İmparatorluğun son yüzyılı (1807-1920).
1808 sonlarında Osmanlıların durumu ümitsiz görünüyordu. Merkezi otorite çok zayıflamış, saray o yıl bir yönüyle merkezin gücünü taşra güçlerine kabul ettiren, ama öbür yönüyle de ayanın haklarını tanımlayan ve güvence altına alan Sened-i İttifak'ı imzalamak zorunda kalmıştı. Kuzey Afrika çoktan denetimden çıkmıştı. Mısır'da Kavalalı Mehmed Ali Paşa bağımsız bir yönetimin temellerini atıyordu. Irak'ta Memluk kökenli paşalar, Suriye'de çeşitli yerel valiler Babıali'ye yalnızca göstermelik bir bağlılık içindeydi. Bütün Anadolu'da merkez yalnız iki eyalete hükmedebiliyordu; Rumeli eyaletlerinde ise iktidar, Arnavutluk'un güney kesimine egemen olan Tepedelenli Ali Paşa ve ölünceye değin (1807) Bulgaristan'ın kuzeyine hükmeden Pazvandoğlu Osman gibi derebeylerinin elindeydi. Sırbistan 1804'ten beri Karayorgi'nin önderliğinde başkaldırmış durumdaydı; başlangıçta yerel yeniçeri garnizonlarının şiddet eylemlerine dayanamayarak ayaklanan Sırplar daha sonra özerklik talep etmiş, 1807'de de Rusya'yla ittifak kurmuşlardı. Dış tehditler de en az iç koşullar kadar ciddiydi. Sultan Üçüncü Selim'in Rusya'ya kaptırılan toprakları Fransızların desteğiyle geri almaya kalkışması yüzünden hem Kasım 1806'da Balkan prensliklerini istila eden Rusya'yla, hem de Şubat 1807'de donanmasıyla Çanakkale'yi ele geçirme girişiminde bulunup bir ay sonra Mısır'a giren İngiltere'yle savaşa tutu-şulmuştu. NapolĞon ise Tilsit (7 Temmuz 1807) ve Erfurt (12 Ekim 1808) antlaşmalarıyla Çarlığı rahatlatmış ve Balkanlardaki işgalini onaylamıştı.Sultan İkinci Mahmud dönemi (1808-39).
Böyle derin bir askeri ve siyasal bunalım karşısında II. Mahmud önce düşmanlarının sayısını azaltmaya girişti: Fransız Devrim ve Napoleon Savaşlan'nın (1800-15) sürmesinden yararlanarak 5 Ocak 1809'da Çanakkale'de İngiltere'yle, 28 Mayıs 1812'de de Bükreş'te Rusya'yla barış yaptı ve Besarabya'nın büyük bölümünün Rusya'da kalmasına karşılık Romanya prenslikleri üzerinde yeniden denetim sağladı. II. Mahmud bundan sonra iç reformlara yönelebildi. Temel sorun, gerek büyük Avrupa devletlerinin sürekli aşındırmalarına, gerekse yerel ailelerin merkezkaç eğilimlerine karşı Osmanlı Devleti'ni ayakta tutabilecek güçte bir modern ordunun kurulmasıydı. III. Mahmud bu konuda III. Selim'den usta bir taktisyen olduğunu gösterdi. Ulemanın üst kademelerinin desteğini aldı; yeniçerileri adım adım loncalardan ve İstanbul halkından tecrit etti. Yeniçeri ağaları arasında bile bazı yandaşlar edindi. İdeolojik bakımdan en önemlisi, önerilerini, "gavur" icatlarına dayanarak geçmişten bütünüyle kopma hamlesi olarak değil, Osmanlı altın çağının askeri sisteminin yeniden canlandırılması biçiminde sundu. Bağlılığından emin olduğu birlikleri de uygun mevzilere yerleştirdikten sonra 1826 ilkbaharında kapsamlı askeri reform taşanlarını açıkladı. 15 Haziran'da İstanbul'da yeniçerilerin başlattığı ayaklanmayı şeyhülislamdan fetva alarak ve Sancak-ı Şerifi de açtırarak büyük bir katliamla ezdi ve Yeniçeri Ocağı'nı lağvetti. Sonraki Osmanlı tarihçilerinin Vaka-i Hayriye diye andığı bu hamlenin ardından 1831'de tımar sisteminin ilgasıyla eski ordunun yıkımı tamamlandı. Var olan dirlikler devlet denetimine alındı. Avrupa orduları gibi giyinen, donatılan ve (Almanya'nın gelecekteki genelkurmay başkanı Helmuth von Moltke'nin de aralarında bulunduğu) bir dizi Batılı danışmanın gözetiminde eğitilen Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni ordu sultana önceki ordulardan çok daha sadıktı. Bu niteliğiyle hem siyasal merkezileşmenin aracı, hem de modernleşmenin itici gücü rolünü oynadı. Büyük devletlerle baş edebilme yansı içinde orduyu donatma ve besleme, subay ve uzmanlarını yetiştirme çabası sonunda devletin başka kurumlarında da reformu gerekli kıldı. Yükseköğretimde modernleşme subay, askeri hekim ve veterinerlerin eğitimiyle başladı; ordu için etkili bir maaş sisteminin kurulması vergi reformunu gerektirdi; siyasal, ekonomik ve toplumsal kararların önemli bir bölümünün yerel örgütlere bırakıldığı eski. yönetim usulünün yerini, bütün kararların devlette merkezileşmesi aldı.II. Mahmud rakip iktidar odaklarını kısıtlayarak işe başladı. Yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra ulemanın ve tarikatların nüfuzunu aşındırmaya girişti. 1826'da, vakıfların bağımsızlığını yok etmeye yönelik yeni Evkaf Nezareti'ni kurdu. Yeni yollar yaptırdı ve 1834'te modern posta hizmetlerini devreye soktu. Merkezi yönetim baştan örgütlendi. Yasaların hazırlanmasıyla adli konularda görevli çeşitli meclisler oluşturuldu. Sadrazamın aşırı güçlü ve sorumlu olduğu eski sistemde ortaya çıkan tıkanmaları aşmak için Avrupa tipi nezaretler (bakanlıklar) kuruldu ye "Kabine Usulü"ne doğru ilk adım atıldı. Öldüklerinde servetlerinin müsaderesi usulü kaldırılarak bürokratlara daha fazla güvence verildi. Genel olarak mülkiyet hakkı ile uyrukların din farkı gözetilmeksizin yasa önünde eşitliği yolundaki ilk girişimler de bu dönemde gerçekleşti. Tercüme Odası'nın kurulması ve dış elçiliklerin yeniden açılması, yabancı dil öğrenme ve Batı düşüncesiyle tanışma olanaklarını artırdı. Sultan yenilenen ordu ve yönetim aygıtı aracılığıyla egemenliğini yanbağımsız valilere, yerel ailelere, dere-beylenne ye ayana yeniden kabul ettirmeye koyuldu. İlk adımlar 1812'den hemen sonra Sırp Ayaklanması'nm geçici olarak bastırılması (1813), Anadolu'nun, Irak'ın ve Rumeli'nin büyük bölümünün sıkı hükümet denetimine geçirilmesiyle atıldı.. Babıali'ye karşı bağımsızlığını pekiştirmede direnebilen tek yerel yönetici, Mısır'da daha da radikal bir modernleşme programını yürürlüğe koyan Kavalalı Mehmed Ali Paşa oldu. Mısır ordusu 1831'de Suriye'ye girdi; 27 Aralık 1832'de Osmanlı kuvvetlerini Konya'da bozguna uğrattı ve İstanbul'u tehdit etmeye başladı. Rusya'dan yardım istemek zorunda kalan II. Mahmud, Hünkar İskelesi Antlaşması'yla (8 Temmuz 1833) Suriye'yi geçici olarak Mehmed Ali'ye bıraktıysa da, buradaki hak iddialarından vazgeçmedi. Fransa'nın Mısır'a yardım etmesi üzerine İngiltere'yi kendi tarafına çekmek için 1838 Baltalimanı Antlaşması'y-la imparatorluğun iç pazarını yabancı malların istilasına açtı. Avrupa'nın askeri-siyasal üstünlüğünün artık yapısal bir bağımlılığa dönüşmesi yolunu açan bu büyük ödüne karşın, Osmanlılar 1839'da Mısır ordusuna saldırdıklarında bir kez daha yenildiler (24 Haziran 1839). Fransa dışındaki büyük devletlerin müdahalesiyle imzalanan Londra Antlaşması (15 Temmuz 1840) uyarınca Suriye'yi geri aldılarsa da Mısır'da Kavalalı sülalesinin egemenliği tanındı (1841).
Osmanlılar Rumeli'de, özellikle de Yunanistan, Sırbistan ve Eflak-Boğdan'da merkezi denetimi sağlama girişimlerinde de başarısızlıkla karşılaştılar. Bunun birçok nedeni vardı. Balkan Hıristiyanları arasında kapitalistleşme ve yeni sınıfların oluşumu açısından, imparatorluğun genelinde ve Türk toplumunda olduğundan daha hızlı bir süreç yaşanıyordu. Millet örgütlenmesinin özerkliği, yüzyıllar boyu dinsel-kültürel değerleri koruyup taşımış olan kiliselerin önderliğinde uluslaşma uyanışlarına olanak veriyordu. Bu hareketler kendi nüfuz alanlarını genişletme peşinde koşan büyük devletler arasında uygun müttefikler buluyordu. Fransız Devrim ve Napoleon Savaşla-rı'nın yol açtığı ekonomik zenginlik temelinde bir ulusal burjuvazinin uç verişi, Batı düşüncesinin etkisi ve Osmanlı merkezileşmesine tepkiler bir araya gelerek Mora Ayaklanması'nı yarattı. Mücadelenin iki kaynağı yardı: Köylülerin ve yerel çetelerin direnişi Aleksandr İpsilanti Bey önderliğinde Filiki Etarya'da (Philikf He-taireıa) örgütlenen aydınların etkinliği. Mart 1821'de Moldavya'yı istilaya girişen İpsilanti yenildiyse de, bu kez Mora'da büyük bir ayaklanma başladı. 182S'te, henüz yollarının ayrılmadığı Mısır birlikleriyle desteklenen Osmanlılar bu hareketi de bastırmanın eşiğine geldiler. Ama birleşik Osmanlı-Mısır filosunun 20 Ekim 1827'de Navarin'de Rus, Fransız ve İngiliz donan-malannca yakılması ve böylece kara ordularının ikmal hatlarının kopması üzerine 1829'da Yunanistan'mn özerkliğini, 1832'de de bağımsızlığını tanımak zorunda kaldılar. Sırbistan ve Romanya prensliklerini (Eflak-Boğdan) denetim altına alma girişimleriyse Rusya engeliyle karşılaştı. 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı'nı izleyen Edirne Antlaşması'yla (14 Eylül 1829) Tuna'nın ağzını ve Doğu Anadolu'daki bazı topraklan Rusya'ya bıraktıkları gibi, Eflak-Boğdan ile Sırbistan'a yeni ayrıcalıklar tanıdılar. 1833'te bütün Sırbistan özerklik kazandı.
II. Mahmud, Mehmed Ali Paşa'yla mücadelesi henüz sürerken,öldüğünde (1 Temmuz 1839) Osmanlı İmparatorluğu biraz daha küçülmüştü; gerçi askeri ve siyasal gücü daha düzenli bir hal almış ve merkezileşmişti, ama Avrupa'nın kültürel, ekonomik ve siyasal etkisi de çok artmıştı.
Tanzimat dönemi (1839-76). II. Mahmud'un oğullan Abdülmecid (hd 1839-61) ve Abdülaziz'in (hd 1861-76) saltanatla-nnda girişilen daha kapsamlı reformlar dizisinin bütünü Tanzimat adıyla anılır. 3 Kasım 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Tanzimat Fermanı) ile 18 Şubat 1856 tarihli Islahat Fermanı bu reform belgelerinin en önemlileridir. 1839 Gülhane Hatt-ı Hünıayunu'yla ilan edilen Tanzimat bazı Batılı yazarlarca kritik anlarda Avrupa'nın diplomatik desteğini sağlamaya yönelik bir manevra olarak görülmüştür. Bu yorum çeşitli olgulara dayandırılır. Bunlardan biri Hıristiyan uyruklara eşitlik vaadinin bir türlü tam gerçekleşmemesi, örneğin eskiden ödedikleri cizye kaldırıldığında yerini hemen daha ağır başka vergilerin alması ve ordudan dışlanmalarının sürmesiydi. Ayrıca 1839 fermanı Mısır bunalımına, 1856 fermanı da Kırım Savaşı (1853-56) sonrasındaki Avrupa diplomasisine kabul edilme girişimine denk düştü. Öncelikle Osmanlı Hıristiyanlarının durumuyla ilgilenen bu Avru-pa-merkezli yargı, Osmanlılar açısından reformların asıl amacının devleti ayakta tutmak olduğunun kavranılmamasından kaynaklanıyordu. Oysa Sanayi Devrimi'ni başarmış, sermaye birikimini çok geniş temellere dayandırmış Batı ile bütün önceki çabalarına karşın gitgide daha geri ve zayıf bir konumda kalan Osmanlı Devleti'ndeki egemen sınıfın reformcu kesimi artık Batı' nın ideolojik ve kültürel hegemonyası altına girmişti. Bu durumda feodal tutuculuğun alternatifi ilk ağızda Avrupa'nın kapitalist kurumlarının taklidi biçiminde belirmişti. Sosyoekonomik düzeyin yeni üstyapılarının giderini kaldırmaya ve bu üstyapıları gerektiği gibi yönetecek bir modern burjuva sınıfını yaratmaya henüz hazır olmaması iki yanlı bir gelişmeye yol açacaktı. Bunun bir yanını otoriter modernleşme yoluyla toptan yıkım ye sömürgeleşmenin önlenmesi; öbür yanını ise dış ticaret açıklarının dış borçlanmaya dönüşmesi, dış borçların birikip iflasa yol açması, bunun da daha ağır siyasal bağımlılıkları beraberinde getirmesiyle bir yarı-sömürgeleşme sürecinin yerleşmesi oluşturdu. Bununla birlikte yukandan aşağı yapılan reformlar devlet bağımsızlığının yı-tirilmemesiyle kazanılan zamanda, Osmanlı egemen sınıfının merkezi dışında aşağıdan yukarı gelişecek başka çözüm arayışlarının da yeşermesini sağladı. Tanzimat dönemi reformlarından önce Osmanlı ülkesinde eğitim devletin değil, çeşitli milletlerin sorumluluğundaydı; Müslümanların eğitimini de, din ağırlıklı olarak medreseler sağlıyordu. Bu sistemde ilk gedikler, Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (1776), Mühendishane-i Berri-i Hümayun (1795), Tıbhane-i Âmire (1827) ve Mekteb-i Ulum-ı Harbiye (1834) gibi askeri branş okullarının açılmasıyla oluştu. Böylece Batı tipi uzman eğitimi ordunun daha yavaş değişen ana gövdesine eklemlenmeye başladı. Diplomatlar ve yöneticiler için de Tercüme Odası (1833) ve Mekteb-i Mülkiye (1859) gibi kurumlar oluşturuldu. Devlet okulları için ilk kapsamlı plan 1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye tarafından hazırlandı ve ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarım içeren bütünsel bir sistem öngörüldü. 1869'da yürürlüğe konan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'nde parasız ve zorunlu ilköğretim ilkesine yer verildi. Bu iki tasan parasızlık nedeniyle çok yavaş yaşama geçirilebildiyse de, laik eğitime doğru daha sonraki gelişmeler için belirli bir çerçeve oluşturdu. 1914'e gelindiğinde 36 bini aşkın Osmanlı okulu vardı, ama bunların çoğu küçük, geleneksel mahalle mektepleriydi. Devletin eğitim sisteminin evrilmesinde Müslüman olmayan milletlerin görece modern eğitim veren okulları örnek oluşturdu. 1914 verilerine göre ülkedeki 1.800'ü aşkın Rum okulunda yaklaşık 185 bin, 800 kadar Ermeni okulunda ise 81 binin üzerinde öğrenci eğitim görüyordu. Gayrimüslimler yabancı misyoner okullarından da ağırlıklı biçimde yararlanıyorlardı: Gene 1914'te 675 Amerikan, 500 Fransız Katolik ve 178 İngiliz misyoner okulunda toplam 100 bini aşkın öğrenci okumaktaydı. 1863'te kurulan Robert Kolej, 1866'da öğretime başlayan Suriye Protestan Yüksekokulu (sonradan Beyrut Amerikan Üniversitesi), 1881 'de Beyrut'ta kurulan Saint Joseph Üniversitesi gibi ünlü okullar bunlar arasındaydı. Bu okullar Batı bilim ve kültürü kadar siyasal etkinliğinin de merkezleri oldu.
Tanzimat'a değin hukuk da büyük ölçüde milletlerin sorumluluğunda kalmıştı. Kapitülasyonlar yabancıları ve yabancı konsolosların resmen himayelerine aldıkları Osmanlı uyruklarını ceza kanunları karşısında koruyordu. 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu ise bütün vatandaşlar için bireysel güvence ve kanun önünde eşitlik ilkelerini getirmekteydi. Tanzimat reformcularının hukuk ve yargılama usulleri alanında başlıca iki amaçlan vardı: 1) Osmanlı yasalarını Avrupalılarca kabul edilebilir düzeye getirerek kapitülasyonların kaldırılmasını ve devletin egemenlik haklarının yeniden bütünleşmesini sağlamak; 2) hukuku modernleştirmek. Bu doğrultuda çıkartılan Kanunname-i Ticaret (1850), Usul-i Muhakeme-i Ticaret Nizamnamesi (1861), Ceza Kanunname-i Hümayunu (1858) ve Ticaret-i Bahriye Kanunna-mesi'nde (1863) Fransız etkisi güçlüydü; hatta bu metinler büyük ölçüde Fransız yasalanndan çevrilmişti. Buna karşılık Mecelle (1868-76) Hanefi hukuku ilkelerine göre hazırlanmıştı. Bu yasalar artan ölçüde ulemanın denetimi dışında kalan nizamiye mahkemelerince uygulanıyordu. Osmanlı Devleti'nin kendini büyük devletlere beğendirerek bağımsızlık ve egemenliğini kazanıp korumasının olanaksızlığına karşın, bu reformlar gelecekteki başarıların üzerinde yükselebileceği temeli yaratıyordu.
Orduda 1842 ve 1869'da girişilen kapsamlı düzenlemelerin oluşturduğu ana eksen çevresinde eğitim ve hukuk gibi başka alanlara da yayılan Tanzimat reformlarının doğrultusu modernleşme ve merkezileşme yönündeydi. Reformların karşısına ise hem dinin elden jitmekte olduğunu öne süren gele-nekçi-Islamcılar dikiliyor, hem de Avrupa' dan kaynaklanan siyasal mücadeleler bazen Osmanlıların Bosna ve Karadağ üzerinde yeniden egemenlik kurmalarını önleyerek (1853), bazen Cebel Lübnan'a özerklik verdirerek merkezileşmeyi yavaşlatıyordu. Aynca finansman sorunu da vardı. Bir yandan 1838 Baltalimanı Antlaşması sonrasında İngiltere'nin ye öbür kapitalist ülkelerin sanayi ürünlerinin zanaat üretimini yıkıma uğratarak batıdan doğuya Osmanlı iç paza-nm istilaya başlaması dış açıklara yol açıyordu. Öte yandan, çok geri bir üretim temeline dayanarak görece ileri bir bürokrasi ve ordunun giderleri iç kaynaklarla karşılanamadığından, Osmanlı Devleti'ni kurtarma operasyonu, Kırım Savaşı sırasında yapılan ilk istikrazdan (1854) başlayarak, sürekli dış borçlanma yoluyla yürütülmekteydi. Başka bir deyişle, Tanzimat reformcuları borç parayla zaman satın alırken, imparatorluğun ertelenen ölümü biçim değiştiriyordu.
1875-78 bunalımı
1873'te kuraklık, 1874'te ise seller zaten hoşnutsuzluğu artan Osmanlı köylüsünde açlık ve öfkeye yol açtı. Köylü 19. yüzyılda Balkanlar'da dünya pazarına açılma sonucu gelişen büyük çiftliklerde görece ağır bir sömürüyle karşı karşıya kalmış, sırtına bir de 1869 ordu reformunun ek vergi yükü ve zorunlu askerlik uygulaması binmişti. Vergi yükünü ağırlaştıran bir etmen de borç ödemeleriydi. 1875'te toplam borçlar/200 milyon sterlini bulmuştu; 12 milyon sterlin tutarındaki yıllık anapara ve faiz ödemeleri ise ulusal gelirin yandan fazlasını buluyordu. Ama 1873 dünya mali bunalımı taze borç bulmayı güçleştirdiğinden, Osmanlılar faizlerin ancak yansını ödeyebiliyordu. Sırbistan'ın ve sürgündeki Slav örgütlerinin desteğiyle gelişen ulusçu akımlar Balkanlar'dakı gerilimi daha da artırıyordu. Sonunda Temmuz 1875'te Bosna-Hersek'te, Ağustos 1876'da da Bulgaristan'da Hıristiyan köylüler Müslüman toprak sahiplerine karşı ayaklandılar. Osmanlıların ayaklanmayı bastırma çabalan Sırbistan ve Karadağ'la savaşa yol açtı; Rusya da 24 Nisan 1877'de savaşa katıldı. Osmanlılar savaşta yenildiyse de Plevne Savunması olarak bilinen direnişleri (Temmuz-Aralık 1877) başta İngiltere olmak üzere Rus ÇarlığYnm Osmanlı Devleti' ni yutmasını istemeyen Avrupa devletlerine müdahale için zaman kazandırdı. 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması'na göre, Osmanlılar Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın bağımsızlığını tanıyıp bu üç devlete toprak bırakacak, yeni yaratılan geniş Bulgaristan'a özerklik verecek, Dobruca yöresiyle Doğu Anadolu'daki bazı toprakları Rusya'ya bırakacak, aynca savaş tazminatı ödeyeceklerdi. Ama Avrupa'nın diplomatik baskısı 1878'de imzalanan Berlin Antlaşması'yla bu koşulların biraz yumuşatılmasını sağladı. Başlıca değişiklik özerk Bulgaristan'ın küçültülerek ikiye bölünmesine, kuzeyine siyasal, güneyineyse (Doğu Rumeli) yönetsel özerklik tanınmasına ilişkindi. Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlıkları onaylanmakla birlikte toprak kazanımlan çok azaltılıyordu. Kars ve Batum Rusya'da kalıyor, Bosna-Hersek İle stratejik Novi Pazar (Yenipazar) bölgesinin denetimi Avusturya-Macaristan'a veriliyordu. Ayrı bir anlaşmayla da Kıbrıs'ın yönetimini İngiltere devralıyordu. İkinci biçimiyle bile bu barış Osmanlı Devleti için ağır bir yemişiydi. Doğu Rumeli kısa zamanda Bulgaristan'la birleşerek yitirildi (1885). Avrupa'daki Osmanlı topraklan Makedonya, Arnavutluk ve Trakya'yla sınırlandı; büyük devletlerin nüfuzu ise yeni boyutlara ulaştı. Aynca Osmanlılar r bir mali denetim altına girdi. Aralık 1'deki Muharrem Kararnamesi ile dış borç toplamı 191 milyon sterlinden 106 bilyon sterline konsolide edilirken, Avrupalıların denetiminde kurulan Düyun-ı Umumiye yıllık anapara-faiz ödemeleri karalığı devletin bazı vergileriyle gelir kaynaklarını doğrudan toplama hakkını elde etti. Düyun-ı Umumiye'nin Osmanlı devlet ve toplum yaşamındaki rolünün önemi hızla ırttı; kendisine ayrılanın dışındaki gelirlerin ie toplanmasına, yatırım alanları arayan Avrupa şirketlerine, özellikle demiryolu yapım imtiyazlarının alınmasına aracılık I etmeye başladı. Avrupa bankalarının etkin-[ likleri ve kapitülasyonlarla Osmanlı Deyleti'ne dayatılan düşük gümrüklerle birlikte j ele alındığında, Düyun-ı Umumiye devletin ' kaynaklarını yönlendirme yeteneği üzerine konmuş belirgin bir ipoteğin ifadesiydi. I. Meşrutiyet (1876). Dış gelişmelerden de önemlisi ilk Osmanlı anayasası Kanun-ı Esasi'nin kabulüne yol açan iç değişikliklerdi. Tanzimat Türk-İslam toplumunda üç çeşit tepki doğurmuştu. Bunlardan ilki basit bir gelenekçi, tutucu muhalefetti. Bir grup aydının çevresinde gelişen ikincisi ve Osmanlı yüksek bürokrasisi içinden doğarak sultanı hedef alan üçüncüsü ise yukarıdan aşağı modernleşmenin yarattığı göreli kapi-talistleşme ve çağdaş burjuva ideolojisinin aktarılması temelinde demokratik talep ve hareketlerin baş göstermesini ifade ediyordu. Yeni Osmanlılar diye bilinen aydınlar örgütlü bir siyasal parti değillerdi; 1867-71 yıllarında rastlantıyla Paris ve Londra'da bir araya gelmeleri bir grup görünümü almalarına yol açmıştı. Siyasal düşünceleri İslam gelenekçiliğinden laik kozmopolit inkılapçılığa kadar değişebiliyordu. Görüşleri bu yelpaze içinde ortada bir konumda yer alan Namık Kemal bunları dile getirişindeki berraklık yüzünden de sonraki reformcuları en çok etkileyen yeni Osmanlı düşünürü oldu. Namık Kemal, Batı uygarlığına hayranlık beslemekle birlikte, en iyi Avrupa kurumlarının temelinde yatan ilkelerin Is-lamda da bulunabileceğine inanıyor, özellikle İslamın ilk dönemlerindeki uygulamalardan, sultanın ve nazırlarının sınırsız gücünü frenleyebilecek bir temsili meclis önerisini türetiyordu. Tercüman-ı Ahval (1860) ve Tasvir-i Efkafın yayına başlamasıyla Türk basını bağımsız düşünceler dile getirmeye, hatta zaman zaman hükümeti eleştirmeye yöneldi. Bu gelişme temelinde Namık Kemal, Osmanlıcılık çerçevesinde bir vatan sevgisi ve sultanlık çerçevesinde bir anayasa kavramının yaygınlaşmasına önemli katkıda bulundu. Bu düşünsel ortamda Osmanlı yüksek bürokrasisinin Midhat Paşa çevresinde toplanan bir kesimi de. devleti modernleştirme yönündeki Tanzimat reformlarının başarısının bu kez aşırı merkezileşmeye yol açtığını ve sultanın iktidarı üzerindeki bütün geleneksel frenleri ortadan kaldırdığını görmeye başlamıştı. 1875 bunalımına yol açan politikalar Abdülaziz'in keyfi yetki kullanımına bağlanıyor, çok kısıtlı da olsa belli bir temsil gereksinimi duyuluyordu. Midhat Paşa ve reformcu yandaşlan önce nefret edilen Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'yı uzaklaştırmayı, sonra da 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz'i tahttan indirmeyi başardılar. Ama liberalizm yanlısı olduğu düşünülen V. Murad cinnet geçirince reform kabinesi, tahta geçtiği takdirde Kanun-ı Esasi'yi ilan etmeye söz veren Abdül-hamid'le anlaştı. Ağustos 1876'da II. Ab-dülhamid tahta çıktı. Bu arada İstanbul'da toplanan Tersane Konferansı, Mithat Paşa ve arkadaşlarını, dış baskılan savuşturmak için bir an önce anayasa ilanı fikrini gerçekleştirmeye itiyordu. 23 Aralık 1876'da Kanun-ı Esasi'nin onaylanmasıyla I. Meşrutiyet (anayasal monarşi) dönemi açılmış oldu.Daha önce de bazı Osmanlı hatt-ı hümayunları devletin ana kuruluşuyla ilgili öğeler içermişti. Özellikle eyalet meclislerinin kısmen seçilmiş kişilerden oluşması da temsili sisteme doğru adım niteliği taşıyordu. Ama Kanun-ı Esasi yalnız Osmanlılar için değil, Tunus'un 1861, Anayasası (düstur) dışta tutulursa, bütün İslam ülkeleri açısından ilk gerçek anayasaydı. Gene de anaya-sacı hareketin cılızlığı, anayasanın tümüyle hükümdann tek yanlı iradesinden kaynaklanmasına, bir ferman anayasa niteliği almasına yol açmıştı. Nazırlar meclise karşı değil, bütün yürütme gücünü elinde tutan sultana karşı tek tek sorumluydular. Sınırlı yetkili yasama organı, iki dereceli seçimle oluşan Heyet-i Mebusan ile padişahın seçtiği kişilerden oluşan Heyet-i Ayan'dan kururu, iki meclisli bir parlamento (Meclis-i Umumi) idi. Her ne kadar yöneten ile yönetilenlerin haklan kağıda dökülüyorsa da, bu sistem ancak biraz yumuşatılmış bir otokrasi olarak tanımlanabilirdi. Sultana "hükümetin emniyetini ihlal" edenleri sürgüne yollama hakkını veren ünlü 113. madde dahil II. Abdülhamid'in istediği bazı değişiklikleri kabul ettiği için Midhat Paşa çok eleştirildiyse de anayasacı reformcu kanat zaten oldukça zayıftı ve sultan hem geleneksel olarak hem de anayasanın taslaklarında önemli yetkilerle donatılmıştı. Nitekim Kanun-ı Esasi uyannca Mart 1877'de toplantıya çağrılan Meclis-i Umumi, iki yasama yılı çalıştıktan sonra 1908 II. Meşrutiyet hareketine değin bir daha toplanamadı. Bu arada liberallerin çoğu sürgüne gönderildi. Midhat Paşa ise 1884'te öldürüldü.
2. Abdülhamid dönemi (1876-1909)
Kısa süreli I. Meşrutiyet'i izleyen II. Abdülhamid dönemi, bazen sanıldığı gibi Tanzimat'a karşı bir tepkiyi değil, Tanzimat'la uç veren burjuva-demokratik akımların bastı-nlması çabasını simgeliyordu. Tanzimat reformlarının özünü de liberalleşme değil, merkezileşme oluşturduğu ölçüde, II. Abdülhamid Tanzimat'ın yıkıcısı değil, mirasçı-sıydı. Otoriter modernleşme bir noktadan sonra otoriteyi modernleşmenin önüne çıkarmış, ordunun ve yönetim aygıtının sürekli yetkinleşmesi, jandarma örgütünün kurulması, telgraf ve demiryolları başta olmak üzere ulaşım ve haberleşmenin gelişmesi, kapsamlı bir hafiye, muhbir ve jurnal ağının oluşturulması, bu yetki ve olanakları tekeline alan sultanın muhalefeti ezmesini beraberinde getirmişti. Bununla birlikte, II. Abdülhamid'in saltanatı sırasında doğrudan doğruya devletin gereksinimleri nedeniyle eğitim, hukuk ve ekonomik kalkınma alanlarında modernleşme de programa alındı ve uygulandı. Despotizm, bu gelişmenin mutlakıyet dışı yönlere açılmasını İslamcılık politikasıyla önlemeye çalıştı.Bu dönemde Anadolu ve Suriye'de yabancı sermaye eliyle, Şam-Medine arasında ise Müslüman aleminden gelen bağışlarla yapılan demiryolları II. Abdülhamid yönetiminin çeşitli çelişkilerini ortaya koyuyordu. Hicaz Demiryolu Abdülhamid'in islamcı politikalannın temel öğelerinden biriydi, islamcılık, 1774'te Rusya'yla imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'nın görüşmeleri sırasında Osmanlı sultanının kendi topraklan dışındaki (özellikle de Kırım'daki) Müslümanlar üzerinde dinsel liderlik iddialarını ortaya atmasıyla siyaset sahnesine girmişti. Bir süre sonra da, 1517'de Abbasi halifeliğinin Osmanlı sultanlığına geçtiği savıyla bu politikaya kuramsal temel kazandırmaya çalışıldı. Çok sayıda bağımsız İslam devletinin ortadan kalktığı ve topraklarının Avrupa imparatorluklarına katıldığı bir çağda, halifelik kurumu Osmanlı diplomasisi için yararlı bir araç haline geldi ve büyük devletlere karşı, sömürgelerindeki muhalefeti harekete geçirecek caydırıcı bir silah olarak kullanılmak istendi. Aynca İslam temelinde birliğin vurgulanması ve sultanın tarikatlar üzerindeki himayesinin öne çıka-nlmasıyla 18. yüzyıl sonlarından beri tutuculuğun ideolojik sığınağı olan dinsel gelenekçilik sultanlığı destekleyen ideolojik payanda işlevi görmeye başladı.
II. Abdülhamid 1878'den sonra bu ve benzeri yöntemlerle imparatorluğu ayakta tutmada bir ölçüde başarı sağladı. Büyük devletler arasındaki rekabetin şiddetlenmesi ve içlerinden herhangi birinin Osmanlı topraklan üzerinde tek* başına egemen olma çabalarına öbürlerinin karşı çıkması, denge politikası gütme konusunda Babıali'ye belirli bir manevra alanı yarattı. Doğu Rumeli dışında, 1908'e değin başka toprak kaybı olmadı (1881'de Fransa'nın işgal ettiği Tunus ile 1882'de İngiltere'nin işgal ettiği Mısır'da zaten Osmanlı otoritesi hemen hiç kalmamıştı). Girit'te Osmanlılar art arda çıkan ayaklanmaları bastırdılar ve Yunanistan'ın 1897 müdahalesini yenilgiye uğrattılar. Ama II. Abdülhamid büyük devletlerin baskısıyla Girit'e özerklik verdi. Avrupa' nın Makedonya'da reform taleplerinin önünü kesmede ise daha etkili oldu.
H. Meşrutiyet (1908)
Batı'nın yalnız teknolojisini ve doğa bilimlerini alıp kültürünü, felsefesini, çoğulcu ve demokratik düşüncelerini sonsuza değin dışarıda tutmanın olanaksızlığı yüzünden istibdat döneminde de II. Abdülhamid'e karşı gizli örgütlenmeler eksik olmadı. 1889'da Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'de ortaya çıkan İttihad-ı Osmani Cemiyeti adlı gizli örgüt İstanbul'un başka bazı yüksekokullarına da sıçradı. Sonradan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne dönüşen bu örgüt hafiyelerce açığa çıkarılınca, bazı önderleri Paris, Cenevre ve Kahire'de yaşayan Osmanlı siyasal sürgünleri arasına katıldı ve II. Abdülhamid rejiminin kapsamlı bir eleştirisine yöneldiler. Bunların en ünlüleri Mizancı Mehmed Murad ile Ahmed Rıza ve Prens Sabaheddin'di. 1886'da İstanbul'da başlayan yayın yaşamını Kahire ye Cenevre'de sürdüren Mizan'ın yöneticisi Mehmed Murad liberal düşüncelerle güçlü bir İslamcı yaklaşımın karışımını savunuyordu. Paris'te Ahmed Rıza pozitivizmden kuvvetle etkilenen kendi reform anlayışını Meşveret'te ortaya koydu. Ahmed Rıza güçlü bir merkezi hükümetten yanaydı ve Osmanlı Devleti'nde yabancı nüfuzuna karşıydı. Bu görüşler, 1902'de Paris'te toplanan I. Jön Türk Kongresi'nde Prens Sabaheddin'in görüşleriyle çarpıştı ve siyasal sürgünler ikiye bölündü. Ermenilerin de desteğiyle Prens Şabaheddin yönetimde ademimerke-ziyetçiliği ve reformlar için Avrupa'dan yardım alınmasını savunuyordu. Bu bölünme modern Türkiye'nin yakın tarihindeki devletçilik-liberalizm, ulusçuluk-kozmopolitizm saflaşmasının başlangıcını oluşturdu. Sürgündeki aydınların yurtiçindeki muhaliflere sağladıkları ideolojik malzemeye karşın, ordu sultana bağlı kaldıkça II. Abdül-hamid'i devirmek olanaksızdı. 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla sonuçlanan ayaklanmanın başarısının asıl sırrı, istibdat karşıtı düşüncelerin askeri öğrencilerle genç subayları etkilemesi ve İttihat ve Terakki'nin, ülkenin bu en modern kurumu içinde örgütlenebilmesinde yatıyordu. (Bununla birlikte, ordu içindeki kaynaşmanın yatağı olan Makedonya'daki 3. Ordu'nun ihtilalci subayları, sık sık Paris'teki İttihat ve Terakki merkezinden bağımsız da davranabiliyor-du.) 3 Temmuz 1908'de, sonradan Resneli Niyazi diye anılan Binbaşı Ahmed Niyazi, içlerinde sivillerin de bulunduğu 200 kişiyle birlikte dağa çıkıp anayasanın yeniden yürürlüğe konmasını isteyen bir bildiri yayımladı. Sultanın bastıramadığı ayaklanma hızla yayıldı; öbür birliklerin bağlılığına güve-nemeyen II. Abdülhamid 24 Temmuz'da meşrutiyeti yeniden ilan ettiğini açıkladı. Ayaklanan genç subaylar gibi onların sivil destekçileri de hep imparatorluğun nasıl ayakta tutulabileceği sorusundan yola çıkıyorlardı. II. Abdülhamid'in politikalarına muhalefetleri de hep bu çerçeve içinde kalıyordu. 1877-78'de işlememiş olan bir anayasaya dönülmesinin ötesinde, net bir programlan ve eylem çizgileri yoktu. 13 Nisan 1909'da İstanbul'da 31 Mart Olayı olarak bilinen ayaklanmanın çıkması ise İttihatçıları radikalleşmeye zorladı. Makedonya'da örgütlenen Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa komutasında İstanbul'a yürüdü ve 24 Nisan'da kente girdi. II. Abdülhamid devrildi ve Abdülmecid'in oğlu V. Mehmed (hd 1909-18) tahta çıkarıldı. Kanun-i Esasi değişikliğiyle yasama ve yürütme arasında denge sağlayan bir parlamenter rejim kuruldu (1909). Ordu, özellikle de Mahmud Şevket Paşa Osmanlı siyasal yaşamına egemen oldu. Karşıtlarından birçoğu sahneden çekilmiş olduğu halde İttihat ve Terakki hala görece zayıftı. Yetenekli ve kararlı kişilerin oluşturduğu küçük çekirdeğinin çevresinde, İttihatçı etiketini çok gevşek biçimde taşıyan ve kolaylıkla başka partilere karışabilen bir yandaş kuşağı yer alıyordu. Nisan 1912 "sopalı" seçimlerinde ezici bir çoğunluk elde eden İttihat ve Terakki'nin kamuoyu desteği, Trablusgarp Savaşi'nda (1911-12) İtalya karşısındaki askeri yenilgilerin ardından aynı hızla eridi. Ordudaki hoşnutsuzluk belirtileri üzerine İttihat ve Terakki hükümeti Temmuz 1912'de çekilmek zorunda kaldı; yerini liberal bir koalisyon aldı. Ama ülkenin genel geriliği, az sayıdaki seçkinin vurucu gücüne ve eylemine dayanan darbeci yöntemlere başarı şansı tanıyordu. Yeni hükümetin de Balkan Savaşları'ndaki yenilgilerle yıpranmasından yararlanan bir avuç ittihatçı subay ve asker, 23 Ocak 1913'te Babıali Baskını'nı gerçekleştirerek Sadrazam Mehmed Kamil Paşa'yı istifa ettirdiler ve Mahmud Şevket Paşa yönetiminde yeni bir kabine kurdurdular. Said Halim Paşa* nın sadrazamlığında, tümüyle İttihat ve Terakki'nin egemen olduğu bir kabine ise, ancak İttihatçı olmayan Mahmud Şevket Paşa'nın 11 Haziran 1913'te bir suikasta kurban gitmesinden sonra gerçekleşebildi. İmparatorluğun dağılması. 1908-1918 yıllarında Osmanlı toplumu ve devleti önemli iç gelişmelere sahne oldu. Özellikle vilayet yönetimlerini konu alan 1913 reformu gibi adımlarla merkezileşme sürdü (bununla birlikte Osmanlı merkezi yönetimi, Avrupa ölçülerine göre hala zayıftı). Daha da önemlisi, ilk kez İttihatçılar bürokrasi ve ordu, eğitim ve hukuk alanının dışına çıkarak 1909 tarihli (1915'te değiştirilen) Teşvik-i Sanayi Kanunu ile doğrudan doğruya ekonomiye yöneldiler. O dönemde pek bir sonuç alınmasa da, bu adım 1930'ların devletçi planlama girişimleri için bir öncül oluşturdu. Devletin temel ideolojileri henüz Osmanlıcılık ve İslamcılık olmakla birlikte, II. Abdülhamid dönemi boyunca alttan alta gelişen Türkçülük 1908'den sonra büyük canlanma gösterdi. Güney Rusya Türkleri ye Tatarlar arasında kapitalizmin göreli gelişkinliği ve Avrupa tipi bir kültürel oluşum temelinde ortaya çıkan Türkçülük, Rusya'da 1905 Devrimi' nin yenilgisinden sonra, Gaspıralı İsmail, Ağaoğlu Ahmed, Akçuraoğlu Yusuf gibi önde gelen kuramcıları tarafından Osmanlı toprağına taşındı ve Anadolucu, halkçı, köylücü, himayeci bir ideoloji temelinde oradaki yerli ulusçularla birleşti. Türk Derneği (1908) ve Türk Ocağı (1912) gibi kuruluşların yayınları ulusal dil, kültür, tarih ve kimlik alanlarında belirli birikim yarattı. Türkçülük ve ulusçuluk yönündeki açılım Balkan Savaşlan'nın (1912-1913) etkisiyle daha da netleşti. Bazı araştırmacılara göre, resmi Osmanlıcı görünüm ve tutumuna karşın başından beri içten içe Türkçü olan İttihat ve Terakki'nin ekonomik politikaları da bu potadan etkilendi. Dış politika alanında etkilenme daha da çarpıcı oldu. Türk, Macar, Fin, Uygur, Moğol ve Tunguz dillerinin akrabalığını öne süren bir 19. yüzyıl kuramına dayandırılmak istenen Turancılık, bir ulusal devletin değil, çok uluslu bir imparatorluğun, bütün köhnemişliğine karşın böyle hayali bir temelde sürdürülebileceği yanılsamasını yarattı.Bütün reform hamlelerinden sonra bile Avrupa'yla Osmanlı Devleti arasındaki kuvvet dengesi sürekli aleyhte gelişiyordu. Hükümet ise resmi Osmanlıcılık çizgisinin çelişkilerini Türkçü-Turancılığın çelişkile-riyle bir arada yaşıyordu. Bütün bu etmenler birleşince, II. Meşrutiyet'in ilanını izleyen 10 yılda, bazen bütün faturası haksız biçimde İttihat ve Terakki'ye çıkanlabilen dış politika felaketleri yaşandı. 1908'de hemen bütün büyük devletler toprak kazanmak, yeni yeni ekonomik ayrıcalıklar koparmak, İttihat ve Terakki'nin radikalizmini törpülemek gibi amaçlarla "hasta adam "a yüklendiler. 5 Ekim'de Avusturya Bosna-Hersek'i ilhak ederken, Bulgaristan da bağımsızlığını açıkladı. İtalya Trablus'a ve Ege'deki Oniki. Ada'ya asker çıkardı; 18 Ekim 1912'de İsviçre'nin Lozan kentinde imzalanan bir antlaşmayla Oniki Ada'yı boşaltmayı kabul ettiyse de işgalini sürdürdü. Balkan Savaşlan Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki topraklarını neredeyse tümüyle yitirmesine yol açtı. Sonuç olarak, Rumeli'nin yüzde 83'ü ve nüfusunun yüzde 69'u yitirildi.
Böylece 1914 yılına gelindiğinde, bir tahmine göre Osmanlı Devleti'nin toplam nüfusu 25 milyon dolaylarındaydi; bunun 10 milyon kadarını Türkler, 6 milyon kadarını Araplar, 1,5 milyonunu Kürtler, 1,5 milyonunu Rumlar, 1-1,5 milyon kadarını da Ermeniler oluşturuyordu. 1878'deki büyük kayıplardan hemen önce ise (Mısır, Romanya ve Sırbistan gibi, artık fiilen bağımsız ülkeler sayılmazsa) imparatorluk nüfusu tahminen 26 milyon kadardı. Aradan geçen zamanda, doğal nüfus artışı ile Rusya'dan ve Balkanlar'dan Müslüman göçleri, toprak kayıplarıyla azalan nüfusu aşağı yukarı karşılamış, üstelik nüfus, dil bakımından o kadar değilse bile din bakımından oldukça türdeş hale gelmişti.
1. Dünya Savası (1914-18)
Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na girmesi, olası avantaj lann abartılması sonucu alınan acele bir kararın ürünü oldu. Gerçi İttihatçıların İngiltere'ye duyduklan tepkiden yararlanan Almanya, II. Abdülhamid döneminde edindiği mevzileri genişleterek önemli bir ekonomik ve siyasal nüfuza ulaşmış, Düyun-ı Umumiye'de temsil edilen alacaklı hisselerinin bir bölümü İngiltere ve Fransa'dan Almanya'ya doğru el değiştirmiş, orduda Alman askeri danışmanları çoğalmıştı. Gene de Almanya'nın Osmanlı ticaretindeki payı hala İngiltere, Fransa ye Avusturya'nın gerisindeydi; Bağdat Demiryolu'yla birlikte bütün yatırımlarıyla da Fransa'nın arkasında yer alıyordu. Kabinenin çoğunluğu tarafsız kalmak istiyordu; İstanbul'a ve Boğaz-lar'a göz diktiği bilinen Çarlık Rusyası dışında, öbür Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti'nde acil ve vazgeçilmez çıkarları yokmuş gibi durduğundan, hiç olmazsa durum biraz berraklaşıncaya değin tarafsız kalınabilirdi. Ama Turancı düşünceden en fazla etkilenen ya da Turancılığı kullanma hayali kuran Harbiye Nazın Enver Paşa'nın emelleri savaşın hemen başlarındaki büyük Alman zaferleriyle ve Osmanlı yöneticilerinin Rusya'ya karşı geleneksel düşmanlığıyla birleşince imparatorluk, İttihat ve Terakki ve hükümet içindeki küçük bir hizbin komplosuyla bu büyük maceraya çok kolay atıldı. Akdeniz'deki İngiliz filosunun kovaladığı iki Alman savaş gemisine önce Çanakkale Boğazı açıldı. Ardından, daha Üçlü Antant'ın protestoları sürerken, Osmanlı donanmasına geçip geçmediği bile belli olmayan "Goben" ve "Breslau" muhriplerinin Amiral Souchon komutasında, ama Osmanlı bandırası taşıyarak Karadeniz'e çıkıp Rus limanlarını topa tutmaları (Ekim 1914) İtilaf Devletleri'nin (İngiltere, Fransa, Rusya) Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etmeleriyle noktalandı. Balkan Savaşları'ndaki başarısızlık ve yenilgileriyle kıyaslanmayacak kadar büyük bir direniş gösteren Osmanlı orduları, İttifak Devletleri'nin davasına önemli katkılarda bulundular. Doğu Anadolu, Azerbaycan, Irak, Suriye, Filistin ve Galiçya cephelerinde çarpıştılar. Çanakkale Savaşları'nda (1915-16) ingiltere ve Fransa'yı durdurmaları, Rusya'nın yardım almasını önleyerek Çarlığın bunalımını derinleştirdi ve bir olasılıkla 1917 Sovyet Devrimi'nde hızlandırıcı rol oynadı. Savaş şırasında İttihatçılar bazı iç sorunların üzerine yürümek fırsatını da buldular. Eylül, 1914'te kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırıldı. Lübnan'ın özerk statüsüne son verildi; Ağustos 1915 ve Mayıs 1916'da bazı Arap milliyetçileri idam edildi. Çarlık ordularına cephe gerisi desteğini ve gerilla faaliyetini önlemek için Ermeniler göçe zorlandı. 1916 sonlarından başlayarak ekonomik durum gittikçe kötüleşti; savaşın yükü taşınamaz hale geldi. Asker kaçaklığı yaygınlaştı. 28 Eylül 1918'de Bulgaristan'ın teslim olması Almanya ile bağlantıyı kopardı. İttihat ve Terakki kabinesinin istifası üzerine 14 Ekim'de Ahmed İzzet Paşa'nın sadrazamlığında yeni bir kabine kuruldu. Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. Bundan bir süre sonra da İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ye İtalya) ile bunların desteğindeki Yunanistan Osmanlı topraklarının geri kalan bölümlerinden bazılarını askeri işgalleri altına almaya başladılar. Savaş sırasında, İtilaf Devletleri Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunda kendi aralarında bir dizi anlaşmaya varmışlardı. Mart-Nisan 1915'te varılan anlaşmaya göre, İstanbul ve Boğazlar Rusya'nın olacak, Suriye ve Kilikya'da bir nüfuz alanı Fransa' ya verilecekti. İngiltere zaten Kıbrıs'ı ilhak etmiş ve Mısır üzerinde himaye (protekto-ra) kurmuştu. İngiltere ile Fransa arasında 3 Ocak 1916'da varılan Sykes-Picot Antlaş-ması'yla Fransız nüfuz alanı Irak'ta Musul'a kadar genişletilirken Bağdat çevresinde bir İngiliz nüfuz alanı yaratılması, Hayfa ve Akka'nın denetiminin de İngilizlerde olması öngörülmüştü. Filistin uluslararası bir rejime bağlanacaktı. Bütün bunlar karşılığında Ruslara da Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis bırakılıyordu. 26, Nisan 1915 tarihli Londra Antlaşması'yla İtalya'ya Oniki Ada ve belki Anadolu'nun bir parçası vaat edilmiş, Nisan 1917'deki Saint-Jean-de-Maurienne Antlaşması'yla buna İzmir'le birlikte Güneybatı Anadolu'nun büyük bir bölümü eklenmişti. İngiltere, özellikle 1915-16 yıllarının Hüseyin-MacMahon mek-tuplaşmasıyla Arap önderlerine çeşitli bağımsızlık vaatlerinde bulunmuş, 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Bildirisi'yle de Filistin' de bir Yahudi vatanı yaratılmasını desteklemeye söz vermişti.Rusya'nın 1917'de savaştan çekilmesi ve savaş sonrası pazarlıklar bu anlaşmalarda değişikliklere yol açtı. 10 Ağustos 1920'de Paris'in banliyölerinden Sevres'de imzalanan barış antlaşması, İzmir'le birlikte Batı Anadolu'nun geniş bir kesimini ve Çanakkale Boğazı önlerindeki İmroz ile Bozcaada'yı Yunanlılara aktarıyor. Doğu Anadolu'da büyük bir Ermeni devleti yaratıyor, Boğazlar'ı uluslararasılaştırıyor, Osmanlı maliyesi üzerinde çok sıkı bir denetim kuruyor, Fransa ile İtalya'ya gene geniş nüfuz alanları tanıyor, ama bütün bunlardan sonra, İstanbul ve Boğazlar'la Orta Anadolu'da asgariye indirilmiş, çok zayıflatılmış bir Osmanlı Devleti'nin varlığına izin veriyordu. Türkiye'nin sömürgeleştirilmesinin tamamlanması demek olan Sevres Ant-laşması'nı yalnızca Yunanistan onayladı. Buna karşı, 19. yüzyılın ikinci yansından beri süregelen ulusal uyanışın başına geçen, imparatorluğu ayakta tutma çabaları içinde yetişmiş, şimdi ise yeni bir ideoloji taşıyan kadrolar, ittihat ve Terakki'nin tabanındaki Anadolu burjuvazisi ile birleşerek ve Osmanlı devlet aygıtının önemli kalıntılarını kullanarak, başarılı bir direnme savaşını yönettiler. Turancı boyutlarından zaman içinde arınan Türk ulusçuluğu, Mustafa Kemal'in (Atatürk) önderliğindeki Kurtuluş Savaşı (1919-23) sonrasında, Türkiye'nin birliğine dayalı modern bir cumhuriyet yarattı. Ayrıca bak. Türkiye.