından bazı sufilere ve mülhidlere varıncaya kadar birçok grub içine alan bir düşünce sistemidir. Şii-Batıni tarikat ve mezheplerin Türkler arasında yayılması Tarihi olarak 9. yüzyılda oluşmaya başladığı 11. yüzyılda oluşumunu tamamladığı kabul edilmektedir. Batıniler inanışlarını tarih boyunca dailer aracılığıyla yaymaya çalışmışlardır. 11. yüzyılda Hasan bin Sabbah’ın görüşleri etrafında oluşan akım Fatımiler tarafından desteklenmiştir. Liderleri Hasan Sabbah Kazvin bölgesindeki Alamut Kalesi’ni kendisine merkez yapmış ve fedaileri aracılığıyla Nizamülmülk'ün de aralarında bulunduğu birçok devlet adamını gizlice suikast sonucu öldürtmüştür. Melikşah döneminde güçlenen hareket ortadan kaldırılmak istenmiş ancak Melikşah’ın ölümü üzerine başarılı olunamamıştır. 13. yüzyıl ortalarına kadar etkili olan bu hareket 1256 yılında Moğol hükümdarı Hülagü'nün Alamut Kalesi’ni yıkması ile ortadan kalkmıştır.

Selçuklular devrinde batınilik hareketleri

Hulefa-yı Fatımi dailerinin Abbasiler’in hükümran oldukları ülkelerde kuvvetli bir propaganda teşkilatı oluşturdukları sıralarda şiiliğin korunması adına çok dikkatli davranan Selçuklu hükümdarları da Sultan Tuğrul’un i’tikaden Mu'tezile’den olan, Kerramilikmezhebine mensup veziri “Amid’ul-Melik” gibi Şiʿa-i Batın’iyye’nin en önemli dailerinden biri tarafından istenildiği bir şekilde yönetilmekteydi. Selçukluların Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemesiyle birlikte Selçuklu ordularıyla birlikte yürüyen Şiʿa-i Batın’iyye da’ilerinin nüfuz alanı da Anadolu’nun içlerine doğru yayılmaktaydı.

Selçuklular devrinde şiddetlenen mezhep mücadeleleri

Amid’ul-Melik’ün teşvikiyle bütün bid’atçiler ile Eş’ariler aleyhinde Kerramiler ve Hanefi olan Mu'tezile’nin de desteğini alarak şiddetli bir takibat başlatıldı. H. 455 / M. 1063 yılında Sultan Tuğrul’un ölümü üzerine Alp Arslan sultan oldu. Şiʿa-i Batın’iyye da’isi vezir Amid’ul-Mülk H. 465 / M. 1073 yılında hapsedilerek yerine “Hoca Nizam’ud-Din Tusi” “Nizam-ul’Mülk” adıyla vezir oldu. Amid’ul-Mülk ise bir yıl sonra i’dam edildi. “Nizam-ul’Melik” çokça paralar sarf ederek Bağdat’ta Dicle’nin kenarına Şiʿa-i Batın’iyye hareketlerine karşı müdafaada bulunacak muktedir kelam ve felsefeci alimler yetiştirmek amacıyla “Nizamiye” isminde muazzam bir Dar-ul’Fünun yaptırdı. Vaktiyle arkadaşı olan ve Fatımiler halifesi “Ebu Tamim Ma’add el-Mustensir bil-Lah” tarafından Elemut Da’i-i Â’zamlığına atanmış olan “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyye Reisi Hasan bin Sabbah” tarafından hançerletildi.

Salahaddin Eyyubi’nin Mısır’ı fethi ve Batınilerin etrafa yayılması

H. 553 / M. 1158 yılında İran Selçuklularının sonu olarak kabul edilen Sultan Sencer’in evlat bırakmadan ölmesi üzerine Selçuklu valileri Horasan, Irak-ı Acem, Kerman, Halep, Şam, Konya Selçuk şubeleri oluşturdukları gibi Beni Artıklar, Elgarziler, Musul ve Halep Atabeylikleri isimleri altında bağımsızlıklarını ilan ettiler. Fatımiler’in son halifesi olan El-Âzıd bil-Lah’ın H. 566 / M. 1171 tarihinde vefatı üzerine Şafii olan Salah’ed-Din-i Eyyubi Mısır’a yerleşti. Bunun üzerine iki yüz yetmiş sekiz sene süren Mısır Şiʿa’sının tarihe karışması neticesi “Mısır Şiʿa-i Batın’iyyesi” mensupları da çeşitli ülkelere dağılmak zorunda kaldılar. Böylece, Sultan Salah’ed-Din-i Eyyubi’nin baskısından bunalan Batın’iyye ]]da’i]]leri bu yeni bağımsızlığına kavuşan bölgelere göç ettiler. O sırada Bağdat’ta hilafet makamında oturan Ebu’l Muzaffer el-Müstencit bil-Lah’ın Elemut Şeyh’ul-Cebelleri tarafından suikaste kurban gittiği haberi geldi. Bunun üzerine Batıniler aleyhinde şiddetli fetvalar yayınlanmaya başlandı. İlk fetvayı da Rüstem darı alimlerinden ve meşhur fukahadan olan imam Fahr’ul-İslam Ruyani verdi. Bundan son derece müessir olan Batıniler, sonunda Fahr-ul’İslam’ı da hançerletmeyi başardılar. Neticede, Bağdat’taki hilafet makamı Batıniler’e karşı tavizkar davranmak zorunda kaldı. Ebu’l Muzaffer el-Müstencit bil-Lah’ın torunu olan “En-Nasır’ud-Din’Allah” halife olunca Şiʿa-i Batın’iyye’ye karşı daha teveccühkar bir tutum izledi. Hatta bazen teşvik dahi etti.

Batınilerin Moğol ve Türk aşiretleri arasındaki fa’aliyetleri

Türkler Maveraünnehir ve İran’a yerleşmeden önce ve sonra, Budist, Mazdek, Mani din Zerdüşt ve Hristiyanlığın neşirleri tarafından yapılmakta olan etkin telkinler altında kaldılar.

Budizm, Şamanizm, Hristiyanlık, Mazdek ve Mani dinlerindeki akidelerin İslama hululleri

Batıniler tarafından Budizm’in düşünce yapısı tasavvuf yolundan ayrılan ayrı bir batıni mezhep halinde sunulurken, Mani ve Mazdek gibi dinlerin temsil ettiği i’tikadi manzumeler İbah’iyyun tarafından özümsenmekteydi. Hristiyanlığın telkin ettiği tanrının insana benzeyişi ve İsa’ya hululü kuramı gibi hoşa giden ve zihinlere en uygun gelen kısımları ise Batıniliğin “Alallah” kulları tarafından temsil edilmesi şeklinde arz edilmekteydi. Ayrıca, Türk dininin i’tikadi kuramları içerisinde yer alan Gök Tanrı ile Ali bin Ebu Talib’in semavi mekanları birbirleriyle tam bir uyumluluk göstermekteydi.

Batınilerin taraftar toplama amacıyla te’vil yollarına başvurması

"Batın’iyye" tarafından yayılmakta olan inançlar en fazla Türkmen boyları arasında rağbet görmekteydi. Sünni din adamları ve fakihlerinin dini hükümlerde çok ağır ve cezalı bazı sonuçlar ile tabilerini sorumlu tutmaları, medresenin haşin ve asık suratlı bir çehre ile sürekli olarak Cehennem azabından bahsetmesi, Batınilerin fa’aliyetlerini son derece kolaylaştırıcı ve taraftar toplamalarına yardımcı olacak ortamı hazırlamaktaydı. Dinin zahir’iyle onun te’vil ve tefsirini izah eden hükümlerinde derin ayrılıklar oluşmuştu. Onun için İslamiyet’in bağrında yer almak isteyen çeşitli din ve akideler, hep bu te’vil yolunu kullanarak İslamiyet’in içerisine girdiler. Kur'an-ı Kerim’deki bazı surelerin başında bulunan tek harflerin ve bir takım te’vilatı davet eden ayetlerin bulunması bu konuyla ilgili çok geniş bir alanın oluşmasına sebebiyet verdi.
Türkleri elde etme ve batıniliği Türkler arasında yayma siyaseti
Orta Asya’da yaşayan ve Türkler’in dini olan Şamanizm, Pamir’e kadar gelen Alevi-Batıni da’ilerinin savunduğu ilkeler ile kolayca kaynaşabilecek akideler ihtiva etmekteydi. “Batıniler” eski Türk dininde mevcut olan bir takım inançlar ile “Şiʿa-i Batın’iyye” arasındaki benzerlikleri kullanarak büyük istifade köprüleri oluşturdular. Bu hususta en çok yararlandıkları fikir ise Ali bin Ebu Talib’in şahsiyetinin ilahlaştırılması ve kendisine Türk ilahlarının en büyüğü olan ve göğün en üst katında oturan Gök Tanrı’ya eşdeğer bir makam atfedilmesi olmuştu. Büveyhiler gibi Abbasiler’e düşman olan Kutb’ud-Din Muhammed Harzem Şah’ın hilafetin Hazreti Ali evladına devredilmesi için girişimlerde bulunması da Türkler üzerinde Şiʿa-i Batın’iyye” lehine çok kuvvetli etkiler oluşturmuştu. “Kutb’ud-Din Muhammed Harzem Şah” zamanın Abbasi Halifesi En-Nasır’ud-Din’Allah’ın yerine Sadattan Seyyid Abd’ul-Melik Tırmizi’yi geçirmek üzereyken Moğolların taarruza geçtikleri haberinin etrafa yayılması üzerine kendi ülkesini savunmak için memleketine geri dönmek zorunda kalmıştı. Şeyh Şihab’ed-Din Ömer Sühreverdi’nin Havarezmşah’ın huzurunda Abbasi Halifeliği’nin sürekliliğinin sağlanmasının gerekliliğine lehinde uzun bir nutuk attığında Kutb’ud-Din’in şiddetli muhalefetine maruz kalmıştı.
İslami ibadetlerin göçebe Türkler tarafından ifasında karşılaşılan zorluklar
Bu devirde Bedevi hayatın gerektirdiği yaşam tarzlarıyla Sünni Fukaha’nın dini öğretileri arasında mükemmel bir ahenk sağlanması mümkün olamamaktaydı. Sünni alimlerin İslam akidelerini Ghulat Şiʿa’nın etkilerinden korumak için sarfettikleri gayretler karşısında, “Rafızi Neşirleri ve Batın’ul-Mezhep Babalar” henüz kentleşme sürecini tamamlayamamış olan Türk kabileleri arasında Şiʿa-i Batıniyye telkinatının yayılmasında bir hayli üstünlük sağlamışlardı. İslam’ın şer’i hükümleri arasında yer almakta olan namaz, oruç ve bunlara benzer ibadet şekillerinin henüz İslamiyet’e yeni girmiş olan göçebe Türk kabileleri tarafından ifası ve Müslümanların i’tikadla yükümlü kılındıkları diğer bazı mes’elelerin Türkmen toplulukları tarafından idraki hemen hemen imkansız gözüküyordu. Onlar, eski dinleri olan Şamaniliğin akideleriyle Kam – Ozanların etkisi altında yaşamlarını sürdürmekteydiler.

Türkler’in eski dini inancı

Âla’ed-Din Cüveyni’nin ifadesine göre eski Türkler kendi dini reislerine “Tuyuk” , dinlerine ise Arapçada kullanılan “Namus” ve “En-Nevamis-i İlahiye” kelimesinin ilk kökü olan “Nom” ismini vermişlerdi. Yunancaya “Numus – Havus” şeklinde geçen bu kelime “ezeli irade ve mukaddesat” manasında, Sanskrit dilinde ise “Tanrı” kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyordu. Türkler kendi ruhanilerine “Tüyun/Tuyon,” kahin ve sihirbazlarına ise “Kam” adını veriyorlardı. Ayrıca Türkler, dini kitaplarına da “Nom”, Tüyunlara da “Nomiler” derlerdi. İslamiyet’ten sonra ise Oğuzlar Kamlarına “Ozan” adını verdiler. “Şaman” kelimesi ise bunun Avrupalılar tarafından bozulmuş haliydi.
Şamanlar
, toplumda “doktorluk,” “sihirbazlık” ve “kahinlik” olmak üzere üç ayrı mesleği birlikte icra etmekteydiler. Büyük Türk düşünürü Ziya Gök Alp’e göre Avrupalılar tarafından yanlış olarak “Şamanizm” olarak adlandırılan Türkler’in eski dinlerinin asıl doğru isminin “Tuyonizm” olması gerekir. Yine Ziya Gök Alp’in savunduğu fikirlere göre, Türkler’in dini bidayette her ne kadar “Naturizm” olarak algılanmaktaysa da gerçekte bu bazı rumuzlardan ibaret olan ve birtakım timsallere tapınılan “Sembolizm” anlamına gelir. Farklı şartlar altında yaşayan toplumlar arasına yayılmış olan bu i’tikad sisteminde din ile sihri birbirinden ayıracak olursak, bir tarafta bir nev’i Animizm’den ibaret bir Şamanilik, öte tarafta da mabudlar ve kainat sistemine malik olan bir “Tuyonizm” görülür.
Sünaiyet i’tikadı
Gökyüzünün en yüksek katında mukadderat-ı alemi yöneten ve güneşi temsil eden en yüce tanrı “Kara Han” ile yeraltında ki “Cehennem Mabudları” yönetcisi olan “Yağzız Han” – Oğuzlar’da ise “Krayir” – adındaki iki büyük tanrıya inanılıyordu. Yeryüzü düzenini sağlayan ve bütün Türk aşiretlerinin idaresine bakan “Yer – Su İlahları” adı verilen daha birtakım mabudlara da inanılmaktaydı.
Türk kozmogonisi
“Altay Türkleri” semanın on yedi tabakadan oluştuğuna ve en üst katın bütün mabutların babası sayılan “Tanrı Han” tarafından mesken tutulduğuna i’tikad ederlerdi. Bu mabuttan tecelli etmek suretiyle üç mabut daha ortaya çıkmıştı. Bu mabutların birincisi göğün altıncı tabakasında altın bir taht üzerinde oturan “Bay Ülken” idi. İkincisi dokuzuncu katta ikamet eden “Kızagan” ve üçüncüsü de yedinci katı kendine yurt edinmiş olan “Elvanire” adındaki “Mergen Tanrı” idi. Ayrıca bu tabakada yeri ve göğü aydınlatan “Gün Ana” adındaki “Ay Tanrıçası” da ikamet etmekteydi. Beşinci tabakada ise “yaradanlar yaradanı” olarak adlandırılan “Koday Yayuci” sakindi.
Türk kozmogonisi
ne göre, “Kara Han” kendisine atfedilen bazı yaradılış güçlerini kullanarak gökyüzünü var ettikten sonra, göğün on yedinci katını da bizzat mesken edinmişti. İşte bu Türk dininin i’tikadındaki “Gök Tanrı” olan “Kara Han” ile Ali bin Eba Talib’in ilahi mekan-ı semavisi daha sonraları birbirleriyle özdeşleştirilmişti.
Güneşe tapınma ve Turani akideler
Yakutlar’da ise “Art Tuyon Ağa” adı verilen, yıldırım sesiyle konuşan, güneşi temsil eden, hayatın kaynağı ve varlığın tek mutlak sahibi olan bir mabudun mevcudiyetine innılmaktaydı. Türk ve Moğolların da güneşe taptıkları ve çadır kapılarının hep güneşe doğru açıldıkları Çinli yazarlar tarafından tesbit edilmişti. Zamanla “Şamanizm” Avrupa ve Asya’daki dini inaçlardan bir ruh-u ulvi tasavvuru gibi gelişmiş devirlerde ortaya çıkan birçok akideleri de ihtiva etmeğe başladı. Bu ulvi ruhun sesi gök gürültüleri, ayaklarından çıkan alevler ise şimşekler olarak algılanmaktaydı.

Türk Mistisizmi

Kökleri Orta Asya Şamanığına kadar dayanmaktadır. Şamanilik Grönland’dan Doğu Sibirya’ya kadar yayılan geniş bir alan üzerinde yaşayan birçok Türk-Moğol kavimleri, hatta Laponlar ve Eskimolar arasında yaygın olan ortak bir “sihri din” sistemidir. İslamiyet ve Hristiyanlığın tam olarak nüfuz etmeyi başaramadığı yörelerde hala hakim olan bu din, onların sonradan girdiği bölgelerde bile ikinci planda yaşamaktadır. Miladi Sekizinci yüzyıldan beri Türkler arasında yayılmağa başlayan Budizm, Manichéisme, İslam ve Hristiyanlık etkilerine rağmen Şamanizm, bütün bir dini Panthéon’a sahip olan dinler gibi yabancı i’tikatları bünyesine toplayan geniş bir kayıtsızlık hali göstermesi nedeniyle, kuvvetinden pek bir şey kaybetmemiştir. Bu nedenle de Şamanizm’e “Türk paganizmi” adını vermek hiç te mübağalalı olmaz. Onda en belirgin surette görünen nitelik gök tabakaları, ahiret ve mabudlar alemi ile zenginleştirilen bir “Çok – Tanrıcılık” yanında, yine aynı zenginliğe haiz olan bir Natürizm’in süregelmesidir. Gerek sihir gerekse din şeklinde Türk mistisizminin izlerinine aşağıda yeniden gözden geçirilen Türk i’tikadlarında da rastlamak mümkündür: * Yakutlar insanın ölümünden sonraki kaderi hakkında pek müphem bir fikre sahiptir. Böyle bir soru onları kesinlikle alakadar etmez. Cennet ve cehennem hakkında her hangi bir fikre sahip değildir. Öte alem ile alakalı görüşleri Yunan veya Arap mitolojisindeki gibi “réel – şe’ni” ve mahsus unsurlardan müteşekkildir. Aralarından çoğu ahiret hayatını bile düşünmezler. * Bütün Animistler gibi ruhların tekrar yaşadıkları eski topraklar etrafında dolaştığına ve insanları rahatsız edeceğine inanırlar. Ruh hakkındaki tasavvurları tamamıyla maddi ve mahsus eşya tasavvuruna bağlıdır. Ruh, insandan ayrı olup ağırlığa ve mekana sahip olan bir mevcudattır. Bu ferdi ruhların üstünde yukarı ve aşağı göklerde büyük cetlerin mabutlaşmış olan ruhları vardır. Onlarda her şeyden önce maddi bir varlığa sahiptir. Yerler, içerler, kızarlar ve tüm beşeri ihriraslara sahiptirler. Onlarla insanlar arasında bazen dostça bazen de düşmanca ilişkiler mevcuttur.
Şamanlar
Şamanlar
hayatlarını mağara ve gizli hücrelerde münzevi bir şekilde geçiren, Sihri – Tıbbi niteliklere sahip olan ve toplumda Büyücülük – Doktorluk görevlerini üstlenen din adamlarıdır. Bu zühd yaşantısı içerisinde devam eden vecd ve istiğrak temrinleriyle kendindeki “extatique – aşk ile kendinden geçerek mest olma” hassaları kuvvetlendirirler. Görünmez alemle teması sağlayabilecek vaziyeti kabullenen
Şamanlar
, titreme, bayılma, kendinden geçme şekillerinde kendini dışa vuran bu “hypérmotivité” yetenekleri sayesinde “sihri” ve “sırri” güçlerini kazanmaktadırlar. Şaman bu niteliklerini çok yorucu ve uzun süren bir dini minsek sayesinde vecd ayinleri aracılığıyla edinmişlerdir. Bu ayinler esnasında bir nev’i istiğrak haline giren, ihtilaç halinde köpürerek suratı kararan ve bitap düşünceye kadar dönen, nihayetinde de kendinden geçen Şamanın eşya ve mahsus alemle olan tüm teması kaybolmaktadır. Samoyetler ve Ostyaklar’da ırsi hususi bir yeteneğe bağlı olan bu görev Tunguzlar, Yakutlar ve Altaylar’da yarı ırsi, yarı kazanılmış bir niteliktir. Tıpkı eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi aşağı ve yukarı alemler arasında elçilik görevi üstlenen “illuminé adamlar” yani “kahinler” için kullanılan Şaman tabiri çeşitli yörelerde değişik adlar almaktadır. Görevleri hemem hemen birbirinin ayni olan bu Şaman, Sibir Türkleri’nde Soyok, Eskimolar’da Angakok, Laponlar’da Noïde, Samoyetler’de Tadibca, diğer bazı Türk kavimleri arasındaysa Kam ismi verilir. “Oğuzlar” ise İslamiyet’in kabulünden sonra kendi Kam’larına Ozan adını vermişlerdir. Tabii alemle olan temasları sayesinde diğer insanlardan farklılaşan, yüksek bir ruh haline sahip olmaları nedeniyle de son derece kuvvetli ve diğer insanlar arasında hakimiyet elde etmiş olan Şaman, umumi ve adak kurban törenlerinde hazır bulunmakla yükümlüdürler.
Şamani ayinler
Bazen ırsi ve bazan da kisbi olarak sürdürülen “Şamanlık” müessesesinin yürüttüğü ayinler ise açıklanması gayet karmaşık olan bazı kaideler içermekteydi. Şamaniler, sihirbaz ve kahin oldukları gibi aynı zamanda hastalıkları tedavi eden doktorlardı. Bunlardan başka Türkler arasında “Otacı” ve “Atasagon” adı verilen, maddi tedavi yöntemleriyle hastalıkları iyleştiren bir sınıf ta mevcuttu. Şaman şiir ve musiki eşliğinde raksetmekte, kendi özel merasim elbisesini giymekte ve birtakım çıngırdaklar takınmaktaydı. Kadınların katılmadığı bu ayinler genellikle “Hoş Ağacı” ile dolu olan bir ormanlıkta kurulan yurtlarda yapılmaktaydı. “Üveysi” adı verilen tarikat şeyhlerine çok benzeyen ve aslen sinir hastalıklarına yakalanmış “nevrozlu adamlar” vehbi Şamanlık için en yetenekli şahıslardı. Günümüzde halen “Uçak” olarak adlandırılan bazı ailelerin bütün aile üyelerinin tedavi etme yeteneklerine ait i’tikatlar ile vehbi Şamanilik arasında tam bir benzerlik vardır. Âyinlerde istiğrak halinde yapılan duaları ise Kamlardan başka kimsenin anlaması mümkün değildir. Şaman için birer “Miraç” manasına gelen vecd ayinleri esnasında tam bir “ulvi sarhoşluk” içine düşen Şamanın, bazen bu ayinler esnasında oluşan aşırı taşkınlıklar sonucu öldükleri bile olmuştur.
Şamanlar
ın vecd ve istiğrak halinde yukarı alemlerle kurdukları iletişim eski Yunan’daki “Eleusis” misterlerini anımsatmaktadır. Akdeniz mistisizminin temeli olarak gösterilen bu eski Yunan misterleri gibi
Şamanlar
ın “Miraç Âyinleri” de “Orta Asya” Mistisizminin gelişimindeki temel yapı taşını oluşturmuştur. Âyin esnasında taşkınlığı arttıran en önemli araç davuldur. Davulların üzerine Şamanı gökyüzüne çıkaran hayvanların ve sandalların resimleri ile mabudların timsalleri yapılmıştır. Şamanın “Barak” adını verdiği hayvan ile İslamiyet’teki Miraç hayvanı olan “Burak” arasındaki benzerlik kayda değerdir. İslamiyet’in kabulünden sonra da Türkler “Miraç” hadisesi ile alakalı yaptıkları minyatürlerde benzer resimleri çizmeğe devam ettiler.
Doğu kaynaklarına göre Şamanizm
İslam kaynaklarında Şamanizm Dini Şemen’iyye (Semenniye) şeklinde geçmektedir. İbn-i Nedim Fihrist’inde Maveraünnehir ahalisinin çoğunluğunun Semeniyye dininde olduğunu kaydediyor. Daha ayrıntılı malumat ise El-Biruni’nin Kitab-ı Malil’Hind adlı eserinde verilmektedir. El-Biruni’ye göre bu kitabında “Budasef” olarak zikrettiği Budizm Hindistan’dan çıkma olup, ondan önceki din ise “Şemanilik” idi. Horasanlılar’da kendi dinlerine “Şemenan” adını vermekteydiler. Budizm’in kabulünden önce ise Cengiz Sarayı’nın resmi dini de Şamanilik idi. Orada Kamlar büyük bir nüfuz sahibiydiler. Kazviniye göre “Cem” ayininin kaynağı ilkel “Şamanlık ve Kam” merasimidir. Şamanlıkta görülen ilkel mistisizm ile Anadolu tarikat ve mezheplerindeki ilkel mistisizm arasında bazı benzerlikler mevcuttur. Örneğin, Kızılbaşlar’daki “Sahip ve Musahip Âyini” ilkel topluluklardaki “Dühul” merasiminin devamıdır. İmam Ca’fer Menakıbi’ne göre: “Eğer talip günahını saklarsa, Tarikat-ı Âliyye’de kezzaptır. Yol haini ve iman uğrusu olur. Aman kardeş gühahını saklamayıp derdini söyle. Karanlık kabre koma, burada söyle.” Aleviler’in kendilerinde bulunduğunu kabul ettikleri üç çeşit ruh, Yakutlar’ın “İşşi,” “Çor” ve “Kut” adını verdikleri ruhları çağrıştırmaktadır. Aleviler’e göre yatırların bulunduğu dağ, tepe ve ormanlar kutsaldır. Eski Başkırtlar’da ruzgar, ağaç, dağ, nehir gibi şeyler birer tanrı addedilirdi. Başkırtlar’ın bir kısmı balıklara, turna kuşlarına, bir kısmı da odun parçalarına taparlardı. Günümüzde Sibirya Şamanizmi’nde ayı kutsal bir hayvan olarak kabul edilmektedir. Aynı şekilde, Anadolu Aleviliği’nde de ağaç ve ayı mukaddes addedilmektedir. Anadolu Aleviliği eski Anadolu akvamı, İslam ve İran kaynaklı çeşitli tesirler altında kalmıştır. Pir Divanı”, “Cem Âyini” ve

Erenler

Meydanı”
bu mistik tesirlerin sonucu olup, doğrudan doğruya “Şamanizm” ile mukayese edilmesi mümkün değildir. Bütün bu karşılaştırmalar, eski Türk dininde mevcut olan ilkel mistisizmin İslam sonrasında da gizli tarikat ve mezhepler halinde yaşamakta olduğunu göstermektedir. Bedr’ed-Din Mahmud Ayni, “Kamlar” ile “Aybek Baba,” “Burak Baba” ve “Geyikli Baba” gibi bazı Alevi babaları hakkında karşılaştırmalar yapılmasına yardımcı olacak ayrıntılı malumat vermektedir.

Moğol istilasında Batınilerin rôlleri

Moğol istilası esnasında Şiʿa-i Batın’iyye’nin tahrikatı sebebiyle Moğol mezaliminin sahası epey genişlemişti. Save ve Nişapur şehirlerinin tahrip edilmesinden sonra Mazenderan ülkesini istila eden Moğollar Batınilerin kışkırtması neticesinde önce bütün Sünnileri öldürdüler, daha sonra da bu harekatın ne kadar ahlaki olduğunu bilumum Şiileri katletmek suretiyle kanıtladılar. Bu devirde Şiʿa-i Batın’iyye'nin Da’i Â’zamlık makamında “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyye Reisi Nur’ed-Din Muhammed Sani” oturmaktaydı. Elemut’un propagandaları neticesinde Bağdat’taki çok önemli Şii teşkilatı, bütün Batıni alemini yönetmekte olan “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyye” merkezine bağlandı.
Batınilerin sünni tarikat ve mutasavvıflar ile olan etkileşimi
On ikinci yüzyılın sonlarında Yusuf Hemedani halifeleri İslam dünyasının çeşitli sahalarında birer mübeşşir sıfatıyla fa’aliyete geçmeğe başladılar. Yusuf Hemedani’nin öğretilerinin tesiriyle, Ehl-i Beyt’e muhabbet ve Hanedan-ı Aleviye’ye taraftarlık hususunda diğer “Şiʿa-i Batın’iyye” şubelerinden hiçbir farklı yanı bulunmayan, fakat bütün i’tikad ve inanç yollarında İslamiyet’in resmi akidelerinin asla ihlal etmemeğe özen gösteren, iki büyük tarikat ortaya çıkmıştı. Yusuf Hemedani’nin halifelerin en tanınmışı olan Hoca Ahmed Yesevi Türkistan’nın birçok şehirlerinde zaviyeler açmak suretiyle kendi adıyla anılan tarikatı kurdu. On üçüncü yüzyıl başlarında Yesevilik Siriderya, Suğud ve Maveraünnehir hudutlarına yerleşmişti. Tarikat kurucusu Hoca Ahmed Yesevi’nin şiirlerinden oluşan “Divan-ı Hikmet” bir kutsal kitap gibi saygı ile elden ele dolaşmaktaydı. Yeseviler Eski Türk Şamanilerini taklit ettikleri gibi, aslen İran kökenli tarikat ve inançlar da Acem ayinlerini ihya etmekteydiler. Bu tasavvufi akımlar, gerek İslamın dini ruhundan doğan tarikat, ve gerekse kökleri Hindistan’a dayanan Panteizmin bir uzantısı olarak İran’ın siyasi ideallerinden ortaya çıkan birer uyuşturucu öğretiler olarak algılansın, temelde hepsi tasavvufu doğuran yabancı unsurlara bağlı Arap olmayan İslami inanç sistemleriydi. İ’tikad, ve İslam’ın resmi akideler nizamnamesinin dışına çıkmamaya özen gösterme hususunda Şiʿa-i Batın’iyye’den ayrılan ikinci önemli tarikat ise on üçüncü yüzyıl ortalarında Yesevilik’ten ayrılarak Maveraünnehir ve Suğud ülkelerine nüfuz etmeğe uğraşan “Nakşbendiyye” idi. Bu tarikat mensupları “Şiʿa-i Batın’iyye” dailerinin peşinden adım adım batıya doğru ilerlemekteydi. Medresenin husumetinden kendilerini koruyabilmiş olan bu iki tarikatın hudutları İç Anadolu’yu içerisine alacak kadar genişlemişti. Yesevi ve Nakşi dervişleri Maveraünnehir’den Anadolu Selçukluları’nın hakim oldukları ülkelere kadar yayılmışlardı. Aslında, Semerkant’ın Moğol kuvvetlerinin istilasına uğramasına rastgelen zaman dilimleri içerisinde meşhur Necmüddin Kübra halifeleri batıya göç etmişlerdi. Kutb’ud-Din Muhammed Harzem Şah’ın memleketinden hicret etmek zorunda kalan Sultan’ul-Ulema Beha’êd-Din-i Veled’in Bağdad üzerinden Malatya’ya gelmesi bu göç hareketlerinin sürekliliğine delalet etmekteydi. Anadolu ise Konya Selçuk Sultanı Âla’ed-Din-i Key-Kubad’ın Moğol hakanından “Ahtacı” unvanını almasıyla Moğol istilalarından kurtulmayı başarmıştı.
Şiiliği benimseyen Türk daileri
Cengiz ve Hulagu ordularının takibatından kaçan Şii fırkalar, Mısır, Şam, Irak, İran, Azerbaycan, Faris ve Horasan kıt’alarına yayıldılar. İran’daki İsmai‘li kaleleri işgal edilmesi sürecinde Hulagu ile birlikte meşhur müverrih Ala’ed-Din Cüveyni de yanında bulundu. Bu alim Elemut kütüphanesinini tetkik etmek için Hulagu’dan müsade almıştı. Bu olayların vuku bulması esnasında Şiiliğe giren pek çok Türkmen da’ileri Oğuz aşiretleriyle birlikte batıya doğru ilerlemekteydiler. Bu Türkmenler Selçuklular’a karşı hudut muhafaza bekçiliği yapmaları maksadıyla İlhanlılar tarafından vazifelendirilmişlerdi. “Mengü Kaan” tarafından Anadolu genel valiliğine atanan “Samuk Noyin” atandığı bu yeni görevine başlamak üzere gelirken yanında Şeyh Şihab’ed-Din Ömer Sühreverdi halifelerinden Şeyh Taky’ed-Din Esen bin Satuk Şirvani’yi de beraberinde getirmişti.

Batınilik ve tasavvuf

Tasavvufun Şiilik ile alakalı olduğu ve bazı mutasavvıfların müteşeyyi’ oldukları bilinmekle beraber, bu olguyu bütüne yayarak tasavvuf Şiilikten doğmuştur ve her ikisinin kökeni de İran’dadır demek mümkün değildir. Tasavvufun kökeni epey eski zamanlara dayanmaktadır. Yeni Eflatunculuk, Yunan felsefesi, Kabalizm ve İran etkilerinin henüz oluşmamış olduğu eski devirlerde de tasavvuf hareketlerine rastlamaktayız. Bu ilk mistiklere ait eserlerden günümüze kadar elimizde kalanları bulunmamakla beraber, sadece rivayet ve menkıbeleri hayatta kalmıştır. Tasavvufa Helenistik etkiler Hakim Tirmizi’den sonra Farabi’nin getirdiği yenilikler sayesinde girmeye başlamıştır. Şii/Müteşeyyi’ Sufi Sünni mutasavvıfları birbirleriyle karıştırmamağa özen göstermek gerekir. Bu nedenledir ki, İslam ortadoksluğundan farklılık gösteren her fikir hareketinin Şii veyahutta Şiilik ve Batınilik ile ilgili olduğunu ileri sürmek hatalı olur. İslami felsefe akımlarından bazılarının hiç te Batıni olmamalarına rağmen kendilerini dışarıya karşı böyle göstermektedirler.
“Hanedan-ı Âleviyye” sevgisi ve Ali bin Eba Talib’e bağlanan Sünni tarikat silsileleri
Ali bin Eba Talib ve Ehl-i Beyt’e karşı olan muhabbet duyguları sebebiyle Mevlevilik ve Kadirilik gibi aslen Sünni kimlik gösteren batıni-tarikat te kendi silsilelerini Cüneyd Bağdadi, Seri-i Sekati, Ma'ruf-u Kerhi’den sonra sırasıyla ya “Davud-u Tai”, “Habib-i Acemi”, “Hasan-ı Basri” ya da Şiiliğin resmen İmam olarak tanıdığı On İki İmam’dan sekizi olarak bilinen “İmam Ali er-Rıza”, “İmam Musa el-Kazım”, “İmam Caʿfer-i Sadık”, “Muhammed el-Bakır”, “Ali Zeyn el-Âb-ı Din”, “Hüseyin bin Ali”, ve “Hasan el-Mucteba” aracılığıyla Ali bin Eba Talib ile Muhammed Mustafa’ya bağlanmaktaydılar. Ayrıca, yine Sünni-Batıni Tarikatı olan Halvetiyye ve Bayramiyye de kendi silsilelerini “Cüneyd Bağdadi”, “Seri-i Sekati”, “Ma'ruf-u Kerhi”, “Davud-u Tai”, “Habib-i Acemi”, “Hasan-ı Basri” aracılığıyla, Rufailik ise “İmam Musa el-Kazım”, “İmam Caʿfer-i Sadık”, “Muhammed el-Bakır”, “Ali Zeyn el-Âb-ı Din”, “Hüseyin Seyyid eş-Şüheda” aracılığıyla Hazreti Ali ile Hazreti Muhammed’e bağlanmaktaydılar. Bunlardan başka Sühreverdiyye ile Üveys’iyye silsileleriyse Ali el-Murteza ve Ömer ibn Hattab aracılığıyla Muhammed Mustafa’ya bağlanmaktaydılar.

Şiʿa-i Batın’iyye’nin çıkardığı yeni tarikat ve mezhepler

Batı İran ile Anadolu’da yedinci hicri asırdan itibaren dört yüzyıl süresince aralıksız süregelen dini karışıklıklardan dolayı ortaya birçok tarikat ve zümreler çıkmıştı. Horasan Melametiliği’nin kurulduğu yer olan, ve üçüncü hicri asırdan itibaren birçok mutasavvıfın vatanı olarak bilinen Nişabur’da Hamdun’el-Kassar’dan sonra daha birçok hulul inancı ihtiva eden ve dinin zahiri ahkamına muhalefet eden İbahiyye” mensubu “Şiʿa-i Batın’iyye toplulukları çoğunlukla Melamiyye’nin içerisine dahil oldular. Şeyh Cemal’ed-Din Sadi’den itibaren Suriye, Mısır, Irak, Hindistan, Orta Asya sınırlarına kadar genişleyen ve İbaha” i’tikadı gereği birçok tavır, tutum ve ibadetin zahiri hükümlerinin yerine getirilmesi mevzuunda göstermiş oldukları kayıtsızlıklarıyla daima şiddetli kınanma ve eleştirilere maruz kalan Kalenderiler ile eski yazarlar tarafından “Taife-i Abdalan ve Cevalika” olarak isimlendirilen çeşitli tarikat mensuplarının, Osmanlı yazarlarınca abdal, aşık, torlak, şeyyad, Haydari, Edhemi, Cami, Şemsi gibi aynı manaları taşıyan ifadelerle anıldıkları görülmektedir. Bunların hepsi de ortak kanallardan süzülenen benzer i’tikatların çeşitli parçalarını barındırmaktaydılar.
Kalenderiler’in Anadolu’da Batınilik hareketlerine yaptıkları katkılar
Kalenderiler en koyu Aleviler olmaları nedeniyle Suriye, Halep Batıni merkezinden aldıkları kuvvetlerle, Anadolu’da bulunan ve diğer Batıni merkezlerinden ayrı ve bağımsız yaşamakta olan Batınileri takviye ettiler. “Kalenderi – Haydari” ünvanı taşıyan ve dış görünüşleri itibarıyla tasavvuf kisvesi altında Türkmen boyları arasına yerleşen babalar Anadolu’daki Batınilik hareketlerine olanca güçleriyle destek oldular.
Haydariler’in Şiʿa-i Batın’iyye mezhebini takviyesi
Haydariler, Kutb’ed-Din Haydar’a mensup oldukları gibi “Haydarname” adıyla şeyhinin namına bir de eseri bulunan meşhur Pendname yazarı Feridüddin-i Attar da onun başlıca halifelerindendi. Altıncı hicri asrın sonlarında büyük şöhreti sayesinde pek çok Türk’ü kendi intisabına almaya muvaffak olan Kutb’ud-Din Haydar’ın bizatihi kendisi de aslen Türk ırkındandı. Konya’da Mevlana Celal’ed-Din’in şöhretinin afakı tuttuğu bir devirde bile Kutb’ud-Din Haydar’ın halifeleri bağımsız zaviyelere sahiptiler. Mevlana Celal’ed-Din’in yanında “Hacı Mubarek Haydari” adında bir Haydari halifesinin de pek büyük bir haysiyet ve itibar sahibi olduğunu Eflaki kaydetmektedir.

Göçebe Türk kabilelerinin dini inanç ve akidelerinin kaynakları

Maveraünnehir ve Suğud ülkelerine dolaşan göçebe Türkler, Arap hariciliğinden tutun da Manichéisme ve Mazdek gibi eski İran kökenli dinlerin etki alanlarına girmiş oldular. Kufe’den nakledilen elli bin hane Irak Nebtileri ve Suriye Nusayrileri gibi çeşitli toplulukların inançlarının kalıntılarıyla, eski Nesturi ve Yakubi Hristiyanları ile Şamanilerin akideleri de hep bu Turaniler’in manevi dünyalarının havasını etkilemekteydi. Bu nedenledir ki, göçebe Oğuz Türklerinin i’tikadları arasında birbirleriyle tezat teşkil eden pek çok inanışlar mevcuttu. Bu çeşitli i’tikadlar Samaniler ve Gazneliler’in hakim oldukları çevrelerde İran Selçuklu Devleti’nin kuruluşu esnasında Türk kabileleri arasında tüm canlılığıyla yaşamağa devam etmekteydi. Bu inançların kaynakları hakkındaki bilgilere ise ancak Sultan Gazneli Mahmud’un Hindistan seferi esnasında Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Biruni gibi senelerce Budist tapınaklarında yaşamış ve araştırmalar yapmış olan alimlerin eserleri sayesinde erişilebilmişti.

Anadolu Selçukluları devrinde “Şiʿa-i Batın’iyye” hareketleri

Bu devirde Anadolu’da Batıniliğin en önemli propaganda merkezini Sultan Mes’ud evvel tarafından yaptırılmış olan Mes’udiye tekkesi temsil ediyordu. Anadolu Selçukluları’nın nüfuz ve hakimiyet sahaları tamamen Moğollar’ın denetim ve müsaadesine tabi bulunuyordu. Birçok şehirlerde İlhanlılar’ın himayesi altında Şiiliği neşreden “Batın’ul-Mezhep Babalar” tarafından açılan zaviyelerin sayıları da gün geçtikçe artmaktaydı. Moğollar’ın nüfuzuyla Mes’udiye Medresesi müderrisi Sünni alimlerden “Şeyh Mecd’ed-Din İsa” azledilerek yerine Şiʿa-i Batıniyye’nin en değerli dailerinden “Şems’ed-Din Ahmed Baba” atandı.

Selçuklular’ın Anadolu’da İran medeniyetinin yayılmasındaki hizmetleri

Samaniler devrinin İrani bir sima göstermesi ve Abbasiler’in de İran-perestişkarı olarak tarihin huzuruna çıkması gibi yedinci hicri asırda Konya’da Mevlana Celal’ed-Din’in tesiri neticesinde Selçuklu saraylarında yaşayan şairler Anadolu’da İraniliğe doğru şiddetli bir sevgi uyandırmışlardı. Bu tesirler altında kalan Konya Selçuk sultanları da ayni duygu ve hisler içerisinde İranın tantanalı hükümdar adları ile kendi şehzadelerini çağırmağa varacak kadar aşırı derecede ifrata kaçan birer İran hayranı ve taklitçisi olarak yetişmekteydiler. Konya Selçuklu sarayındaki şehzadeler hep Keyaniyan ve Sasaniyan hükümdarlarının isimleriyle çağrılır olmuştu. Bu kültürün etkisi altında yetişen kibar ve tahsilli sınıflar, alimler, şeyhler ve şairler olanca güçleriyle İran dil ve edebiyatının gelişmesine hizmet ederlerken, diğer taraftan da asıl i’tikadi unsurları bünyelerinde barındıran Batıni Babalar bütün Türk ve Türkmen boylarını bir milli birlik ruhuyla birbirlerine kaynaştırmak için yoğun gayret sarfetmekteydiler. Öte taraftan devletin resmi dili ise Farsça’ydı.

Batıniliğin Türkler arasında yayılması

“Horasan

Erenler

i”
namıyla Oğuz boyları arasında kendilerine yer edinen Şia-i Batıniyye daileri” ve milli lisan ile konuşarak halkın ruhiyatına pek uygun telkinlerde bulunan Batıni-Babalar,” iptidai bir şer’ait içerisinde yaşamlarını idame ettirme mücadelesi sürdüren, ve şehirliğin ince yaşam tarzını bilmeyen “Türk Özleri” yanında kendilerini birer “Veli” olarak tanıtmayı başarıyla becermişlerdi. Batıniler, süslü nazım lisanından bir şey anlamayan bu aşiretler arasında düzenledikleri sazlı ve şaraplı meclislerde geçmişin tüm hurafe ve efsanelerini halka nakletmek suretiyle insanların gönüllerinde ilahi duygular uyandırmaktaydılar.
Batıniler’in Moğollar arasına karışması ve Alevi-Batıniliğin Harezm Türkleri arasında yayılması
Selçuklular iktidara geldiklerinde Bağdat hilafetine düşmüş olan Mısır Fatımileri’yle, aslında Şiʿa’nın Nizar’iyye kolu mensuplarından olan “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyye Reisi” ve bütün “Batıniler’in Sahib-i Â’zam-ı” Hasan bin Sabbah’ı karşılarında buldular. Bilahare Moğol istilalarının başlamasıyla sahip oldukları karışık i’tikadların etkisinde kalarak vicdani oluşumlarını kaybetmiş olan önemli kütleler, Moğol ordularının arasına karıştılar. Anadolu Selçuklu sultanlarından Birinci Âla’ed-Din Key-Kubad zamanında Halaç ve Kapçak gibi Türkmen kabilelerinden pek yoğun kütleler de Anadolu’ya yerleşmekteydi. Celal’ed-Din Harzem Şah Menkuberti’nin baskıcı tutumundan rahatsızlık duyan kabileler ve Harezm Türkmenleri Selçuklular’ın kendilerine duyduğu güvenle Anadolu Selçuklu Devleti’nin savunma kuvvetlerini teşkil etmekteydiler. İkinci Gıyas’ed-Din devrinde Amasya Batıni merkezinin etkisiyle bu Harezm Türkleri Selçuk ülkelerinden çıkartılarak Halep, Suriye ve El-Cezire muhitlerine dağıtıldılar. Konya Selçuk Sarayının hasmane siyasetinden kuşkulanan Şiʿa-i Batın’iyye dailerinden oluşan büyük bir topluluk ta bu Türkmen kabileleriyle birlikte göç ettiler. Harezm ülkesinin pek çok mezhep çatışmalarına sahne olduğunu fırsat bilen Batıni daileri, Harezmliler’in Anadolu Selçukluları tarafından kovulmaları fırsatını çok iyi değerlendirerek bütün kuvvetleriyle kendi akide ve davalarını tasavvuf kanallarından geçirerek neşretmeye başladılar.
Harezm Türkleri arasında Bektaşiler
Celal’ed-Din Harezmşah’ın harekatından memnun olmayan aşiretler ondan ayrılarak Birinci Âla’ed-Din Key-Kubad’a iltica etmişler ve Selçuklular ülkelerine gelen bu aşiretlere de Sivas, Çorum, Engürü’ye kadar olan yörelerde yaylak ve kışlaklar tahsis edilmişti. Bunların Celal’ed-Din Harezmşah’ın maiyetinden ayrılmalarına rastlayan zamanlar zarfında Hacı Bektaş halifelerinden bazıları da onların içlerine nüfuz etmeyi başarmışlardı. Şiʿa-i Batın’iyye daileri sıfatıyla bu topluluklar üzerinde önemli bir nüfuz kazanmışlardı. Harezm ve Azerbaycan’dan gelen bu aşiretleri Anadolu ahalisi Tatar ve Moğol artıkları nazarıyla görüyordu. Bektaşi babalarından Ahlat, Diyar-ı Bekir vilayetlerinden önemli bir grupla beraber Harzemliler arasında da Burak Baba müridlerinden yine ayrı bir parti propagandalarda bulunuyorlardı. Bu devirde Burak Baba’nın Anadolu’da yaygın bir şöhreti vardı.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve Alevi-Batıni Babaların Anadolu’ya yayılması

Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşünün başlangıcı olan Gıyas’ed-Din Key-Hüsrev-i Sani’nin Kösedağ yenilgisi ( H. 640 / M. 1243 ) üzerine Anadolu’nun tamamı Moğollar’ın denetim alanı içerisine girdi. Anadolu’nun tamamı Aksaray’da ikamet eden ve barışı tesis etmek ile görevlendirilmiş bir Moğol valisi tarafından yönetilmekteydi. İşte bu fetret devrinde, Celal’ed-Din Harzem Şah Menkuberti’nin ordularıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Batıniye dervişleri de devletin takibatından kurtulmuş olarak fa’aliyetlerini serbestçe sürdürmekteydiler. Anadolu’nun her tarafında Şii ve Batıni-Alevi babalar tarafından ardarda zaviyeler açılmaktaydı. Sultan Mes’ud Evvel’in Amasya’daki tekkesine Baba İlyas Horasani gibi Şiʿa-i Batın’iyye Mezhebi’nin en meşhur bir da’isi postnişin olmuştu. Vaktiyle, İlhanlı saraylarında makam ve mevki sahibi olan Şii alimler Anadolu Selçukluları’nın Moğollar’ın himayesi altına girmeleri fırsatından istifadeyle Anadolu’ya yayıldılar.

Mes’udiye tekkesine karargah kuran Aleviler

Şüca’ed-Din Ebu’l Beka Baba İlyas Horasani
Melik Danişmendiye devrinde bütün Anadolu’da meşhur olan Horasanlı Baba İlyas, “İbrahim Bey’in oğlu Yağ Basan Bey” zamanında Kayseri’ye kadı tayin edilmişti. Birinci Âla’ed-Din Key-Kubad tahta geçtiğinde, Amas’ya Kadılığı’na Taky’ed-Din’i, Mes’udiye Müderrisliği’ne Tac’ed-Din Yusuf Tebrizi’yi, Hankah Mes’udiye Şeyhliği’ne de Tac’ed-Din Ebu’l Vefa Harezmi’yi atadı. Ebu'l Vefa’nın ölümü üzerine de yerine onun halifelerinden Kayseri Kadısı ve Şiʿa-i Batıniyye’nin en meşhurlarından olan Babailer piri
Şüca’ed-Din Ebu’l Beka Baba İlyas Horasani
’yi tayin etti.
Baba İshak Kefersudi’nin Anadolu’daki fa’aliyetleri
Birinci Âla’ed-Din Key-Kubad iktidara geldiğinde “Muhy’id-Din Muhammed bin Ali bin Ahmed Tahimi” adında İran’dan göç etmiş bir Şii’yi Sivas’a kadı olarak atadı. Vaktiyle Şiraz’da önemli bir mevki sahibi, felsefe ve batıni ilimlerde bir hayli meşhur, belagatlı söz söyleme üstadı ve yüksek iktidar sahibi olan bu alim adamdan Baba İshak Kefersudi namında “Binaz” hanedanına mensup bir Rum asıllı dersler görmekteydi. Baba İshak Şiraz’da Muhy’id-Din’in derslerine devam ederken, Şiʿa-i Batın’iyye’nin Elemut’taki Da’i Â’zamı “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyye Reisi Ala’ed-Din Muhammed bin Hasan-ı Sani” tarafından Anadolu Dailiği’ne atandı. Bu sırada Hocası Muhy’id-Din Tahimi’nin Sivas Kadılığı’na tayin edilmesi fırsatını çok iyi değerlendiren Baba İshak, hocasının himayesi altında Anadolu Selçuklu Hükümeti’nin de güven ve teveccühünü arkasına alarak Şimşat yakınlarında Kefersud nahiyesinde Elemut merkezli Şiilik propagandasını ve “Melahide-i Batıniyye” i’tikadını neşriyata başladı. H. 621 / M. 1225 yılında Muhy’id-Din-i Ahmed Tahimi’nin vefatından sonra hükümet aleyhinde yaptığı tahrikatın duyulması üzerine Baba İshak bir süre gizlenmek zorunda kaldı.
Şüca’ed-Din Ebu’l Beka Baba İlyas Horasani
’nin Amas’ya Mes’udiye tekkesine şeyh olduğunu öğrenince hemen oraya giderek kendisine mürid oldu. Baba İlyas Tekkesi’nde “Amas’ya Valisi Toğrak Bey” ile olan pirdaşlığı sayesinde halkın gözünde itibarını gün geçtikçe artırmaktaydı.

Baba İshak Kefersudi’nin çıkardığı Babai İsyanı

Vefa’iyye takipçilerinden Ebu’l Beka Baba İlyas bin Ali el-Horasani ve müridi Baba İshak Kefersudi’nin çıkardığı Baba’i ayaklanması, bugünkü Alevi-Batıni yerleşim yerlerini belirleyen isyandır. Anadolu’da Alevi nüfusun yoğun olduğu bölgelerde etkili olmuştur.
Selçuklu Sarayında bir Baba İshak müridi: Sad’ed-Din Köpek
Sad’ed-Din Köpek Baba İshak Kefersudi’nin Selçuklu sarayına memur olarak gönderdiği bir müridiydi. Birinci Âla’ed-Din Key-Kubad ile şehzadesi İkinci Gıyas’ed-Din Key-Hüsrev devirlerinde Konya sarayına hulul etmeyi ve “Şiʿa-i Batıniyye” nüfuzunu oraya sokmayı başaran bu batıni dervişi kendisine sarayda bazı taraftarlar edinmeyi de başarmıştı. Bu devirde Moğol istilaları nedeniyle Orta Asya ve Maveraünnehir’den ayrılan ve Suriye yolundan geçen Şiilerin en tercih ettikleri vatan Selçuklular’ın hükümran oldukları ülkelerdi. Sahib olduğu sahte vatanperverlik duygularıyle çevresinin etkisi altında kalan Şehzade Gıyas’ed-Din Moğollarla itaatinden dolayı babası Âla’ed-Din Key-Kubad’ı H. 634 / M. 1237 yılında zehirleyerek tahta çıktı. Böylece Köpek te Emir Sad’ed-Din ünvanıyla vezir-i a’zamlığa atandı. Müridi Sad’ed-Din Köpek’in elde ettiği bu başarılar sayesinde itibarını artıran Baba İshak Kefersudi idare etmekte olduğu Anadolu’daki Batınilik Teşkilatı’nı daha da büyütme fırsatını yakaladı. Tokat, Canik, Çorum, Sivas, Karahisar vilayetlerinde Ebu’l Beka Baba İlyas Horasani adına yaptığı davetlerine daha da önem verdi. Onun bu fa’aliyetleri neticesinde binlerce insan Selçuklu düşmanı olarak “Batıni” oluyorlardı.
Baba İshak Halifeliği’nin ilanı
Müridi Sad’ed-Din Köpek’in Anadolu Selçuklu vezir-i a’zamlığına yükseltilmesi ve kazandığı başarılardan son derece memnuniyet duyan Baba İshak Kefersudi, o zamana kadar Baba İlyas Horasani namına yaptığı davetlerden vazgeçerek kendisini ön plana çıkarmağa başladı. Yirmi bin ihtilalciden oluşan bir kuvvet ile H. 632 / M. 1235 yılında huruç hareketi başlattı. “Emir’ul-Mü’minin Sadr’ud-Dünya ve’d-Din ve Resul’ul-Lah Baba İshak ünvanıyla halifeliğini ilan etti. El-Mukannaʿ benzeri bir şekilde Hazreti Muhammed’in ruhunun Hazreti Ali’ye, Ali’den de kendisine hulul ettiğini iddia ediyordu. Şimşat, Urfa, Kefersud, Maraş, Ayintab’dan gelen ve Suriye kıt’asındaki Halep Batıni merkezinden takviye edilen binlerce fedainin katılmasıyla birdenbire elli bin kişilik büyük bir ordu haline dönüşen Şiʿa-i Batıniyye Fırkaları” Amasya, Tokat, Sivas, Çorum’dan batıya doğru ilerlemeye ve civar şehirlere saldırmağa başlamışlardı. BatıniBabai Ordu’su önlerine gelen bütün engelleri yıkıp hızla Konya’ya doğru ilerliyorlardı. Babailer’in bu huruç hareketi karşısında tecavüze uğrayan memleketlerin seçkinleri, ulema ve eşrafı Mısır’a, Payitaht Konya’ya ve Anadolu’nun diğer hücra köşelerine doğru kaçışmaktaydılar. Sonunda durumun vahameti ve ihtilalin ne kadar geniş bir alana yayıldığı hükümdara anlatıldı. İhtilalin müsebbipleri arasında olduğu anlaşılan Baba İshak Kefersudi’nin müridi Vezir Sad’ed-Din Köpek derhal i’dam edildi.
Babailer İsyanı’nın bastırılması ve Batıni Babaların Anadolu’ya yayılması
Birçok cephede Babailer ile çarpışan Selçuklular, nihayetinde Baba İshak Kefersudi ve tabi’lerini H. 637 / M. 1240 yılında Amasya Kalesi’nde ele geçirerek i’dam ettiler. Anadolu’da çıkan bu kanlı ihtilalden son derece memnuniyet duyan Şiʿa-i Batıniyye Da’ileri Olcaytu’nun sarayından Anadolu’nun dört bir yanına yayılmağa başladılar. Cereyan eden bu elim hadiselerden yeise kapılan ve İlhanlılar’ın baskılarından usanan Sünni alimler de Uç Beyleri’ne sığnmak zorunda kaldılar. Sabık Mes’udiye müderrisi “Şeyh Mecd’ed-Din İsa” Ertuğrul Gazi’ye, “Cemal’ed-Din Aksarayi de Mısır’a iltica etmişlerdi. Şiiliğin uğradığı bu büyük faciayı istismar eden bazı Acem fırsatçıları Şiʿa-i Batın’iyye da’isi sıfatıyla Batı Anadolu’ya kadar nüfuz etmekteydiler. Bu Batıni – Babalar Anadolu’da Türkmen aşiretleri arasında tam teşekküllü bir “Alevilik Cereyanı” oluşturmağa muvaffak oldular.

Batıni Babalar’ın halk üzerindeki etkileri ve devrin meşhur mutasavvıfları

O yüzyıllarda, Selçuklular zamanında fa’aliyet gösteren en etkin Tasavvufi-Batıni-Tarikat mensupları Melameti, Kalenderi ve Haydari’den oluşmaktaydı. Bu Batıni-Tarikat temsilcileri daha ziyade göçebeler arasında barınan ve halka hitap etmekle görevli olan “Babalar” idi. Eğitimli çevrelerden uzakta yaşayan bu “Batıni-Babalar” yüzyıllar boyunca beri kulaktan kulağa yayılan hurafelerle yıpranmış olan nakilleri bir veli tipi kanalıyla tasvir etmek suretiyle, ve bu efsaneleri bir takım harikalar ve kerametler ile süsleyerek bedevi ruhunun hoşlanacağı koşmalar, rubailer, destanlar şeklinde halka anlatıyorlardı. “Batıni-Türkmen Babaları” Oğuz boylarının anlayacakları bir dilde, efsane ve masalları ilahi bir hava ile içerisine İslami bir boyutu da ilave etmek suretiyle halka sunmak hususunda çok başarılı oluyorlardı. On ikinci yüzyılda Bağdat’ta Abdülkadir Geylani ve Şihab’ed-Din Ömer Sühreverdi, Konya’da ise Mevlana Celaleddin Rumi, Endülüslü Muhy’id-Din-i Ârabi, Lem’at yazarı Fahreddin Iraki ve Sadr’ed-Din Kunevi gibi farklı geleneklere mensup tarikat pirlerinin yayınlarla meşgul oldukları görülmektedir. İslami çevreler içinde tasavvufun pek revaçta olduğunu anlamamıza yardımcı olan bunca meşhur şahsiyetlerin arasında özellikle de Save’deki Kutb’ud-Din Haydar tekkesi bu yüzyıldaki en tanınmış zaviyelerin başında gelmekteydi.

Hacı Bektaş Veli

Meşhur Velayet-Name onu Şiiliğin unvan mezhebini taşıyan Ca’fer-i Sadık’tan Beyazid Bistami’nin getirdiği hırkayı giymiş olan “Lokman Perende” vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevi’ye bağlar. Velayet-Name üzerinde uzmanlaşmış yazarların nakletiklerine göre Hacı Bektaş’ın tarikat silsilesi önce Kutb’ud-Din Haydar’a, ondan da Lokman Serhasi’ye, ve oradan da Şüca’ed-Din Ebu’l Beka Baba İlyas el-Horasani vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevi’ye bağlanmaktadır. Âşık Paşa tarihinde ise “Hacı BektaşHorasan’dan “Menteş” adındaki kardeşiyle beraber Sivas’a gelerek Baba İlyas Horasani’ye mürid oldular. Bu intisaptan sonra Hacı Bektaş önce Kayseri’ye oradan da Kırşehri’ne geldi, sonra da Karacahöyüğe yerleşti. Buna göre Hoca Ahmed Yesevi müridlerinden olduğuna dair rivayetin doğru olmadığı anlaşılıyor.
Hacı Bektaş’ın yaşadığı devir ve şahsiyeti
Tezkire-i Eflaki’ye göre “Hacı Bektaş” Rum’da “Baba Resul” derler bir Erin halifesiydi. Bektaş o yüzyılda mesnevileri ve gazelleriyle bütün tasavvuf aleminde saygıyla anılan Mevlana Celal’ed-Din-i Rumi’ye bazı sualler sormak için müridi Baba İshak Kefersudi’yi Konya’ya gönderdi. Şeyh İshak Konya’da Mevlana’nın yanına vardığında onu zikr’üs-sema’yla meşgul buldu. Mevlana ise keşf ve keramet yoluyla sorulara önceden vakıf olduğundan daha Şeyh İshak’ın sorularını sormasına fırsat tanımadan bir dörtlük şeklinde başka sorular yöneltmek suretiyle yanıt verdi. Şeyh İshak kendisini, sualin ve mısraların zamirinde yatan amacın yanıtını almış addetmek suretiyle geri dönerek keyfiyeti Hacı Bektaş’a nakletti. Sultan Âla’ed-Din Key-Kubad-ı Evvel’ın oğlu Gıyas’ed-Din Key-Hüsrev-i Sani devrinde yaşadığı anlaşılan Hacı Bektaş’ın Anadolu’da nüfuz sahibi Şii dailerden birisi olduğu anlaşılmaktadır. Selçuklu Sultanları arasındaysa Süleyman’dan başka Şii olan bilinmemektedir. Bir başka rivayete göre ise bu “Şiilik Hareketleri” Hacı Bektaş’ın şahsiyetinde değil de ona tabi olanlara mahsustu. Şekayık’a göre Hacı Bektaş’ın Şeyh İshak gibi diğer müridleri arasında da “Melahide-i Batıniyye” i’tikadını paylaşan pek çok dervişler mevcuttu.
Hacı Bektaş’ın yetiştirdiği halifeler
Hacı Bektaş Horasan’dan Anadolu’ya göç ettikten sonra Suluca Karahüyük’te otuz altı sene “Horasan Melametiliği kökenli On İki İmamcı TasavvufiBatıni İslam” i’tikadını neşriyat ile meşgul oldu ve bu süre zarfında aralarında Cemal Seyyid, Sarı İsmail, Kolu açık Hacim Sultan, Baba Resul, Birap Sultan, Recep Seyyid Sarı Kadı, Ali Baba, Burak Baba, Yahya Paşa, Sultan Baha’ed-Din, Atlaspuş, ve Dost Hüda Hazreti Samet gibi meşhurların da bulunduğu tam otuz altı bin halife yetiştirdi. Ölümünün yaklaştığını hisseder hissetmez herbirini bir memlekete yolladı. Bunların bazılarının hallerini Velayet-Name anlatmaktadır. Hacı Bektaş’ın Horasan Melametiliği kökenli Batıniliğin Anadolu’daki neşri fa’aliyetleri tartışmasız hayrete şayan olmakla beraber bu meyandaki teşkilatlanmanın ana merkezinde Şüca’ed-Din Ebu’l Beka Baba İlyas el-Horasani bulunmaktaydı. Eflaki’nin Baba Resul’ü Hacı Bektaş’ın şeyhi olarak göstermesine karşın Velayet-Name tersini iddia etmektedir. Burak Baba’nın da Tokatlı olduğuna dair söylenti ile Hoylu olduğuna dair ihtilaf da aynen buna benzemektedir. Velayet-Name’nin nakilleri, Miladi 1271 tarininde vefat ettiği bilinen Hacı Bektaş’ı Orhan Gazi devrinde sağ olarak göstermek gibi daha birçok yönden tenkit edilmeye açık kalan çelişkileri ihtiva etmektedir.

Anadolu’da fa’aliyet gösteren Batıniler

Anadolu’da Alevi, Bektaşi, Kızılbaş, Dazalak, Hurufi, Rum abdalları, Kalenderiler, Melamiye, Haydariye, Camiye, Şemsiye, Edhemiye gibi Batıni kolları birbirleri ardından ortaya çıktıkları gibi bütün bu çeşitli yolların dini hükümlerdeki ihtilaflarına rağmen kendi aralarında “Batınilik” konusunda ortak bir zeminde birleşmekteydiler. Taşıdıkları Batıni akideler ise hep Mısır Fatımi daileri ile Suriye Batınilerinin telkinlerini ihtiva etmekteydi.
Anadolu’da Bektaşi nüfuzu
Çeşitli Türk kabileleri Anadolu’ya göç etmeğe başladıklarında özellikle de Anadolu Selçukluları’nın en debdebeli devri olan Büyük Âla’ed-Din Key-Kubad’ın iktidarına rast gelen zaman dilimi içerisinde Anadolu’da Şiilik bir hayli ilerlemiş, ve İkinci Gıyas’ed-Din Key-Hüsrev’in saltanatının başlangıcında Babailer İhtilali patlak vermiş ve Hacı Bektaş da bu arada çok kuvvetli nüfuz sahibi bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştı. Vilayetname’ye göre Sultan Âla’ed-Din bile, Şamani Türkler’in İslamiyet’e girmelerine bir vesile olan Hacı Bektaş’ın halifesi “Kara Donlu Can Baba” dolayısiyle hünkara karşı derin bir hürmet beslemekteydi. Hacı Bektaş’ın yurt edindiği Kırşehir yolu Dulgadır Türkmenleri’nin arasından geçmekteydi. Bu nedenle Halep, Adana ve havalisinde yaşayan Türkmenler arasında hünkarın adı saygıyla anılmaktaydı. Akşehir’deki “Mahmud Hayrani” ile Sivrihisar’da yaşayan “Yunus Emre” de hünkara ahid verenler arasındaydı. Ahlat’da da meşhur Hoylu Burak Baba’nın müridlerinden “Baba Emirci” bulunuyordu. O devirlerde Anadolu’daki Bektaşi nüfuzunun en hakim bulunduğu yerler arasında Ankara, Sivas, Konya, Kayseri, Kırşehir ve güneye doğru yayılmış olan Türkmen Aşiretleri’nin yerleşmiş oldukları vilayetlerdi.
Âhilik ve Alevilik
Anadolu Selçukluları dönemi ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sürecinde “Âhilik” Anadolu’daki sosyal yaşantının gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kendi kural ve kurullarına sahip, günümüz esnaf odalarına benzer bir işlevi olan “Âhilik Teşkilatı” iyi ahlakın, doğruluğun, kardeşliğin, yardım severliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. Âhiler’in reisi olan ve Kırşehir’de yaşayan Ahi Evran’nın

Hacı Bektaş Veli

ile de dostlukları vardı. Sivas’taki Âhiler çok geniş bir teşkilata sahip oldukları gibi Babailer ile de sıkı münasebetlerde bulunuyorlardı. Bayburt’taki Âhiler’in başkanlığına ise “Âhi Emir Ahmed Bayburdi” getirilmişti.
Karamanlılar devrinde Anadolu’da Bektaşi fa’aliyetleri
Anadolu Selçukluları’nın yıkılmasından sonra ise Karaman Oğlu Mahmud Bey’in Konya’ya hakim olması üzerine, o devre kadar devletin resmi dili olan Farsça’yı yasaklayarak Türkçe’nin konuşulmasını emretti. Bu karar en fazla Batıni-Şii babaların amaçlarına yardımcı oldu. Oba ve yaylalarda yaşayan ve kentleşememiş olan Türk aşiretleri ve bütün Türkmenler kendilerine öz dilleriyle hitap eden bu Şiʿa-i Batın’iyye Babalarına candan gönül vererek kuvvetle bağlandılar.
Germiyanlılar devrinde Batı Anadolu’da Bektaşi fa’aliyetleri
Bu bölgede Bektaşiliğin yayılması maksadiyle Hacı Bektaş’ın halifelerinin üçüncüsü olan Hacim Sultan memur tayin edilmişti. Kermeyan Beyi Uşak civarında “Susuz Köyü” yurt olarak Hacim Sultan’a vermişti. Daha Hacı Bektaş hayattayken Bektaşilik Batı Anadolu’ya yayılmıştı. Hatta onun manevi himmetiyle Batı Anadolu fethedilmişti. Germeyan Bey’in yönetimi altındaki ordu Kütahya, Tavşanlı, Altuntaş, “Kermeyan Kalesi” diye meşhur olan kaleyi, Denizli, Uşak, Sandıklı ve Işıklı’yı aldı. Kermeyan Vilayetinde kışlak ve yaylak tutan “Akkoyunlu Aşireti” baştanbaşa Hacı Bektaş’ın halifesi olan Hacim Sultan’a intisap etmişlerdi. Germeyan Bey fethettiği memleketlere “Bey” oldu. Akdeniz sahillerine de önemli bir askeri kıt’a sevk etti. Ayrıca, Balıkesir, Edremit ve çevresini feth etti.

İlhanlılar devrinde “Şiʿa-i Batın’iyye” hareketleri

Moğolların en güçlü devirlerinde Kara-Kurum saraylarında itibar sahibi olan Budist ve Hristiyan din adamlarıyla karşı karşıya gelen İslamiyet mensupları çok büyük tehlikelere maruz kalmışlardı. İlhanlılar’ın henüz kudret sahibi olmadıkları devirlerde Cengiz’in kurduğu büyük imparatorluk henüz parçalanmamıştı. Onun yerine geçen “Oktay Han” ise Cengiz’in koyduğu yasaları taviz vermeden uygulamaktaydı. Bilhassa Kayuk Han devrinde (M. 1247 / H. 645) Moğol adetlerinden kaynaklanan yasaların hakimiyeti altında yaşayan Müslümanlar büyük işkencelere maruz kalarak ezilmekteydiler. Argon Han (M. 1291 / H. 690) devrinde ise Müslümanlar çok şiddetli bir mezalime maruz kaldılar. H. 656 / M. 1258 yılında Bağdad Abbasileri’nin çökmesi sonucu Mısır’a kaçmayı başaran ayni aileden “Mustensir bil-Lah Ahmed bin ZahirMısır hükümdarı “Melik Zahir” '' tarafından M. 1261 tarihinde hilafete geçirildi. Bu durum “Aleviler” tarafından eskiden kendilerine ait olan Fatımi hilafet makamının gasp edilmesi olarak algılandı. Fatımi halifelerinin yeniden canlandırılması ve Mısır’ın gelecekteki siyasi güvenliğinin teminat altına alınmasına yönelik bir tedbir mahiyetinde olan bu hareket, yeni Mısır Abbasi halifesinin konumunu da Mısır hükümdarının yanında bir tekke şeyhinden fazla bir nüfuza sahip olamayan bir kukla durumuna indirgiyordu. Durumun kendi aleyhlerine vahim bir şekilde geliştiğini çabuk kavrayan Aleviler olanca güçlerini Moğol Kaanları’nın teveccühünü kazanmak için sarfetmeğe başladılar. Büyük Moğol istilasının başladığı devirlerde Batın’iyye, Zeyd’iyye, İmam’iyye, İsnaʿAşer’iyye ve Ghulat-i Şiʿa’dan müteşekkil fırkalar Mısır, Şam, Irak, Arap ve Acem, Azerbaycan, Faris ve Horasan ülkelerine yayılmışlardı. Cengiz Orduları’nın Harezm ülkelerine doğru hareket etmeğe başladıklarındaysa bu mezheplerin mensupları da Cengiz Orduları’nın önünden kaçarak Orta Asya’dan batıya doğru göç etmek zorunda kalmışlardı.

Mahmud Gazan Han ve Moğollar’ın İslamiyeti kabulü

İlhanlılar’ın dördüncü sultanı olan Mahmud Gazan M. 1295 / H. 693 tarihinde İlhanlılar tahtına oturdu. Önceleri Hulagu’nun yolunda yürüyen bu sultan Emir Nevruz’un sayesinde Müslüman oldu. Hakanın İslamiyeti kabulünde en önemli etkiyi “Kutb-ud-Din Şirazi” ile kardeşi “Kemal’ed-Din Şirazi” yapmışlardı. Mahmud Gazan’ın dokuz yıl süren saltanatı süresince İran’daki bütün Moğollar İslam dinine girdi.
Mahmud Gazan Han’ın İslamiyetin yayılmasındaki rolü ve hizmetleri
Mahmud Gazan hayatında Tebriz’in batısında kendisi için bir türbe, fukaha için medreseler, sufilere ait medreseler yaptırdı ve bunların imarı için vakıflar bağladı. Meşhur Kutb’ud-Din Şirazi, Numam Tebrizi, Vezir Hoca Reşid’ed-Din, Burak Baba Mevlana Celaleddin Rumi’nin torunu Ulu Arif Çelebi gibi büyük alim ve mutasavvıflara pek çok ihsanlarda bulunmuştu. H. 701 / M. 1302 yılında vefat etti.
Alevi nüfuzu altına giren Moğollar’a Mısır’ın Türk asıllı Kölemen (Memlük) hükümdarının harb ilanı
Gazan Han’ın sarayına sızan Şiilerin hilafet makamına tekrar Aleviler’i getirme teşebbüslerini öğrenen Mısır hükümdarı Melik’un-Nasır Sultan Muhammed bin Kalavun H. 699 / M. 1300 tarihinde Moğollar ile kanlı bir harbe girişti. Halbuki Mısır, Fatımi halifelerinin yüzyıllar boyu ektikleri Şiilik tohumlarıyla ünlenmiş bir ülkeydi ve bütün bu muhitler mezheben hep Alevi taraftarlarından oluşmaktaydılar.

Mahmud Gazan Han’ın kardeşi Olcaytu’nun İsna‘aşer’iyye mezhebine girişi

Gazan Han vezir Emir Nevruz’un ölümünden sonra fazla yaşamadı. Henüz İslamiyet’in nüfuzu layikiyle Moğol saraylarına yerleşemeden Olcaytu İlhanlı tahtına oturdu. Orta Asya’dan batıya doğru durmadan akın eden İbah’iyye, Hulul’iyye ve Tenasüh akideleri taşıyan bazı garip kıyafetli Batıni dervişlerinin fa’aliyetlerinin çok arttığı bu devirde, vezir Sad’ed-Din Kazvini Alevi’nin himayesinde bulunan Seyyid Tac’ed-Din Saveci’nin yoğun çabaları sonucunda birçok Şii alimi de Moğol hükümdarı Olcaytu’nun sarayına gelmişlerdi. Kelam ve felsefe konularına derin ilgi duyan bu hükümdar, Horasan’dan gelen “Hanefi Kelamcıları”, Vezir Hoca Reşid’ed-Din’nin ekibinde yer alan “Şafii Eş’ari” ve daha birçok çeşitli değişik mezheplere mensup olan “Şiʿa-i Batın’iyye alimleri” mevcuttu. “Kadı’ul-Kudat Hoca Abd’ul-Melik Şafii” ile Hanefiyye’nin meşhurlarından “Sadri Cihan” arasında geçen çok şiddetli bir Kelam tartışması üzerine Gazan’ın kardeşi Olcaytu meşhur alimlerden İbn-i Mutahhar’ın tesirleri ve Seyyid Tac’ed-Din Saveci’nin de telkinleriyle, Şia’nın İmamiye-i İsna‘aşer’iyye mezhebini kabul etti. (H. 707 / M. 1307) Vezir Hoca Reşid’ed-Din ile Tac’ed-Din Şah arasında vuku bulan siyasi çekişmeler neticesinde Olcaytu’nun sarayı zamanla nezahetini yitirmiş olmakla beraber, burada ilmen ve ahlaken çok bilgili ve kıymetli şahsiyetler de bulunmaktaydı.
Olcaytu’nun İsna‘aşer’iyye mezhebinin yayılmasındaki hizmetleri
Seyyid Tac’ed-Din Saveci’nin tavsiyesiyle Olcaytu’nun sarayında iltifatlara boğulan meşhur alimlerden Cemal’ed-Din-i İbn-i Mutahhar’ul-Hilli’nin Şiʿa’nın İmamiye-i İsna‘aşer’iyye mezhebinin akidelerini savunma amacıyla yazdığı kitaplar, o devirde yayınlanmış olan en etkili dini eserler olarak kabul görmekteydi. Olcaytu’nun İbn-i Mutahhar’ul-Hilli’nin tesirleri altında kalması neticesinde Şiiliğin İmamiye-i İsna‘aşer’iyye mezhebi de İlhanlılar’ın hakimiyetlerindeki ülkelerde bir hayli güç kazanmıştı. Olcaytu’un Şiiliğe karşı beslediği muhabbet, bastırmış olduğu sikkelerin bir yüzüne “La İlahe’ill-Allah Muhammed Resul’ul-Lah, Ali Veliy’ul-Lah” diye yazdırmağa, diğer tarafına da İmam-ı Ma’suma’nın isimlerini hakkettirmeğe varacak kadar ileri safhalara ulaşmıştı.
Olcaytu Muhammed Hüdabende’nin sarayındaki “Batıniler”: Burak Baba
Olcaytu Muhammed Hüdabende’nin sarayındaki “Batıniler” arasında çok önemli bir şahsiyet, mezheben Hulman’iyye ve i’tikaden İbah’iyye ile Hulul’iyye’den olan Burak Baba, Suriye kıt’asında ve Halep civarında oturan Türkmen aşiretlerinin arasında dolaşarak halkı “Şiʿa-i Batın’iyye” mezhebine katılmağa davet etmekteydi. Aslen Baba İlyas’ın halifelerinden Aybek Baba’nın müridi olan Burak Baba ve mensupları Elemut’taki “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyyeda’ileriydiler. Hulman’iyye mezhebi gereği güzel çocuklara Tanrı diye secde eden Burak Baba İlhanlı saraylarındaki evliyalar içinde en kibarı olarak nam salmıştı. H. 705 / M. 1306 yılında Şam’a gelen bu “batıni-babası” burada meşhur şair Sirac’ed-Din Haccar’ın şiddetli hicviyeleriyle büyük itibar kaybına uğradı ve nihayetinde kendisine H. 706 / M. 1307 yılında uygulanan “Hadd-i Şerri” cezasının etkisiyle öldü.

Moğollar’ın hezimete uğramaları ve Olcaytu’nun Sünniliği kabulü

İmamiye Şiası’ın başına getirilen Cemal’ed-Din İbn-i Mutahhar’ın “Nehc’ul-Hak” ve “Minhac’ul-İstikame fi İsbat’ul-İmamiyye” gibi eserleri İlhanlı saraylarında ve bilhassa da Olcaytu’nun üzerinde çok derin tesirler oluşturmuştu. Şiʿa’nın İlhanlılar’ın himayesinde kuvvetle Sünniliğe yüklendiği bu devirde, Birleşik Moğol-Haçlı ordularını Suriye’de dağıtan Mısır’ın Türk asıllı Kölemen
(Memlük) Sultanı Kalavun’un oğlu Emir Nasr’ud-Din’in yanında savaşlara katılan, ve itibarını bir hayli arttıran zamanın en büyük müçtehidi Selefi Şeyh’ul-İslam Takiy’ud-Din İbn-i Teymiyyet’ul-Harrani de yayınlamış olduğu eseri “Minhac’us-Sünne” ile Şiilerin hamlelerine karşı bir mukabelede bulunmaktaydı. Moğollar’ın sürekli tecavüzleriyle itibar kaybına uğrayan ve Şiilik karşısında çok güç bir duruma düşen Anadolu Sünniliği, bu durumdan endişe duyan uç beylerinden Karamanlı Nur’ed-Din Muhammed Bey, Tekeli Türkmenleri Reisi ve Antalya Emiri Seyf’ed-Din Mahmud bin Sarim’ed-Din Teke, ve Kosan Oğlu Nur’ed-Din Altun Bey gibi uç beylerinin gayretleriyle oluşturulan büyük bir ordu ile Konya ve havalisindeki Moğollar’ın tamamını hezimete uğratmağa ve buradan sürmeğe muvaffak oldu. Bu büyük yenilgi karşısında son derece sarsılan vezir Sad’ed-Din Alevi Kazvini’de kaderinden vefat etti. Cereyan eden bu hadiseler üzerine Olcaytu da Şiiliği terk ederek Sünniliği kabul etmek zorunda kaldı. Moğollar’ın uğradıkları bu ağır mağlubiyetten sonra bütün rafizi alimleri de birer birer İlhanlı saraylarından ayrılmağa başladılar. İmamiye Şiası’ın Reisi Cemal’ed-Din İbn-i Mutahhar da Hille’ye çekildi.

Alevi tekkelerin hükumetler üzerindeki itibarları

İmamiyye’nin ulularından addedilen “Seyyid Kıvam’ed-Din Mer’aşi”, Şiiliğin en kuvvetli cazibe merkezi olarak hizmet veren ve Horasan kıt’asının merkezi konumunda bulunan Âmul kentindeki tekkesinden, bütün “Şiʿa-i Batın’iyye” hareketlerini denetim altında tutmaktaydı. Bu devirde Horasan Valisi olan “Efrasiyab” da derviş elbisesi giyerek Seyyid Kıvam’ed-Din Mer’aşi’ye intisap edenler arasında yer almıştı. Fakat daha sonra Seyyid Kıvam’ed-Din’in yükselen şöhreti karşısında kaygılanan öteki Âmul alimleriyle ittifak kurarak neyfedilmek üzere Kıvam’ed-Din’i hapsettirdi. O gece Efrasiyab’ın veliahtı Seyf’ed-Din’in aniden vefat etmesi halkın Seyyid hakkındaki i’tikatlarının daha da kuvvetlenmesine sebep oldu. Halk zindana hücum ederek Seyyid Kıvam’ed-Din’i oradan kurtarıp başlar üzerinde taşıyarak “Rabo” köyündeki tekkesine getirdiler. H. 730 / M. 1330 tarihinde ise Kıvam’ed-Din’nin üzerine Efrasiyab komutasında hücuma kalkan “kuvayi te’dibiye” de ağır bir yenilgiye uğradı. Bu müsademede Efrasiyab ile birlikte bulunan üç oğlu da Seyyid’in müridleri tarafından öldürüldü. Üç yüz dervişiyle birlikte Mazenderan dağlarının en sarp yerlerine çekilen “Seyyid Kıvam’ed-Din Mer’aşi” o yörelerin mutlak hakimi oldu.

Olcaytu’dan sonraki dönemde “Batınillik” hareketleri

Nezari ve Kuhistani gibi Şiʿa-i Batıniye daileri ise Moğollar’ın aldıkları bu ağır yenilgiden hiç te müteessir olmayıp, bilakis olanca güçleriyle Kuhistan ve Kom gibi koyu Batıni merkezlerinde fa’aliyet ve neşriyatlarına olanca güçleriyle devam ettiler. Şirazlı Kadı’ul-Kazat Muhabb’ed-Din Ebu İbrahim Temimi’nin sarfettiği tüm çabalara rağmen Faris vilayeti ahalisi “Şiʿa-i Batıniye” mezhebine girmişlerdi. Olcaytu’nun vefatından sonra tahta oturan İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadir Han’ın sünnileri himaye etmesi neticesi devrin meşhur sufilerinden Ala’ed-Devle Semnani ile Abd’ur-Razzak Kaşi’nin zaviyeleri epey alaka ve ehemmiyet görmeğe başlamıştı. Maveraünnehir’de bir yüzyıldan daha uzun süren buhranların sebepleri arasında “Sultan Ebu Said Bahadir” iktidarının yetersizliği ve Şii dailerle girişmiş olduğu mücadeleler başta gelmekteydi. Ebu Said Bahadir Han’ın H. 736 / M. 1336 tarinde vefatı üzerine Hulagu’nun erkek evladından gelen soyu da böylece tamamen kurumuş oldu. Ebu Said’in vefatını müteakip ortaya bazı küçük devletçikler ortaya çıktı. Bu yeni
“Emaretler” arasında en fazla göze çarpan iki hükümetten birisi Emir Çoban diğeri ise “İlkaniyan” adını alan Celayiroğulları’ndan “Emir Hasan” sülalesiydi. Muzafferiler de, Serbedarlar da siyasi birer oluşum yarattıktan sonra Timur’un ortaya çıkmasıyla yok olup gittiler.
Serbedarlar devrinde “Alevi-Batınillik” hareketleri
Serbedarlar tarafından sürekli olarak desteklenen ve himaye edilen Şia-i Batıniye mezhebi bu sayede yaptığı hamlelerle yeniden hayat bulmağa uğraşmaktaydı. Serbedarlar hükumeti Horasan’da meşhur Ebu Bekir Beyhaki’nin de memleketi olan Beyhak kasabasına bağlı “Şiʿa-i Batıniye” mezhebinin en yaygın olduğu “Paştin” köyünde doğan Abd’ur-Razzak adında bir kişi tarafından kurulmuştu. Şeyh Cevri’nin halifesi Emir Seyyid İzz’ed-Din Suğundi’nin nakibi olan “Seyyid Kıvam’ed-Din” daha İlhanlılar devrinde “Mazenderan” ve “Sari” yörelerinde şiddetli Şii propagandalarını başlatmış bulunmaktaydı. Bu devirde Horasan’da hiç eksik olmayan isyanların başında mutlaka bir şeyh ya da Şia-i Batıniye tarafından idare edilmekte olan bir zaviye bulunmaktaydı. H. 737 / M. 1337 yılında Serbedarlar Hükumeti’nin kurucusu olan Abd’ur-Razzak’ın kardeşi Vecd’ed-Din’in de aralarında yer aldığı çok mühim kuvvetlerle Tus şehrinin üzerine yürüyen Hasan Cevri müridlerinden “Derviş Aziz” tarafından Horasan’da büyük bir ihtilal çıkartıldı. Türkistan, Belh, Tirmiz, Herat, Haf, Khuhistan, Kerman, Meşhed, Nişapur gibi büyük şehirlerin tamamı Hasan Cevri müridlerinin denetimi altına alındı.
Moğollar devrinde çeşitli bölgelerde hakim olan mezhepler
Bu devrin mezhebi coğrafyası hakkında Hamd’ul-Lah Mustefi’nin verdiği malumata göre Rey, Rabin, Eşk, Deyleman, Tavaş, Harfan, Hasan Can, Eve, Rudbad, Peşgel, Dere, Kum, Kaşan, Tefris, Zevare, Frahan, Nihavend, Cürcan şehirleri hep Şii’ydiler. Diğer taraftan Sühreverd, Merağa, Huzistan, Han kentleri Hanefi oldukları gibi, Kazvin, Ebher, Zencan, Save, Tarin, Günan, Mezdekan, Tebrük, Ohan, Erdebil, Ehregilinir, Dahharkan, Nahçıvan, Küştapf, Şiraz, Küvar, Pişaver, Cebeli Ceylule, Dilbend, Hoşah, Errukarzi, İsfraz kentleri ahalisi ise mezheben Şafii idiler. Elemut Batınileri’nin en fazla taraftarları ise Rudbad, Save, Talkan kasabalarındaydı. Hemedan Mu'tezile ve özellikle de Mücessime’den oluşmakta, Şiraz, Tebriz ve Olcaytu tarafından yeni kurulan Sultaniye şehrinde ise mezheben her türlü insan bulunmaktaydı.

Türkler’de aşiret teşkilatı

Türkler bidayette yirmi dört boya ayrılmışlardı. Oğuzlar hesapsız aşiretlerle, Uygurlar yüz yirmi boya, Orta Asya’dan göç etmeğe başladıklarında ise Türkler dört bin boya bölünmüşlerdi. Oğuzlar’ın bu yirmi dört boy teşkilatı bütün Türk devletlerinin esasları arasında daima görülmektedir. Selçuklular, Eyyubiler, Kölemenler, Akkoyunlular, Harezmşahlar, ve Anadolu Türkmenleri de hep ayni teşkilatı sürdürmüşlerdir.
Oğuzlar’da aşiret teşkilatı
Oğuzlar kendi aşiretlerine “Öz” adını verirlerdi. Her aşiret bir “İl” ile birleşmiş ve o ilin bir parçası olarak kendine yer ayırmış olup, aşiretin bağımsız hayatı yoktu. “İl” ise tam teşekkül demekti. Tatarlar’da ise aşiret tamamen bağımsızdı. Tatar kavmi birçok şubelerden oluşmaktadır. Her aşiret kendisine mahsus hususi bir alana sahiptir. Çerkesler’deki aşiret yapısı da “Evliya Çelebi tarafından nakledilmektedir.
Anadolu’daki Türk aşiretlerinin Şiileşmesi hadisesi
Sultan Ebu Said Bahadir Han’ın H. 736 / M. 1336 tarinde vefatından sonra bu Türkler elli iki aşirete ayrıldılar. Her yüz haneye bir bey seçilerek Anadolu Selçukluları tarafından Bizans sınırlarına yerleştirildiler. Malatya, Kayseri, Sivas, Amasya taraflarında yurt edinen bu kabileler Selçuklular’ın yıkılmasını müteakip ait oldukları mezhepleri sebebi ile, ve “Şiʿa-i Batıni’yye” babalarının da teşvikleri neticesinde daima İran’a tabi olmuşlardı. Anadolu Selçukluları ile mezhebi ihtilaf halinde bulunan bu aşiretler, Âla’ed-Din-i Key-Kubad-ı Evvel ve Gıyas’ed-Din-i Key-Hüsrev-i Sani gibi hükümdarların mutasavvıflara karşı göstermiş oldukları samimi alakaları gördükçe, devletle aralarında olan ihtilafı unutuyorlardı. Gelgelelim, Babailer İsyanı neticesinde devletin şüphe ve tereddütlerinden kurtulamayan bu aşiretler, “Uç Beyleri” tarafından yönetilmekte olan vilayetlere dağıldılar.
Şii Türk aşiretlerinin Osmanlılar’a bağlanması
Selçuklular’ın yıkılmasından sonra “Uç Beyleri” ile birlikte bağımsızlıklarını ilan eden Osmanlılar’ın denetimi altındaki bölgelere “Şiʿa-i Batıni’yye Daileri” de yerleşmişlerdi. Ayni zamanda İran’a tabi olan ve kendilerine tarhedilen vergi yükümlülüklerinin altında şiddetle ezilen aşiretler Yıldırım Bayezid tarafından taltif edildiler. Kadı Burhan’ed-Din’in hakim olduğu memleketleri Yıldırım’ın zaptetmesiyle buralarda yurt edinmiş olan bütün aşiretler de Osmanlı Devleti’nin yönetimini tanıdılar.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde “Şiʿa-i Batın’iyye” hareketleri

Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Osman Gazi’nin kayınpederi
Şeyh Edebali ile Yıldırım Bayezid’in eniştesi “Emir Şems’ed-Din-i Buhari” tarafından, Kirmastı’da meşhur “Geyikli Baba”, Antalya Elmalı’da Abdal Musa ve Eskişehir Karacahisar’da “Kumral Baba” gibi daha birçok “Şia-i Batın’iyye” daileri adına zaviyeler yaptırılarak bunlara büyük vakıflar bağlanmıştı. Kazdağı yamaçlarında yaşayan Yürükler’in haraç rüsumları “Emir-i Buhari” zaviyesine tahsis edilmişti. İkinci Murad’ın ise her şehirde muakkak bir tekke yaptırdığı ve Üçüncü Murad Han’ın ise tasavvufi şiirleriyle Osmanlı Padişahları arasında ayrıcalıklı bir mevkiye sahib olduğu bilinmektedir. Fatih’in ulema ve şeyhlere verdiği önemi ise Mevlana Cami’ye gönderdiği paralardan ve Maveraünnehre bulunduğu ihsanlardan anlaşılmaktadır. Fatih, Hoca ÛbeydʿAllah-ı Ahrar’ın halifelerinden Şeyh’ul-İlahi Semavi’yi de Edremit’ten alıp İstanbul’a getirtmişti. Ayrıca, Sadr’ed-Din Kunevi’nin “Cem’ul-Gayb” isimli meşhur eserini şerhettirmiş ve İstanbul Zeyrek yokuşunda adına bir de zaviyye inşa ettirmişti. Vilayetname-i Hacı Bektaş-ı Veli’yyul Horasani’ye göre Batı Anadolu’nun fütuhatı Hacı Bektaş’ın halifeleri sayesinde gerçekleştirimiş olup, Osman Gazi’de Hünkar’dan nasip alanlar arasındandır.

Bektaşiliğin Osmanlı Ordusu’na girişi

Vilayetname’ye göre bunun başlangıcı Osman Gazi’ye elif tacının bizzat Hünkar tarafından giydirilmesiyle başlamaktadır. H. 687 / M.1288 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Üçüncü Âla’ed-Din-i Key-Kubad Osman Gazi’ye Altunbaşlı Sancak ve tabel gönderdi. Osman Gazi’nin beline kendi belindeki kılıcı bizzat

Hacı Bektaş Veli

taktı. “Ve önünden sonun görmeğe: Ugınden Sugm Gurgele!” diye dua etti. Halbuki Hacı Bektaş’ın M. 1271 tarihinde vefat ettiği göz önüne alınacak olursa bu rivayetin doğruluğu pek zayıftır. Bir başka rivayete göre ise, Orhan Gazi Yeniçeri’yi kurduktan sonra Hünkar’ın Amasya taraflarındaki “Suluca Karahöyüğü” adındaki ikametgahına giderek bütün asker hakkında onun hayır duasını almıştı. O da elinin birini bu askerlerden birinin başına koyarak: “Bunların ismi yeniçeri olsun. Cenab-ı Hak yüzlerini ak, bazularını kuvvetli, kılınçlarını keskin, oklarını mühlik, kendilerini daima galip etsin,” diyerek dua buyurmuşlardı. Vilayetname’ye güvenildiği takdirde Hünkar’ın çok daha evvel göçtüğü ve bu rivayetin de gerçek olmadığı anlaşılıyor. O devirlerin fikri ürünler açısından en geniş alanını Babai ve Kalenderi zaviyeleriyle birlikte daha birtakım tarikat pirlerinin yuvaları teşkil etmekteydi. “Rum abdalları”, “Horasan pirleri” ve “Gaziyan-ı Rum” gibi tabirlerin pek sıklıkla kullanılmakta olduğu eserlerden anlaşıldığına göre “Şiʿa-i Batıniye” hareketlerinin yoğunlaştığı merkezin başında muhakkak cenkçi ve silahşör kuvvetlerin hazır bulundurulmasıyla ikinci bir Babai katliamına mani olma gayesinin güdüldüğü anlaşılmaktadır. İslami çevrelerde Batıni harekatını düşmanca karşılayan bir devlet siyasetinin ihtilalleri en çok ordu kuvvetiyle ezdirdiğini ardarda tecrübelerle öğrenen “Şiʿa-i Batıniye” daileri, Selçuklular’ın çöküşünden sonra, hükümetlerin oluşturacağı bütün ordu kuvvetlerinde yer almayı kararlaştırmıştı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında da Batıniler, öncelikle askeri kuvvetlerin içerisinde yer almayı ihmal etmediler. Orhan Gazi devrinde tekke zihniyeti ile yoğurulmuş olan Sünni alimlerin içlerinde mutasavvıfa nazariyelerini kabul edenler de mevcuttu. H. 731 / M. 1331 tarihinde İznik fethedildiğinde oradaki kiliselerden birkaçı cami ve medreseye dönüştürülerek başlarına meşhur
Kadı Ürmevi tilmizlerinden ve Şeyh Sadr’ed-Din Konevi müntesiplerinden şeyhi gibi zahir ve batın ilimlerinde birinci olan Davud-u Kayseri müderris olarak atandı. Halk kendisine batın ilimlerindeki ihtisasından dolayı büyük saygı ve sevgi beslemekteydi.

Erenler

Alevilik tarihinde yer edinmiş, üstün vasıflara sahip efsanevi özelliklere haiz bilgelerin, evliya ve uluların tamamını tanımlamak maksadıyla kullanılan isimdir. Osmanlı Türkleri’nin başlattığı fetihlerin en ön saflarında giden, geyiklere binerek düşmanı ürküten, bazen yeşil elbiselere bürünerek beyaz atlara binen, doğa üstü güçlere sahip olduklarına inanılan bu efsanevi erenlerin aniden düşmanın gözlerine görünmeleri ve birdenbire hasımlarının karşılarına dikilmeleri şeklinde hikaye edilen ve “Batın’ul-Mezhep Babalar” tarafından sürekli olarak anlatılan bu masallar o devrin ilkel zihinlerine birer keramet olarak sunulmaktaydı. Bunları nakleden Batıni-Babaların sayıları ise gün geçtikçe artmaktaydı.

Bektaşiliği Rumeli’de neşredenler

Rumeli’de Bektaşiliğin neşri, “Şiʿa-i Batın’iyye” hareketlerinin merkezinde yer alan Baba İlyas Horasani’nin “Çehariyar” adı verilen dört halifesinden biri olan Sarı Saltık Baba öncülüğünde gerçekleşmiştir.
Bektaşi Babası Sarı Saltık
Evliya Çelebi’ye göre Ahmed Yesevi müridlerinden olan Sarı Saltık, H. 662 / M. 1264 yılında birçok müridleriyle birlikte Rumeli’ye geçti. Dobrıca, Kırım, Moskova, Lehistan kıt’alarını dolaştıktan ve oralarda İslamiyet’in uzun süre yayılmasına hizmet ettikten sonra Karesi Oğullarından İsa Bey zamanında Gelibolu’dan Çardak’a döndüler. Kazdağı üzerinde Edremit Körfezi’nin doğu ve kuzeydoğusuna doğru uzanan silsilesini izleyerek orada oturmakta oal Türkmenler’in arasında uzun yıllar ikamet ettiler. “Vilayetname” bu dönüşün Hacı Bektaş’ı ziyaret amacıyla gerçekleştirilmiş olduğunu nakletmektedir. Oysa o tarihte Hacı Bektaş çoktan vefat etmiş bulunmaktaydı. Rumeli kıt’asında Sarı Saltık’a ait pek çok ziyaretgah bulunmaktadır. Bektaşi an’anesinde mühim bir yeri olan bu Şii babanın, Babaeski’de de yaşamış olduğu ve türbesinin Aya Nikola Kilisesi’nin yerinde bulunduğu Hristiyanlarca da kabul edilmektedir. Hacı Bektaş’ın hakkındaki küfr ve ilhada ait çıkarılan söylentiler ile, onun adını taşıyan Bektaşilik Tarikatı’ın i’tikadları arasında hiçbir alakanın bulunmadığını, fakat kendisine intisap etmiş olan bazı melahidenin yapmış olduğu neşriyatın Hacı Bektaş’ın kendisini bizzat töhmet altında bıraktığını “Şekayık” müellifi İbn-i Hallikan Kenarı nakletmektedir.
Kazdağı’nın Tahtacı alemindeki kudsiyeti
Kazdağı’nın bütün Alevi-Tahtacı aleminde yaşatılan kudsiyeti ile onun “Sarı Kızı” ile Sarı Saltık Baba’nın sarılığı arasındaki benzetmeler göz önüne alındığında, ve özellikle de bütün Tahtacı aleminde aynen bir “Kabe” gibi takdis edilmesi hatırlanacak olunduğunda, Batı Anadolu’nun en mu’tena köşesinde yer alan Edremit havzasının bütün “Şiʿa-i Batın’iyye” mensuplarınca ne kadar yüksek bir öneme haiz olduğu da anlaşılmış olur.

Bektaşiliğin Anadolu’da yayılması

Hacı Bektaş halifelerinden Tavvas, Uşak, Söğüd, Balıkesir, Edremit’e kadar uzanan ve Akdeniz ile bağlantı kuran yörelerde, güneyde ise Burak Baba gibi daha birçok dailerle birlikte Osman Gazi’nin yurdunda Söğüt ile Sakarya Nehri kıyılarında, ve yükseklerdeki Türkmen ve Yörük yaylalarında dolaşan “Kumral Baba” benzeri birçok “Şiʿa-i Batın’iyye” daileri Kocaeli bölgesine yerleşen Türkler arasında Batıniliği yaymaktaydılar.
Bektaşiler’in Türk diliyle neşriyatı
Orhan Gazi devrinde Rumeli feth edilince devletin resmi dilinin Türkçe olduğu fermanlarla her tarafa ilan edilmişti. Türkçe’nin açık ve selis ifade şekliyle rubai, nefes, destan gibi şiirlerin çeşitli ölçülerine tevdi edilerek; özellikle koşma, deyiş, semai usulünde söylenen şiirlerin, bağlama, saz, bozuk ve kopuzlarla terennüm edilen şekilleri Türk ruhunun milli benliğine o kadar uyum sağladı ki, şehir ulemasının ağdalı dilinden hiçbir şey anlamayan Türkmen bunlara karşı hiç ilgi duymamaktaydılar. Bu fırsatı iyi değerlendiren, Key’alu Baba, Abdal Musa, Tuğlu Baba, Baba İlyas Horasani, Baba İshak Kefersudi ve Ebu’l Vefa-i Harezmi gibi tekkelere mensup olan karışık akide sahibi
“Batın’ul-Mezhep Babalar” ve Şiʿa-i Batın’iyye Daileri” Anadolu’nun dört bir tarafına “Batın’iyye Mezhebi” ilkeleri doğrultusunda fa’aliyet gösteren zaviyeler açmağa başlamışlardı.
Osmanlılar üzerindeki Bektaşi etkisi
Orhan Gazi’nin cülusuna kadar geçen süre zarfında kendilerini mutasavvıf olarak tanıtmış olan bazı babaların nüfuzları, bunların Osmanlı Devleti tarafından rehberlikleri kabul edilecek derecede artmıştı. Osman Gazi’ye elifli taç giydirdiği rivayet edilen Hacı Bektaş ile Orhan Gazi’nin kardeşi Âla’ed-Din Paşa’nın Şeyh Edebali hankahına mensup birer derviş olmaları bu etkinin ne kadar kuvvetli olduğunun bir delilidir. Bu şiddetli tesirler neticesinde Osmanlı ülkelerinde Bektaşilik, Melamilik, Hurufilik gibi Şiʿa-i Batın’iyye şubeleri kolayca yayılmaktaydı. Orhan Gazi tarafından bir veli olarak benimsenen “Key’alu Baba” Bursa’nın fethinde bulundu. Halbuki, Osmanlı Devleti kurulduğu ilk günden itibaren Sünni bir devlet yapısına sahipti. Buna rağmen Hoylu / Tokatlı Burak Baba’nın Osmanlılar’daki benzeri olan bu Şii dervişin
“Keremyan Emiri” ile Turgut Alp’ın şeyhi olduğu bilinmektedir. Orhan Gazi’nin İnegöl ilçesini Key’alu Baba’ya “dirlik” olarak tahsis ettiği ve vefatından sonra da mezarının üzerine büyük bir türbe inşa ettirdiğini “Şekayık” kaydetmektedir.
Şiʿa-i Batın’iyye tekkelerinin teftişi
Selçuklular’ın sarayında mevki sahibi olan “Baba Merendi” adında ki Azeri bir Şii dervişi Sultan Âla’ed-Din’i kendine bağlamış ve daha sonra da “Sulucahöyüğe” yerleşerek Kırşehir hakimi Nur’ed-Din Bey’i kendi nüfuzu altına almayı başarmıştı. Bu devirde

Hacı Bektaş Veli

hankahının kurulduğu yerde daha birçok “Şiʿa-i Batın’iyye” akideleri yaymakta olan ve Türk aşiretleri arasında fa’aliyetlerde bulunan dailerin sayısı da epeyce artmıştı. Bunun üzerine Baba İlyas bendeganından olan Hind ve Çin’den gelmiş bazı arif geçinen “Şiʿa-i Batın’iyye” Babaları’nın hallerini denetlemek üzere memurlar atanmıştı. Kendilerine kisvetlerinin aslı ve bid’atlerinin faslı sual edildikten sonra cevap vermekten aciz olan torlakların çırağları söndürülmüştü. Baba İlyas Horasani hulefasından Geyikli Baba’ya İnegöl mirlivası ve tımar sahiplerinden Turgut Alp mürid olduğundan dolayı lehine vermiş olduğu şehadeti neticesinde Geyikli Baba Sultan Orhan’ın iltifatlarına mazhar olmuştu. Sultan Höyüğü Vakfı’na ait olan bir cüz’ün kenarında, Geyikli Baba’ya vakfedilen emlak arazisine padişahın gönderdiği hediyeler arasında iki küp rakı bulunduğu da tesbit edilmişti.

Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin Rumeli’ye nakledilmeleri

Orhan Gazi ve Murad Hüdavendigar Han devirlerinde, Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yurt tutan ve Moğol istilalarına rast gelen zamanlarda dahi Osmanlı ülkesindeki varlıklarından şüphe edilmeyen “Keremyanlı”, “Afşarlı”, “Çavdırlı”, “Samagarlı”, “Varsak”, “Ulus”, “Beremyalı” aşiretlerinin Osmanlı Hükumeti kararlarına sıkça muhalefet etme, boyun eğmeme, kendi başlarına buyruk yaşam tarzlarıyla bazı gaileler çıkarmakta oldukları ve tam bir bağımsızlık havasıyla hareket etme alışkanlıklarının arttığı bir devirde, Sultan Çelebi Mehmed Han’ın Kilis civarından geçerken rastladığı, çoğunluğu “Salur” ve “Çavdır” aşiretleri mensuplarından müteşekkil ve kendilerine “Moğol Bekayası” adı da verilen yirmi bin çadır ahalisinden oluşan konar göçer bir topluluk Rumeli’ye geçirilerek Filibe yakınlarında “Tatar Pazarcığı” havalisinde iskan edilmişlerdi. İkinci Murad Han devrinde de Ragusa Cumhuriyeti ile varılan uzlaşma üzerine Sadr’azam Halil Paşa’nın aldığı altmış bin esir de Anadolu’ya nakledilmek suretiyle bu Türkmen aşiretleriyle mübadeleye tabi tutulmuşlardı. Batıni babalarının telkinleriyle aşılanmış olan bu kabileler ileride “Rumeli Şiʿa-i Batın’iyyesi” tarafından temsil edilecek olan birçok tarikatın oluşumuna vesile oldular.

Timur İmparatorluğu devrinde “Şiʿa-i Batın’iyye” hareketleri

Sultan Ebu Said Bahadir Han’ın iktidardaki yeteneksizliğinden kaynaklanan huzursuzluklar ve İlhanlılar’a tabi ülkelerde ortaya çıkan siyasi çalkantıların sebepleri arasında Şii dailerin çok önemli rolleri mevcuttu.

Sünni Timur hükumetinin oluşumu

Hükumet-i Gürgan’iyye’nin kurucusu olan Timur’un tarih sahnesinde yer alması altıncı ve sekizinci hicri asırlar arasında resmi himayeler altında rahatlıkla hareket etmekte olan Şiʿa-i Batın’iyye dailerinin fa’aliyetlerine cok ağır bir darbe indirmiş oldu. Timur’un Maveraünnehre kurduğu bu hükumet bilakis Sünnilere yardımcı oldu.
Timur’un tasavvufi eğilimleri
Timur hükumetinin Sünni olmasına rağmen Şiiliğin etkileri altında uzun süredir yaşamış olan bu muhitler kendilerini ayni akidelerin tezahürlerinden kurtaramamaktaydılar. Bu nedenle bizzat Timur bile tasavvufi eğilimlerle tanışmıştı. Devrin büyük sofuları arasında yer alan Semerkand şeyhlerinden “Şeyh Üryan” ve “Şeyh Zekeriyya” adındaki zatların ayaklarına kadar gidip onlardan himmet talebinde bulunmuştu. Hatta büyük Tataristan hanı Toktamış Timur’a saldırdığında, Timur yanında bulunan sadattan İmam Berke’nin duasını aldıktan sonra hücuma geçmiş ve Tataristan’ı fethetmişti. Bu arada Ermenistan Kralı Gorkin’i de sulha bağlayarak H. 806 / M. 1404 yılında Karabağ’a döndü. Timur’un oğlu Mirza Mehmed Sultan’ın Anadolu’da vefat etmesi üzerine taziyete gelen İmam Berke’nin de kısa bir süre sonra irtihali üzerine Timur derin bir kedere boğuldu. İki sene sonra Çin üzerine başlattığı büyük sefere başladığı anda Seyhun nehrini geçtiği, Çin sınırına yaklaştığı ve Otrar’a vardığı anda H. 807 / M. 1405 yılında vefat etti. Mumyalanan cesedi Semerkand’da İmam Berke için yaptırmış olduğu türbeye defnolundu.
Fatih ve Yavuz’daki benzer tasavvufi i’tikatlar
Sadatta, manevi mevkilerinin yüksek olduğuna inanılan şöhret sahibi zevata saygı gösterilmesi ve hayır dualarının alınması o devirlerde yaşayan hükümdarların çoğunda hakim bir i’tikaddı. Fatih’in İstanbul seferinde Hacı Bayram Veli halifelerinden Ak Şems’ed-Din’e gösterdiği hürmet ve iltifat tüm ayrıntılarıyla tarih kitaplarında bahsedilmektedir. Hatta Yavuz Sultan Selim, Mısır seferine giderken Şam’da Camii Emevi’de inziva yaşantısı sürdüren Şeyh Muhammed Bedahsi’yi Kadıasker Ca’fer Çelebi ile birlikte ziyaret ederek himmet dualarını niyaz etmişlerdi.

Timur’da “Hanedan-ı Aleviyye” sevgisi

Bilumum tarikat mensuplarında mevcud olan
Alevilik duygusu Timur’da da tüm kuvvetiyle yaşıyordu. Haleb’e geldiğinde huzuruna giren alimlere Hazreti Ali ve Muaviye’den hangisinin haklı olduğuna dair bazı sorular yöneltmişti. Şam’ı feth ettiğinde aralarında müverrih İbni Haldun’un da bulunduğu bütün alimler kendini istikbal ettiler. Timur ahaliye karşı çok haşin davranmıştı. “Şamlılar Âli Muhammed’e ve Hazreti Ali’ye zulmeden Emevi halifelerinin tarafını tuttuklarından dolayı bugün “Hak Teala” onların o vakit işlemiş oldukları cinayetlerini cezalandırıyor,” demişti. Tüzükat’ın çok önemli bir faslında “Ali bin Eba Talib Merkedi’nin bulunduğu havaliye çok itina ederdim. Kerbela ve Bağdat taraflarını İmam Hüseyin, Abd’ul-Kadir-i Geylani, İmam-ı A’zam Ebu Hanife ve diğer din adamlarının hatırı için çok severdim. Sazi arazisini ve diğer bazı şehirlerin varidatı İmam Musa el-Kazım, İmam Muhammed Nakıy, Salman-ı Farisi mezarlarına mahsustur. Tus havalisi varidatı İmam Ali bin Musa mezarına aitti,” diyor.

Timur’un Batıniliğe karşı hasmiyane tavrı ve Batıniler aleyhine uyguladığı sert önlemler

Timur’un Hanedan-ı Ehl-i Beyt’e karşı beslediği derin muhabbetlerini ifade eden hareketleri yine de Sünniliğin sınırlarının dışına çıkmıyordu. Bunun bir neticesi olarak, Mazenderan vilayetindeki “Şiʿa-i Batın’iyye” hareketlerini sevk ve idare eden Seyyid Kıvam’ed-Din Mer’aşi’nin Oğulları H. 794 / M. 1392 yılında Timur tarafından tardedildiler. “Şiʿa-i Batın’iyye” mensuplarının sığındıkları tüm kaleler tahrip edilerek bilumum dervişleri Harezm ve Taşkent’e sürüldüler. Mahan, Âmül ve Sari yörelerinde ele geçirilen Batıniler de i’dam edildiler. Bir sene sonra da İsfahan civarındaki “Şiʿa-i Batın’iyye” taraftarları ayni cezalara çarptırıldılar.
Timur’un Anadolu’daki Şii Türk aşiretlerini Turan’a tehciri
Timur’un Ankara Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nu mağlup etmesi neticesi buralara iskan edilmiş olanTürk aşiretleri Timur’un oğlu “Mirza Cihan Muhammed” ve ümeradan “Şeyh Nur’ed-Din” tarafından kuşatıldılar. Timur, “Sizi asıl vatanınız olan Turan’a geri götüreceğim”, dedi. “Mihan Hicreti” esnasında Ca’ber Kalesi’nde Kayı Han’lılarla beraber “Yurger”, “Koson”, “Kış Timur”, “Varsak”, “Kara İsa”, “Arez”, “Gündüz” adındaki Ertuğrul Bey’den ayrılmış olan aşiret beyleri Çukurova’da yurt edinmişlerdi. Selçuklular’ın ilk Anadolu istilalarıyla yürüyen ve iki yüz seneden daha uzun bir süredir buralarda yaşamakta olan “Varsak”, “Ulus”, “İbramyialı”, “Kılaz”, ve “Kubaş” gibi daha birçok kabileler büyük telaşa kapıldılar. İçlerinde Timur’un bu önerisini kabul etmeyen aşiretler, cebren Turan’a göç etmeye zorlandılar. Bu tehcirden kaçmaya muvaffak olanalar ise Uç Anadolu’ya doğru ilerlediler. Timur Kütahya’dan otağını Gürcistan’a taşıyana dek de yerlerini hiç değiştirmediler.
Timur’un tehcire tabi tuttuğu Alevi aşiretlerin yurtlarına geri dönmeleri
H. 807 / M. 1405 yılında Timur’un vefat etmesi üzerine Türkistan’a nakledilmiş olan Aleviler de Harezm’e geldiler. İki yıldan daha uzun bir süre bu muhitlerde kaldıktan sonra ise döne dolaşa Osmanlı topraklarına geri geldiler. Oralarda konup göçleri enasında binbir türlü değişik akidelerin etkisi altında kaldılar. Selçuklular devrinden beri süregelen Şiilik telkinlerinin tesirleriyle pürüzleşmiş olan akideleri Harezm ülkesinde kaldıkları zaman zarfı içinde tamamıyla bu mezhebin nüfuzu altına girmeleriyle en son halini aldı. Dokuzuncu Hicri asırda, Harezm’den Anadolu’ya geri dönen bu aşiretlerin yerleştikleri muhitlerde “Şiʿa-i Batın’iyye Babaları” bir hayli nüfuza sahip bulunuyorlardı.

Timur’un irtihalinden sonraki dönemde “Şiʿa-i Batın’iyye” hareketleri

Dokuzuncu hicri asırda birçok “Şiʿa-i Batın’iyye mensupları” İsfahan ve havalisinde olanca güçleriyle fa’aliyetlerini sürdürmektelerdi. Anadolu’nun aldığı siyasi manzaralar nedeniyle Şiiler en ziyade mesailerini Anadolu’daki Türk aşiretlerinin arasında devam ettirmekteydiler. Bazı Babai Dervişleri bu akideleri yaymak maksadıyla Türk boyları arasında dolaşmağa devam etmektelerdi. Bilhassa halkın sade şiirler karşısında gösterdiği heyecanlı eğilimlerden güç alan Babailer, bu cephenin geliştirilmesine titizlikle özen gösterdiler. “Şeyh Kuceci Tebrizi” gibi tasavvufa bürünen şairler ve Baba Kemal Hucendi’nin manevi destekleriyle güçlenen Şiiler, Şeyh Safi’ud-Din-i Erdebili’nin de büyük nüfuzunu arkalarına alarak Anadolu’nun dört bir yanını kuşatmayı başardılar.
Şiʿa’nın resmi devlet mezhebi haline dönüşmesi
On dördüncü asırda, “Ali bin Şehab’ed-Din-i Hemdani” ve “Lutf’ul-Lah Nişaburi” ile Hurufiliğin kurucusu olan “Fadl’ul-Lah Ester-Âbadi” Anadolu’da Rafiziliğin yayılmasında en etkin rolü oynayan şahsiyetlerin başında gelmektelerdi. Sünni Timur Hükumeti’nin varisi olan “Şahruh” uygulamaya koyduğu en şiddetli tedbirlere rağmen bu cereyanın önünü almakta bir başarı sağlayamıyordu. Sonunda, H. 857 / M. 1453 yılında İran’daki dini hakimiyet bilumum “Şiʿamezheplerinin üstünlüğü altına girdi. Safev’iyye Tarikatı piri ve ayni zamanda Şeyh Hamid Hamid’ud-Din-i Aksarayi’nin de mürşidi olan Hoca Âla’ed-Din-i Âli’nin devrinde Batınilik Safev’iyye tarikatının bünyesine girdi. Bunun oğlu olan “Şeyh Şah” namıyla ünlenen “Şeyh İbrahim” zamanında ise Safevi Tarikatı’nın mali yapısı epey güçlenmişti. Şii Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah’ın tehditleri neticesinde İbrahim’in oğlu Şeyh Cüneyd devrinde Karakoyunlular’ın himayesi altına giren tarikat, bu yönetimin idaresi altında iken Şiʿa’nın “İmamiye-i İsna‘aşer’iyye/Onikicilikmezhebini resmen kabul etmek zorunda kaldı. Bilhassa Keyumers’in girişimleri neticesinde Rüstemvarlar’ın hakimiyetleri altında bulunan bölgelerde Şiilik tam manasıyla resmiyyet kazandı.
Şiilik propagandasının Anadolu’da Alevilik üzerinde yarattığı etkiler
Seyyid Kasım Envar’in neşriyat alanında yürüttüğü kuvvetli Şiilik propagandaları ve bütün müridleri aracılığıyla gerçekleştirdiği şiddetli etkiler, Sünni Hükumet-i Gürganiye’yi çok güç durumlara düşürmüştü. Şahruh’a süikasd tertiplemiş olan “Ahmed Lur” ile Fadl’ul-Lah Ester-Âbadi’nin hemşirezadesi olan “Hoca Adud’ed-Din” de Seyyid Kasım Envar’in müridlerindendi. Şiilik’ten ortaya çıkan yeni mezhepler arasında bulunan “Hurufilik” te yine bu ekibin yoğun gayretleri sayesinde zuhur etmişti. “Seyyid Ni'met’ul-Lah Gürgani ''
” ile “Seyyid Ali Hemedani” müridleri bilhassa İran ve Azerbeycan yolu üzerinden bu akideleri etrafa yayarak Anadolu’ya gelmekteydiler. Seyyid Ali Hemedani’nin Kutb’ud-Din Haydar hakkındaki medhiyelerinin dillerde dolaştığı bu devirde Anadolu’ya göç eden Seyyid Kasım Envar’in müridleri Anadolu’da halktan hem rağbet görmekte, hem de teveccüh ve iltifatlara mazhar olmaktaydılar.

Şiʿa-i Batın’iyye’nin günümüzde fa’aliyetlerini sürdürdüğü yerler

İlk defa Şiʿiğin içerisinden birer birer ortaya çıkan onca değişik i’tikadların siyasi birtakım eğilimlerle beslenerek barındırdıkları birçok özellikleri nedeniyle de biribirlerinden farklılaşmış gibi görünen bu mezheplerin sonunda dönüp dolaşarak çeşitli veçheler göstermek suretiyle ayni amaç ve fikirler şemsiyesi altında birleştikleri anlaşılmaktadır. Bu mezhepler içerisinde ilim ve fikir sahasına ait olanları “Kelam Tarihi” tarafından kayıt altına alınmış bulunmaktadır. Günümüzde, Fatımiler’in zuhurundan hemen sonra hem İslam hem de ecnebi ülkelere yayılarak her tarafa kol budak salan ayni Batınilik Teşkilatı’nın parçalarını oluşturan, gizli bir cephe taşıyarak İslam i’tikatları arasında yaşamlarını hala çeşitli yörelerde farklı isimler altında idame ettiren, ve “Batıniler” (Şiʿa-i Batın’iyye) adı altında sınıflandırılan bilumum mezhepler, Hindistan, Afganistan, İran, Türkistan, Arabistan, Yemen, Irak, Suriye ve Anadolu’da yaşamaktadırlar. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti hudutlarından sürülerek dışarıya çıkarılmış olan gizli tarikat ve mezheplerin üyeleri diğer ülkelere yerleşmişlerdir. Örneğin, “Hacı Bektaş Ocağı Canları” Arnavutluğa göç ettikleri gibi diğer gizli cemiyetlerin tamamı da lağv edilmiş ve fa’aliyetten men edilmişlerdir. Batıni inançlar Batınilik akımı, din anlayışlarını inkar ve ibaha sınırına kadar götüren itikadi fırkalar yanında, son derece gizli bir şekilde teşkilatlanmış örgütler vasıtasıyla merkezi idareye karşı girişilmiş isyan faaliyetlerinin başını çeken çeşitli siyasi gruplar için de kullanılmış bir lakaptır. Ayrıca Batınilik’te ibaha inancının yanı sıra hulul ve tenasüh gibi inanışlar da görülmektedir. Batınilik, tarihin çeşitli dönemlerinde farklı isimlerle anılmıştır. Misal olarak Batıniliğin etkilendiği İslamiyet dışı akımlar olan İbahiyye ve Mazdekiyye ile birlikte Batınilik’ten etkilenen bazı İsmailiyye (Seb’iyye) kolları olan Karmatiyye ile Sabbahiyye (Haşhaşiyye); ve yine İsmaililik’ten köken alan Dürziyye; ayrıca İsmaililik ve Dürzilik’den etkilenen Nusayriyye gibi fırkalar gösterilebilir. Ayrıca bakınız * Haşhaşiyye (Sabbahiyye) * Hasan Sabbah * Alamut kalesi * İsmaililik * Karmatilik * Dürzilik * Nusayrilik * Alevilik * Mazdekçilik * Ezoterizm * Gnostisizm * İbahilik * Hurufilik * Sufilik

Kaynaklar

Vikipedi

Bu konuda henüz görüş yok.
Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.

Yedicilik
3 yıl önce

Afrika Bâtınîliği’ni idare eden İbn-i Meserret’ten, Hindistan Bâtınîliği’ni meydana getiren Ahmed bin Keyyâl’den, ve Türkistan Bâtınîliği’ni kuran Nâsır-ı...

Fatımiler devrinde Aleviler
6 yıl önce

etmesi nedeniyle Bâtıni Suriye Nusayrîler’i ile Elemût Bâtınîliği’nden ayrılmaktadır. Bâtınîliğe kendi şahsi kanaatlerini ekleyerek bir hususiyet kazandırmağa...

Ahmed bin el-Keyyâl bin el-Khasibî
6 yıl önce

ve İsmâilîyye mezhebinin ana yolundan ayrılmakla suçlanan, Hindistan Bâtınîliği'nin yaratıcısı. Fâtımîler tarafından Hindistan'a İsmâil’îyye mezhebini yaymak...

Baba İshak
3 yıl önce

itibârını artıran Baba İshâk Kefersudî idare etmekte olduğu Anadolu’daki Bâtınîlik Teşkilâtı’nı daha da büyütme fırsatını yakaladı. Tokat, Canik, Çorum,...

Hacı Bektaş-ı Veli
3 yıl önce

Velâyet-Nâme anlatmaktadır. Hacı Bektâş’ın Horasan Melametîliği kökenli Bâtınîliğin Anadolu’daki neşri fa’aliyetleri tartışmasız hâyrete şâyan olmakla beraber...

Hacı Bektaş-ı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli
822
6 yıl önce

Japon Budist keşiş (d. 767) tarihi bilinmeyen Ahmed bin el-Keyyâl bin el-Khasibî, Hindistan Bâtınîliği'nin yaratıcısı Grigorios Pterotos, Bizanslı general...

822, 10. yüzyıl, 8. yüzyıl, 817, 818, 819, 820, 821, 823, 824, 825
Felsefe listesi
3 yıl önce

- Antroposantrizm - Aristotelesçilik - Ateizm - Atomculuk Baasçılık - Bâtınîlik - Biyoetik - Bilişim etiği - Budizm Kapitalizm - İlmihâl - Kaos kuramı...

Gazzâlî
7 yıl önce

sûfiler, bâtınîlerdi. Hepsinin görüşlerini inceleyerek; kelâm, felsefe ve Bâtınîlik yolunu kitaplarında ayrıntılarıyla tenkit etti ve sûfilerin yolu olan...