II. Bayezid dönemi (1481-1512)
II. Mehmed'den sonra tahta çıkan II. Bayezid'in saltanatı göreli bir durgunluk ve dinlenme dönemi oldu. II. Mehmed'in seferlerini finanse etmek için başvurduğu yaptırımlar, hükümdarlığının son yıllarında İstanbul'daki belli başlı hizipler arasında büyük bir gerilime, neredeyse bir iç savaş durumuna yol açmıştı. Bu koşullarda başkente ilk varan Bayezid yeniçerilerin desteğiyle tahta çıktıktan sonra şeriat ve restorasyon yanlısı banşçı niyetlerini Türk soylulanna açarak başlangıçta küçük şehzade Cem Sultan'ı destekleyen bu kesimi kendine çekti. II. Mehmed'in politikasını izlemeye yatkın olan Cem Sultan'ı babasının ölümünü geç haber aldığı Güneybatı Anadolu'da sıkıştırdı ve 1481 yazında Memluklerin denetimindeki Suriye'ye kaçmaya zorladı. Ertesi yıl Memluklerin ve Karamanlıların yardımıyla geri dönen Cem Sultan göçebe aşiretlerin desteğini sağlayamayınca, önce Rodos'ta, sonra papanın yanında Roma'da, daha sonra da Fransa'da sürgünde yaşadı ve 1495'te öldü.Hıristiyanların Cem Sultan'ı yeni bir Haçlı seferine alet edebilecekleri endişesi, II. Bayezid'i kardeşinin güvenlik içinde bakımı, yani yumuşak bir biçimde mahpus tutulması karşılığında her yıl Avrupa'ya haraç ödemeye zorladığı gibi, iç hoşnutsuz-luklan çeşitli uzlaşmalarla gidermeye yöneltti. II. Mehmed'in el Tcoyup miriye geçirdiği mülk ve vakıflan sahiplerine geri verdi. Savaş giderlerinin özel müsaderelere gerek duyulmadan karşılanabilmesi için avanz-ı divaniye vergisini yürürlüğe koydu. Sikkeler yeniden nominal değerlerine kavuşturuldu ve II. Mehmed'in amaçladığı ekonomik canlanma gerçekleşmeye başladı. Merkezi yönetim gelirlerle giderlerin düzenli biçimde dengelendiği bir bütçe sistemine geçirildi. Kültürel alanda II. Bayezid, önceki yanm yüzyılın artan Avrupalılaşma eğilimine karşı güçlü bir tepkiyi simgeledi. Türk dili ile İslam gelenekleri öne çıkarıldı. Orta ve Doğu Anadolu'daki göçebe aşiretlerin giderek Şiiliğe kaymaları ile merkezin artan katılıkla Sünniliğe sanlması da beyliğin başlangıçtaki dayanaklarının devletleşme sürecinde ezilmesine yol açan kutuplaşmanın ifadesi oldu.
II. Bayezid dışta banşı korumayı yeğlemekle birlikte gelişen olaylar ve görece militan kapıkullannın zaman zaman yoğunlaşan talepleri yüzünden bazı seferlere zorlandı. Rumeli'de Hersek'i alarak (1483) Tuna ile Sava ırmaklarının güneyindeki imparatorluk topraklarını bütünledi; böylece yalnız Belgrad Osmanlı denetimi dışında kaldı. Macar kralı I. Matyas (hd 1458-90) daha çok Bohemya üzerinde egemenlik kurmaya yöneldiğinden 1484'te Osmanlılarla banş imzalamayı kabul etti; onun ölümünden sonra da Macaristan'da taht kavga-lan Bayezid'in kalan saltanat yıllarında bu cephede olay çıkmamasını sağladı. Kuzeydoğuda ise Osmanlı sının Tuna'nın kuzeyine, Karadeniz kıyılarına ulaştı. Tuna ve Dinyester ağızlarındaki Kili ve Akkerman kalelerinin fethiyle Kuzey Avrupa'nın Karadeniz ve Akdeniz'le ticaretinin belli başlı antrepolan Osmanlılann denetimine geçti. II. Bayezid'in böylelikle Boğdan'ı (Moldavya) metbuluğunu kabule zorlaması Romanya prensliklerini imparatorluğa katma yolunda önemli bir adım oldu. Bu ilerlemelerin Polonya'nın emelleriyle çelişmesi savaşa yol açtıysa da (1483-89), III. İvan'ın (hd 1462-1505) yönetimi altında Moskova'nın güçlenmesi karşısında Polonya dikkatini bu yeni tehlikeye yöneltince, Osmanlı cephesi sakin kaldı.
II. Bayezid bundan sonra, II. Mehmed'in Fırat'a ulaşan son fetihlerinin Osmanlılan ilk kez Memluklerle karşılaştırdığı doğuya yöneldi. Kilikya'nın büyük bölümüyle Van Gölünün güneyindeki dağları elinde bulunduran Dulkadıroğulları beyliği üzerindeki nüfuz mücadelesi ve Osmanlıların Mekke ile Medine'nin yönetimine katılma arzusu, aralıklarla süren bir savaşa (1485-91) yol açtı. II. Bayezid'in işi sıkı tutmayıp asıl kuvvetlerini ileri sürmemesi ve dolayısıyla herhangi bir somut başarı elde edilememesi Osmanlı egemen sınıfı içinde hoşnutsuzluk ve eleştirilere yol açtı. Bunun üstesinden gelmek için II. Bayezid, Macarların bölünmelerinden yararlanarak Belgrad'ı almaya kalkıştıysa da başarısızlığa uğradı ve Transilvanya, Hırvatistan ve Karnten'e yollanan akıncılar sonuç alamadan geri döndü.
Cem Sultan'ın öldüğü yıl (1495) Macaristan'la yeni bir barış imzalayan ve her iki açıdan rahatlayan II. Bayezid, zedelenen ününü onarmak için bu kez Avrupa'daki öbür önemli düşmanı Venedik'i hedef seçti. Mora, Dalmaçya ve Arnavutluk'ta ayaklanma kışkırtmakta olan Venedik 1489'da Kıbrıs'ı da denetimine almış, burada kurduğu büyük deniz üssünü Memluklere karşı Osmanlılara kullandırtmamış, ama böylece adanın stratejik önemine sultanın dikkatini çekmişti. II. Bayezid ayrıca Mora'daki son Venedik limanlarını da alarak Doğu Akdeniz'deki Osmanlı deniz üstünlüğünü mutlaklaştırmayı umuyordu. Çıkan savaşta (1499-1503) Kıbrıs dışında bu amaçların hepsi gerçekleşti. Osmanlılar ilk kez Akdeniz'in büyük deniz güçlerinden biri konumuna yükseldi ve Avrupa diplomasisinin dokusuna katıldı.
Saltanatının son yıllarında Doğu Anadolu'daki ayaklanmalarla uğraşmak zorunda kalan II. Bayezid bu zaferden gerektiği gibi yararlanamadı. Doğuda özerk, "uygarlık dışı" göçebeler ile istikrarlı, yerleşik Ortadoğu uygarlıkları arasındaki klasik çekişme bir kez daha su yüzüne çıkıyordu. Türkmenler, Osmanlıların dolaysız yönetimlerini imparatorluğun her köşesine yayma çabalarına direniyor, Sünni İslam düzenine karşı tepkilerinde Şii tarikatların şeyhlerine bağlanıyorlardı. Bu şeyhlerin en güçlüleri ise, o sırada İran'ın büyük bölümünü ele geçiren Erdebilli Safevilerdi. Şah İsmail'in (hd 1501-24) yönetimi altında Safeviler Anadolu'nun dört bir yanına propagandacılar göndererek yalnızca aşiretler arasında değil yerleşik köylüler ve bazı kentli kesimler arasında da dinsel muhalefet ve siyasal ayaklanma çağrısında bulunmaya başladılar. II. Bayezid Avrupa cephesiyle uğraşması sonucu ilk birkaç hareketle baş edemedi. Ardından Anadolu çapında büyük bir ayaklanma çıkınca büyük bir sefer (1502-03) düzenlemek zorunda kaldı ve Safeviler ile Türkmen yandaşlarının birçoğunu İran'a sürmeyi başardı. Ama Şah İsmail'in Anadolu'da propaganda etkinliğini sürdürmesi 1511'de Osmanlılara karşı ikinci büyük ayaklanmaya yol açtı. Halkın çok çeşitli kesimlerinin hoşnutsuzlukları merkezi yönetime karşı dinsel bir hareketin örtüsü altında birleşti ve ancak sadrazam Hadım Ali Paşa'nın yönettiği geniş çaplı bir harekatla bastırılabildi. Ayaklanmayı doğuran koşulların ortadan kalkması ise sonunda yeniçerilerin II. Bayezid'i devirip oğlu Se-üm'i tahta çıkarmalarıyla noktalandı. 1. Selim dönemi (1512-20). Saldırgan bir fetihler politikasına dönüşü önerdiği için I. Selim yeniçerilerin doğal adayıydı, ama kendisini iktidara getirenlere bağımlı kalmak istemiyordu. Bu yüzden yalnızca erkek kardeşleriyle onlann yedi oğlunu değil, kendi beş oğlundan dördünü de öldürttü ve tahtın tek varisi olarak en yetenekli oğlu Süleyman'ı bıraktı. Böylece olası muhaliflerinin meşru bir alternatif çevresinde birleşmelerini önledi.
I. Selim'in emelleri Asya kadar Avrupa' ya da yönelikti, ama ilk hedefi babasının son yıllarından miras kalan Anadolu, göçebelik, Şiilik/Alevilik ve doğu sorunu olmak zorundaydı. Tarihte yönetimlerin görülmedik boyutlarda şiddet kullanarak beklenen kalıplar dışında hareket ettikleri ve karşıtlarını gafil avladıktan, zorun her şeyi belirlediği bazı ender ve tipik olaylar vardır. I. Selim de Yavuz lakabıyla ünlenmesine yol açan böyle bir acımasızlığı, kardeş, yeğen ve oğullarından sonra Doğu Anadolu'da bir tahmine göre 40 bin göçebe ve köylüyü İran yanlısı oldukları gerekçesiyle kılıçtan geçirerek gösterdi. Bu katliamın dolaysız kurbanları kadar saldığı korku da, o zamana değin önemli Şii/Alevi kitlelerinin yaşadığı Anadolu'da nüfusun büyük bölümünün Sünni olmasında belirleyici rol oynadı. 1514 yazında ise I. Selim doğrudan Safevi Devleti'ne saldırdı; hem İran'ı imparatorluğuna katmayı, hem de dinsel sapkınlık (Rafızilik) tehlikesinin kökünü kazımayı umuyordu. Şah İsmail tarlalardaki ürünü yakıp kuyuları kullanılmaz hale getirerek iran'ın ortalarına çekiliyor, araziden beslenemeyen Osmanlıların kış bastırdığında üslerine dönmek zorunda kalacaklarını hesaplıyordu. Ama Safevilerin militan Kızılbaş yandaşlarının zorlamasıyla Osmanlıların Azerbaycan'a girmeden yollarını keserek çarpışmaya girdi. 23 Ağustos 1514'te, Fırat'ın doğu yakasındaki Çaldıran'da Safevilerin mızrak ve ok-yay ile donatılmış süvarisi Osmanlıların taktik ve silah üstünlüğü, özellikle yeni sahra topçusunun ateş gücü karşısında bozguna uğradı. Ama Azerbaycan işgal edildiği halde Osmanlı zaferi ne İran'ın fethine, ne de Safevi Devleti'nin çökmesine yol açtı. Üstelik ganimetin Avrupa'daki seferlere göre azlığı ve Bektaşi yeniçerileri hedef alan Safevi propagandası nedeniyle Osmanlı ordusunda hoşnutsuzluk baş gösterince, I. Selim çekilmeye karar verdi ve Safeviler direnmeyle karşılaşmaksızın Azerbaycan'ı geri aldılar. Çaldıran Savaşı'nın başlıca sonucu, Şah İsmail'in ve ardıllarının en az bir yüzyıl boyunca Osmanlılarla açık çatışmaya girmekten kaçınmaları oldu. Bu politika Safevi ordusunu ezilmekten korudu, ama I. Selim'in Doğu Anadolu'daki son bağımsız Türkmen hanedanlarını ortadan kaldırmasına (1515-17) ve çürüme halindeki Memluk Devleti karşısında stratejik üstünlük sağlamasına olanak verdi. Dolayısıyla Şah İsmail Çaldıran Savaşı sonrasında ordusunu toparlamaya çalışırken, I. Selim 1516-17 yazı ve kışını kapsayan tek bir seferle Memlukleri yıkıp geçti. Suriye'deki Mercidabık ve Kahire önlerindeki Ridaniye savaşlarında Memluk ordusu topçu desteğindeki disiplinli Osmanlı piyade ve atlılarına karşı koyamadı. Osmanlıların önemli mevki ve gelir vaatleri karşılığında taraf değiştiren çok sayıda yüksek Memluk görevlisinin desteğinin yanı sıra, Suriye ve Mısır'ın belli başlı kentlerinin Memluk egemenliğinin son yüzyılındaki anarşi ve terör karşısında Osmanlı düzen ve egemenliğini seçmeleri de fethi kolaylaştırıcı rol oynadı.
Safevilere indirdiği ağır darbeden sonra sol kanadından kaygı duymadan hemen Mısır üzerine yürüyen I. Selim, İran ve daha sonra fethedilecek Mezopotamya dışında eski İslam halifeliğinin bütün topraklarını alarak imparatorluğunu iki katına çıkardı. Bu kazanımlar Osmanlılar için çok önemliydi. Etkili bir yönetim altında Arap dünyasının İstanbul'a sağladığı yeni gelirlerle 15. yüzyıldan kalma mali sorunlar çözüme kavuşturuldu. İslamın kutsal kentlerinin ele geçirilmesi, Müslüman hükümdarlarının en önemlisi olarak sultanın konumunu pekiştirdi. Osmanlılar daha önce ancak dolaylı bilgilerinin olduğu yüksek İslam uygarlığının düşünsel, sanatsal ve yönetsel mirasıyla doğrudan ilişkiye girdi. Arap dünyasından İstanbul'a zamanın önde gelen Müslüman düşünür, zanaatçı, yönetici ve sanatçıları akmaya başladı. Bunlar Osmanlı toplum yaşamının her alanına girdiler ve imparatorluğu eskisini çok aşan boyutlarda geleneksel İslam devletine dönüştürdüler. Iran ve Maveraünnehir Arap dünyasından koparken, Anadolu ve Güneydoğu Avrupa ilk kez Ortadoğu ile eklemlendi ve Osmanlılar Avrupa'yla Uzakdoğu arasında uzanan eski ticaret yollarının Ortadoğu kavşağına yerleştiler. Oysa büyük coğrafi keşifler bağlamında Afrika'nın güneyindeki Ümit Burnunu dolaşarak Hindistan'a giden denizyolu açılalı beri, binlerce yıllık ipek ve Baharat yolları aynı önemi taşımaz olmuştu. Memluk Devleti'nin zayıflamasının başlıca nedenlerinden biri de, Hint Okyanusunda Portekizlilerin belirmesiydi. Osmanlılar bu Portekiz varlığına karşı koymaya çalışacak, ama Akdeniz ve Kızıldeniz yapısı kadırgalarıyla bunu başaramayacaklardı. İmparatorluk zenginlik ve kudretinin doruğuna yaklaşırken, dünya ekonomisinin merkezi geri dönülmez biçimde Atlas Okyanusuna kaymaya başlamıştı. Bu evrensel dinamiğin etkileri 17. ve 18. yüzyıllarda daha çok duyulacaktı.
Yavuz Sultan Selim'in son yılları İstanbul'da büyük zaferlerinin yarattığı gelir kaynaklarını ve itiban değerlendirip sultanın mutlak üstünlüğünü pekiştirmekle geçti.
Kanuni Sultan Süleyman dönemi (1520-66)
I. Selim'in attığı bu temeller, Avrupa'da Muhteşem lakabıyla tanınan oğlu I. Süleyman'ın (Kanuni) hükümdarlığı sırasında tam olarak evrilerek Osmanlı Devleti ve toplumunun "klasik" denen çehresini yarattı. Süleyman kendinden önce ya da sonra hiçbir sultana nasip olmayan bir konumda tahta çıktı. Rakipsizdi, önünde muhalefet yoktu; Türk soylularından geriye kalanlar kadar devşirmeler de temelde denetim altındaydı. Arap dünyasının fethi ek mali yükler getirmeksizin hazine gelirlerini bir kat artırmıştı. Süleyman önündeki bu fırsatlardan tam olarak yararlanamadıysa da, gerileme başlamadan önce saltanatı Osmanlı tarihinin altın çağına tanık oldu.İlk aşamada Avrupa'daki Osmanlı yayılmasının büyük savaş alanları Macaristan'a ve Akdenize kaydı. Bu arada önceki padi* şahlann karşısındaki zayıf düşmanların yerini güçlü Habsburg hanedanı almıştı; Habsburglar papanın Osmanlı tehlikesine karşı birlik çağrılarım destekliyordu.
I. Süleyman'ın Avrupa'daki başlıca müttefiki ise, Habsburgların kendi üzerindeki baskısını bu yolla azaltmaya çalışan Fransa kralı I. François'ydı. Kara savaşı Macaristan üzerinde düğümlendi ve üç aşamada gelişti. 1520-26 arasında Osmanlı saldırısının bütün ağırlığını iki imparatorluk arasında tampon oluşturan bağımsız Macar Krallığı yüklendi ve II. Lajos'un (hd 1516-26) zayıf önderliği, feodal parçalanma, soylular arasında Habsburg yönetimini kabul edip etmeme konusunda baş gösteren ayrılıklar, son olarak da Protestan Reform hareketinin getirdiği ulusal ve toplumsal bölünmeler güçlü bir savunmayı olanaksız kıldı. Sonuçta I. Süleyman, Ağustos 1521'de Belgrad'ı alarak Tuna'nın kuzeyine giden yolu açtı.
29 Ağustos 1526'da Osmanlı sahra topçusu Mohaç'ta Macar zırhlı şövalyelerinin büyük bölümünü iki saatte yok edince de birleşik ve bağımsız bir Macaristan için son umutlar II. Lajos ile birlikte savaş meydanında kaldı.
Osmanlı-Habsburg ilişkilerinin ikinci dönemi (1526-41)
Transilvanya'nın Habsburg düşmanı prensi Janos Zapolya'nın (hd 1526-40) sultanın metbuluğuna girmesi karşılığında, Macaristan'a yerli yönetime ve askeri sisteme karışmayan bir özerklik verilmesiyle belirlendi. İmparator V. Karl'ın (Şarlken; hd 1519-56) kardeşi Habsburg prensi I. Ferdinand, Macar soylularının Habsburglardan yardım isteyen kesiminin desteğiyle Macaristan'ın kuzey bölümünü işgal etti ve fiilen Avusturya'ya kattı; 1527-28'de ise ülkenin kalanını fethetmeye girişti. Buna karşı I. Süleyman Anadolu'dan döndü; Habsburgları bütün Macaristan'dan çıkardı ve I. Viyana Kuşatması'nı gerçekleştirdi (1529). Belli başlı üslerinden bu kadar uzakta, bu kadar büyük bir ordunun ikmal zorlukları nedeniyle 1514'teki Azerbaycan deneyiminden sonra, bu deneme de başarısızlığa uğradı. Bu da Osmanlılann, zamanın ulaşım teknolojisi ve yaz aylarıyla sefer mevsimi temelinde İstanbul merkez alındığında, ordunun etki alanının en uç noktalarına geldiğinin önemli bir işareti oldu. Viyana da Müslüman ilerleyişine karşı Avrupa'nın yeni ileri karakolu ve savunma mevzii haline geldi. Viyana Kuşatması Osmanlılara önemli yararlar da sağladı; Macaristan üzerindeki egemenliklerini pekiştirdiği gibi I. Ferdinand'ı uzunca bir süre Zapolya'yı tehdit edemez duruma düşürdü. Kuşatma öbür Avrupa devletlerini korkutarak Katoliklerle Protestanlar arasında barışa (1532) yol açtıysa da bu etki kısa sürdü ve I. Ferdinand kendisine yardım vaat eden bağımsız Alman prensleriyle Avrupa hükümdarlarının desteğinden bir türlü emin olamadı. V. Karl bile Osmanlılardan çok Reform ve Fransa sorunlarıyla ilgileniyordu. Dolayısıyla I. Süleyman ikinci Avusturya seferine çıktığında (1532) imparatorluk ordusunu meydan savaşına çekemedi ve Habsburg topraklarının geniş kesimlerini yakıp yıkmakla yetinmek zorunda kaldı.1533 barışıyla I. Ferdinand Orta Macaristan üzerindeki iddiasından vazgeçti ve Zapolya'nın Osmanlı vasalı olarak yönetimini, I. Süleyman da yıllık haraç karşılığında Kuzey Macaristan'da I. Ferdinand'ın egemenliğini tanıdı. Bu düzenleme, Zapolya' nın ölürken (1540) sultanla arasındaki anlaşmayı bozarak topraklarını Ferdinand'a bırakmasına değin sürdü. Ferdinand bu vasiyeti zorla yürürlüğe koymaya kalktığında I. Süleyman, Zapolya'nın yeni doğmuş oğlu Janos Zsigmond'un haklarını korumak bahanesiyle Macaristan'ı işgal ve doğrudan ilhak etti (Ağustos 1541). Böylece Osmanlı-Habsburg ilişkilerinde, iki büyük devletin dolaysız karşı karşıya geldiği ve neredeyse kesintisiz sınır çatışmaları içinde olduğu, ama her iki tarafın da başka uğraşıları nedeniyle açık savaş durumlarının uzun sürmediği, üçüncü ve son dönem başladı.
Bazı Batılı tarihçiler Fransa kralı I. François'yı (hd 1515-47), üzerindeki Habsburg baskısını hafifletmek için Osmanlıları Orta Avrupa'ya saldırmaya özendirmekle suçlamışlardır. Ama Osmanlı ilerleyişi, Fransız diplomasisinden çok, I. Süleyman'ın bir olasılıkla Orta Avrupa pazarlarını ele geçirme arzusundan, bir an önce Habsburgların Macarlar ve Safevilerle ittifak yapmasını önlemeye çalışmasından ve bu arada Katolik-Protestan bölünmesini fırsat bilmesinden kaynaklanıyordu (bu dönemde Protestanlar da en az I. François kadar Osmanlıların iyiliğini ister bir tutum içindeydi). Fransa kralını ise sultan, öncelikle ticari ayrıcalıklar peşinde koşan biri olarak görüyordu. Bu ayrıcalıklar François'ya 1536 kapitülasyonlarıyla tanındı. Anlaşmaya göre Fransız uyruklular imparatorluk topraklarında seyahat ve ticaret özgürlüğüne sahip olacaklar, başka devletlerin uyrukları aynı haklardan yararlanmak isterse gerekli izni almak için Fransız himayesine girmeleri koşulu aranacaktı. Fransa'nın ye öbür ülkelerin Osmanlı sınırları içindeki tüccar ve gezginlerinin aralarındaki davalara Fransız mahkemeleri, Fransız yasaları uyarınca bakacaktı. Doğu Akdeniz'de günümüze değin gelen Fransız (Levanten) varlığı ve üstünlüğünün temelleri böylece atılmıştı. Kapitülasyonlar daha sonra Osmanlılarla öbür Avrupa devletleri arasında imzalanan ticaret anlaşmalarına da örnek oluşturdu ve bu yolla sağlanan ayrıcalıklar, imparatorluk ticaretini ele geçirip yerli bir tüccar sınıfının yükselişini önlemek için kullanıldı.
Osmanlılar ile Habsburgların kımıldanamaz duruma gelmeleri çatışmanın zaman zaman karadan denize kaymasına ve Osmanlı deniz gücünün kendini kanıtlamasına yol açtı. Venedik donanmasının zayıflaması V. Karl'ı, büyük Cenovalı amiral Andrea Doria'yı hizmetine alıp bütün Cenova filosunun da desteğini sağlayarak Akdeniz'in tamamında egemenlik kurma denemesine itti. I. Süleyman buna Saint Jean Şövalyeleri'ni (Hospitalier tarikatı) Rodos'tan kovalayarak (1522) karşılık verdiğinde, V. Karl da şövalyeleri Malta'ya yerleştirdi (1530) ve Tunus'u aldı (1535). I. Süleyman Anadolu'yla uğraşırken Doria bir dizi Mora limanını ele geçirdi ve Osmanlı kıyılarına saldırarak İstanbul'la İskenderiye arasındaki deniz ulaşımını büyük ölçüde aksattı. Bunun üzerine I. Süleyman, Batı Akdeniz'de önemli bir korsan filosu kurup Cezayir'i ve öbür Kuzey Afrika limanlarını fetheden Barbaros Hayreddin Paşa'yı 1533'te kaptanıderya yaptı. Osmanlılar Cezayir'i imparatorluklarına kattılar, ama donanmayı beslemek üzere kaptan paşaya ayrılmış özel eyalet statüsünde tuttular. Cezayir'i Habsburg saldırılarına karşı savunmak için buraya Osmanlı kara birliklerinin gönderilmesi, Barbaros'un sultanın hizmetine girmeyi kabul etmesinde önemli rol oynadı. Barbaros Hayreddin Paşa kısa zamanda Habsburglarla boy ölçüşecek güçte bir donanma inşa ettirdi ve 1537'de İtalya'nın güneyine büyük bir saldırı düzenledi. Fransızlar da söz verdikleri gibi kuzeyden harekete geçtiğinde, İtalya kısa zamanda istila edilebilecekti. Ama Müslümanlarla ittifakının Avrupa'da uyandırabileceği tepkilerden çekinen Fransa sözünü tutmadığından tasarı gerçekleşmedi. Doria'nın Osmanlılara karşı örgütlediği birleşik Avrupa filosu ise 25-28 Eylül 1538'de Arnavutluk kıyılarındaki Preveze önünde Barbaros Hayreddin Paşa tarafından bozguna uğratıldı. Bunun üzerine Venedik Ege, Mora ve Dalmaçya'daki son mevzilerini terk edip 30 yıl boyunca Doğu Akdeniz'de Osmanlı egemenliğine boyun eğmek zorunda kaldı.
1541'den sonra doğudaki sorunların artan ağırlığı yüzünden I. Süleyman Avrupa'daki emellerini gerçekleştiremedi. Doğu Anadolu'daki Safevi yandaşlarını ve propagandacılarını bir kez daha amansızca ezdikten sonra Maveraünnehir'deki Özbek Devleti'ni de İran'a doğudan saldırttı. Şah İsmail'in ölümü ve oğlu I. Tahmasb'ın (hd 1524-76) çok küçük yaşta tahta çıkarılmasının ardından İran kargaşa içine girmişti, ama I. Süleyman ancak Avrupa cephesindeki kısa durgunluklar sırasında bundan yararlanabildi. 1534-35, 1548-50 ve 1554 yıllarında İran'ın kuzeybatısına üç büyük sefer düzenleyerek Kafkasya'nın güney kesimlerinde, Azerbaycan'da ve Irak'ta Safevi topraklarını ele geçirdiyse de, İran ordusunu kıstırıp yenemedi. Üstelik her seferinde, ikmal sorunları yüzünden kış aylarında Anadolu' ya çekilerek fetihlerini gözden çıkardı. Sonunda düşmanlarını kesin sonuç alınacak bir meydan savaşına çekme umudunu yitirerek Amasya Antlaşması'nı (29 Mayıs 1555) imzaladı; Irak ve Doğu Anadolu'yu elde tutarken Azerbaycan ve Kafkasya üzerindeki hak iddialarından vazgeçmeye, ayrıca İranlı Şii hacıların gerek Mekke ve Medine' yi, gerekse Irak'taki kutsal yerleri ve Kerbela'yı ziyaret etmelerine izin vermeye razı oldu. Böylece Orta Avrupa'da Osmanlı fetihlerini sınırlamış olan coğrafya koşulları, doğuda da Azerbaycan'ın batısını Osmanlı yayılmasının uç noktası olarak belirledi ve Safevi tehlikesinin ortadan kalkmasını engelledi. Ortadoğu'daki topraklarından geçen eski ticaret yollarını canlandırmada ise I. Süleyman bazı geçici başarılar kazandı. Safevilerin Basra Körfezindeki limanlarından destek gören Portekiz filosunu dengelemek amacıyla 1517'de Süveyş'te ve Irak'ı aldıktan hemen sonra 1538'de Basra'da büyük deniz üsleri kurdurdu; buralardaki garnizonlar ile filolar aracılığıyla Portekiz saldırılarına karşı koymakla yetinmeyip Hint Okyanusunda zaman zaman açık deniz savaşlarına da girişti. Sonuçta eski ticaret yolu 16. yüzyılda önceki yük hacminin bir bölümüne yeniden kavuştu. Ama Portekizliler kendi tekellerindeki denizyolunda, Osmanlı topraklarından geçen malların karşılaştığı iç gümrüklerden kaçınabildiklerinden, Doğu'da mal alırken daha yüksek fiyat ödeyip Avrupa'da daha ucuza satabiliyorlardı. Dolayısıyla İpek ve Baharat yolları tam olarak canlanamadı. Gene de geleneksel ticaret yolları ancak Ümit Burnu yolu Portekizlilerden çok daha güçlü İngiltere ve Hollanda donanmalarının eline geçtikten sonra kesin olarak sönmeye yüz tuttu. Klasik Dönemde Osmanlı toplumu ve yönetimi. İki yüz yıldır Osmanlı topraklarında evrilmekte olan toplumsal ilişkiler ve yönetsel kurumlar klasik biçim ve kalıplanna 16. yüzyılda ulaştı.
Yükselme döneminde Osmanlı toplum yapısı
Osmanlı toplumunun temel bölünmesi, genel adı "askeri" olan küçük bir egemen sınıf ile reaya denen büyük teba kitlesi arasındaydı. Hemen bütün ortaçağ düzenlerinde olduğu gibi, silah taşıma, orduyu oluşturma, tımar alma ve toprak gelirlerini toplama yetkileri yalnızca askerlerin kalıtsal ayncalığıydı; reaya kategorisinin ezici çoğunluğunu ve asıl kitlesini oluşturan köylüler ise, toprağa bağhlıklan aynı derecede kalıtsal, sürekli kiracı konumundaydılar. Üzerinde yaşadıkta ve işledikleri, üç yıl üst üste boş bırakamadıklan küçük çiftin çeşitli vergi ve resimlerini, parçası olduklan tımar, zeamet ya da hasın sahib-i arzına düzenli biçimde ödemekle yükümlüydüler; kendileri tımar alamaz, silah kuşanamazlardı. "Sipahi oğlu sipahi"lerin irili ufaklı dirlik sahipleri sınıfını, "raiyyet oğlu raiyyet"lerin ise toprağa bağlı köylü sınıfını oluşturmala-n. kuraldı. Bununla birlikte Osmanlı egemen sınıfı ideolojik düzlemde 1) sultana ve devletine sadakat; 2) İslam dini ve ibadeti ile içerdiği düşünce ve eylem sistemini benimseyip uygulama; 3) Osmanlılığın tanımı sayılan karmaşık dil, gelenek ve davranış biçimlerine eksiksiz uyma ölçütleriyle belirlendiğinden, bu özellikleri edinebilen reaya ilke olarak sınıf atlayabilirdi. Osmanlı egemen sınıfının bütün üyeleri II. Mehmed'den sonra ister dar anlamda devşirme, ister Türk soylusu kökenli olsunlar ancak kapıkulluğunu, yani sultanın kulu olmayı benimseyerek, efendilerinin toplumsal konumunu paylaştıklarım tescil ettirebi-liyorlardı. Yani hem bir egemen sınıftılar, hem de birer kul olarak canları, şahıslan, mal ve mülkleri sultanın keyfine bağlıydı. Temel işlevleri devletin İslami niteliğini sürdürmek ve imparatorluğu yönetip savunmaktı. Osmanlı devlet anlayışına göre sultanın egemenliğinin başlıca özelliği, hem imparatorluğun bütün zenginlik kaynaklannı sahiplenme hakkını ve hem de bu kaynakla-n işletme yetkisini içermesiydi. Bu zenginlikleri devlet ve sultan yaranna geliştirmek, korumak ve değerlerdirmek egemen sınıfın başlıca göreviydi. Reaya ise, toprağı işleyerek ya da zanaat ve ticaretle uğraşarak ve elde ettiği gelirin bir bölümünü vergi biçiminde egemen sınıfa aktararak bu zenginlikleri üretmeyi üstlenen sınıftı. Nizam-ı alemde herkes yerini ve haddini bilmeliydi. Ortaçağda Batı'da benimsenen "savaşan (pugnatores), dua eden (oratores) ve çalışan (laboratores) üç sınıf" kuramına Osmanlılarda böyle bir dünya görüşü denk düşüyordu.Bu ideolojik kurgulamanın ve hukuk kurallarının ötesinde Osmanlı egemen sınıfı dört işlevsel kuruma ayrılmıştı. Başında bizzat sultanın bulunduğu mülkiye öbür kurumları ve Osmanlı sisteminin bütününü yönetiyordu. Seyfiye (Arapçada "kılıç ehli"), imparatorluğu genişletmekten, güvenliği korumaktan sorumlu, dar anlamda askeri kurumdu. Hazine-i Âmire biçiminde örgütlenen kalemiye, imparatorluk gelirlerinin toplanması ye harcanmasına bakıyordu. Ulemayı yani din bilimlerine vakıf bütün Osmanlıları kapsayan ilmiye ise, İslamı yaymak ve örgütlemek, şeriatı savunmak ve uygulamak, mahkemelerde yorumlamak, cami ve mekteplerde öğretmek ve incelenip yorumlanmasını gözetmekle uğraşıyordu. Yaşamın egemen sınıf örgütlenmesinin dışında kalan alanlarında, yönetilen sınıf üyeleri diledikleri gibi örgütlenebilirdi. İslam toplumunda bu örgütlenmeleri büyük ölçüde din ve meslek ayrımları belirtiyordu. Yönetilen sınıf içindeki her belli başlı inanç grubu millet denen görece özerk bir cemaat oluşturuyordu. Bunlann her biri kendi yasaları ve iç yapısıyla yaşıyor, başındaki dinsel önder üyelerinin görev ve sorumluluklarını yerine getirmelerinden, özellikle vergilerini ödemelerinden ve güvenlik işlerinden sultana karşı sorumlu oluyordu. Her millet ayrıca evlenme, boşanma, ölüm ve doğum, sağlık, eğitim, iç güvenlik ve adalet gibi konularda Osmanlı Devleti'nin üstlenmediği pek çok toplumsal ve yönetsel işlevi yerine getiriyordu. Osmanlı toplumunun bütününde olduğu gibi milletler içinde de belli bir toplumsal hareketlilik vardı. İnsanlar yeteneklerine ve şanslarına bağlı olarak cemaat içinde daha üst ya da alt konumlara gelebilir, din değiştirmek isterlerse bir milletten öbürüne geçebilirlerdi. Ama milletlerin hepsi içlerinden çıkan dönmelere düşmanca davrandığından toplumsal uyumu ve banşı koruma kaygısı içindeki devlet de böyle yatay geçişleri iyi karşılamıyordu. Millet sistemi 500 yıl boyunca imparatorluğun çeşitli halklarını birbirinden olabildiğince ayrı tutarak olası sürtüşmeleri en aza indirmede başanlı oldu. Ama Osmanlı toplumunun gerek egemen sınıfı, gerekse yönetilenleri birbirinden ayırmak kadar ilişki-lendirmeye ve birleştirmeye yarayan bağ dokuları da vardı. Sultana sadakat ideolojisi sistemin çok önemli bir harcıydı. Bu soyut kavramın ötesinde, zanaat loncaları ve tarikatlar da çeşitli gruplar arasında ilişki ve işbirliği ortamı sağlayarak birleştirici rol oynuyorlardı.
Osmanlı egemen sınıfı içinde en önemli örgütsel birim mukataaydı. Mukataa egemen sınıftan birinin son çözümlemede hepsi sultanın sayılan gelir kaynaklarından bir bölümünü "kesmesi" ve sultanın belirlediği amaçlar çerçevesinde o kaynağı işletmeye yeterli yetkilerle donatılması demekti. Mukataa genel kategorisinin en yaygın türü olan tımar. Batı Avrupa feodalizminin fief lerinden çok daha merkeziyetçi bir dağıtım sistemine dayanıyor ve gene onlardan farklı olarak bir çeşit bireysel sözleşmeye dayalı karşılıklı hak ve yükümlülükleri içeriyordu. Devlete borçlu olduğu (askeri) hizmetler karşılığında tımar sahibi kendisine tahsis edilen gelir kaynağının tümünü alıyordu; bu gelirin harcamalarından artakalanı dilediği gibi biriktirebilir, yatırabilir, tımar gelirinden ayrı olan kişisel servetini artırmak için kullanabilirdi. (Bu, küçük sipahi tımarlan için uygulamada pek gerçekleşemediğinden sipahiler asıl yükselme ve zenginleşme umutlarını yeni savaşlara bağlıyorlardı. Sipahi tımarlarını küçük, sefere çıkma arzusunu yüksek tutmak da devlet politikasıy-dı.) Askeri ve yönetsel görevlerin büyük çoğunluğunun nakit maaş yerine tımar verilerek ödüllendirilmesi' hazineyi, son derece dağınık bir küçük köylü üretimi temelinden ayni vergileri toplayıp paraya çevirerek maaş biçiminde dağıtmak derdinden kurtarıyordu. 14. ve 15. yüzyıllarda Osmanlıların Avrupa'nın güneydoğusunda fethettiği toprakların neredeyse tamamı komutan ve askerlere tımar olarak verilmişti. Ayrıca, merkezi yönetimin üst yetkililerine de bazen, hazinece ödenen maaşlarına ek olarak tımar veriliyordu.
Mukataanın ikinci önemli biçimi emanetti ve emanet alan kişilere emin denirdi. Tımar sahibinden farklı olarak emin, emanet aldığı kaynakların gelirinin tümünü hazineye devreder, buna karşılık maaş alırdı. Böylece emanetine giren gelir kaynaklarını yönetmenin dışında bir hizmet yerine getirmezdi. Çağdaş devlet memurlarına en çok benzeyen Osmanlı görevlisi tipi olan emin, aynı zamanda en az rastlanandı; eminler daha çok, merkezi yönetimin hemen yakınında ve sıkı denetimi altında olan gümrükler ile pazar ve hallerde vergi ve resim topluyordu.
Emanet ile tımar arasında yer alan bir üçüncü mukataa türü iltizamdı; iltizam alan kişilere de mültezim denirdi. Mültezim, iltizamına giren kaynaklardan topladığı gelirin bir bölümünü hazineye ödüyor, kalanını alıkoyuyordu. Uygulamada hazinenin hakkını peşin ve nakit olarak ödüyor, bundan sonraki gelir toplama etkinliğiyle, hem cebinden verdiği ilk iltizam bedelini, hem de (olacaksa) kendi kar payını çıkarıyordu. Hükümetin yeniçerilere maaş (ulufe) ödeme ve giderek debdebesi artan bir sarayın giderlerini karşılama gereksinimi, devletin derinleşmesi ve ağırlaşması sürecine paralel olarak keskinleşti. Bu dönemde fethedilen Anadolu ve Arap eyaletlerinde, 15-16. yüzyıllarda bile iltizam usulü yaygındı, çünkü peşin alınan iltizam bedelleri hazineye acil nakit sağlıyordu. Tımarlı sipahilerin önemi çeşitli teknolojik ve ekonomik gelişmeler sonucu azaldıkça, tımarların geri alınıp miri arazinin daha çok iltizam biçiminde dağıtılması da hızlandı.
Osmanlı toplumunda hukuki örgütlenme ve etkinlikler şeriat ve örfi kanunlardan oluşan ikili bir yapı üzerine kuruluydu. Bütün Müslüman cemaatleri gibi Osmanlı toplumunun da en önemli hukuki temeli sayılan şeriat, müminlerin yaşamının her alanını kapsadığının var sayılmasına karşın, gerçekte yalnız kişisel davranış türlerinde ayrıntılı hükümler getiriyordu. Kamu hukuku, devlet örgütlenmesi ve yönetimi konularında ise gelişkin değildi. İçerdiği genel ilkeler, somut sorunlarda dindışı yetkililerin yorum ve düzenlemelerine olanak tanıyordu. Osmanlı Devleti'nin İslam bilgin ve hukukçulan, şeriatla açıkça çelişmediği sürece sultanın kanun koyma hakkını kabul ettiler. Dolayısıyla, Hıristiyan ve Yahudi milletlerinin kendi dinsel yasalarına bağlı olmaları gibi, şeriat da İslam milleti üyelerinin kişisel davranış ve konumlarıyla ilgili konularda düzenleme yapıyordu. Sultan da zamanın gerekleri uyannca Osmanlı kurumlan ve uygulamalannda yasal değişiklik yapmak açısından görece serbest kalıyordu. Bu, imparatorluğun uzun ömürlülüğüne önemli ölçüde katkıda bulundu. Bununla birlikte, Osmanlı egemen sınıfı ve devletinin kapsadığı alanın sınırlılığı, buna karşılık dinsel cemaatlere, loncalara, mukataa sahiplerine bırakılan yetki ve görevlerin genişliği göz önünde bulundurulursa, uygulamada sultanlar sanıldığı kadar otokratik değildi. Önceki yüzyıllarda iktidan hep ademi-merkezileştiren geleneksel özerklikler, ancak 19. yüzyılda, Batı'yı örnek alarak çağdaş bir merkeziyetçiliği kurmaya yönelik reform girişimleriyle sona erdi.