Coğrafi ad olarak Türkhia (Türkiye) tabiriyse altıncı asırdaki Bizans kaynaklarında Orta Asya için kullanılmıştır. Dokuzuncu ve onuncu asırda Volga’dan Orta Asya’ya kadar olan sahaya denilirdi. Bu da, Doğu ve Batı Türkiye olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye Hazarların, Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkeleriydi. Memluklerin ilk zamanlarında Mısır’a da Türkiye deniliyordu. Selçuklular zamanında on ikinci asırdan itibaren Anadolu’ya Türkiye denilmeye başlandı. Türk kelimesini Türk Devletinin resmi adı olarak ilk defa kullanan, miladi yedi ve sekizinci yüzyıllarda hüküm süren (681-745) Göktürk Devletiydi.
Bilinen en eski Türk kavmi, Çinlilerin Hiong-nu dedikleri M.Ö. 3. asrın başından itibaren tarih sahnesinde görülen Hunlardır. Bu kavmin anayurdu, Tienşan’ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta Urallar ve Hazar Denizinin kuzey hudutları içinde kalan vadideydi. Şenyu denilen hükümdarlarının ordugahı, Orhun Irmağı kıyısında bulunuyordu. Nüfus çoğalması ve fütuhat isteği gibi iki büyük sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler.
İslamiyetten önce Türk devletleri
Türklerin kurduğu en eski devlet olan Hunlar, aynı zamanda Türk askeri teşkilat ve idareciliğinin de kurucularıdır. Osmanlılar zamanı dahil olmak üzere, bütün tarih boyunca Türk teşkilatının baş kaidesi olan sağ ve sol ikili nizam, Hunlar tarafından kurulmuştur. Hun ordusu on bin, bin, yüz ve on kişilik gruplar halinde onlu sisteme göre teşkil edilmişti. Keçe çadırları içinde oturuyor ve besledikleri koyun, at ve sığır sürülerinden elde ettikleriyle geçiniyorlardı.Hunlar, M.Ö. 3. asrın sonlarında, Sarı Irmağının kıvrım yaptığı alana gelerek, Çin içlerine doğru akınlara başladılar. Çinliler, bu Türk kavminin süvarileri karşısında tutunamayıp ağır mağlubiyetlere uğradılar. Böylece Çin hakimi olan Ti-şin Hanedanı Çin Seddini tamamlamaya çalıştı.
Türk kavimlerini toplayıp, imparatorluk halinde birleştiren ilk büyük Hun Hükümdarı Teoman Yabgu’dur (M.Ö. 220). O zamanlarda Türk hükümdarlarına “Yabgu” deniliyordu. Teoman Yabgu’dan sonra Hun tahtına oğlu Mete Yabgu geçti. Mete zamanında yapılan fetihlerle Hun İmparatorluğunun toprakları Hazar Denizinden Japon Denizine kadar uzadı. Bu topraklarda çeşitli Türk kavimlerinin yanısıra diğer Altaylı kavimler de yaşıyordu. Mete devri, Hun imparatorluğunun en parlak devri oldu (M.Ö. 209-174).
Mete’den sonra gelen Yabgular zamanında Çinlilerle ilişkiler arttı. Özellikle evlenme yoluyla Türk ve Çin hükümdar aileleri arasında yakınlıklar doğdu. Bu yakınlıklar ise Hunların iç işleri bakımından birçok karışıklıklara yolaçtı. Buna rağmen Hun İmparatorluğu M.Ö. 1. yüzyıla kadar üstünlüğünü devam ettirdi. Bu yüzyılda ise Türk beyleri arasında taht kavgaları gittikçe arttı. Çinliler de bu kavgalardan faydalanarak Türkleri zayıflatmayı bildiler. Neticede Hunlar Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Bunlara Güney ve Kuzey Hunları da denir. M.S. 3. yüzyılın başlarında başka bir Türk kavmi olan Siyerpiler Hunlarla iktidar mücadelesine giriştiler. Sonunda Moğolların ve bazı Türk boylarının da yardımıyla Hunların hakimiyetine son verdiler. Büyük Hun İmparatorluğu tarihte bilinen eski imparatorlukların en büyüğüydü.
Siyerpilerle yaptıkları savaşları kaybettikten ve Asya’daki Büyük Hun İmparatorluğu dağıldıktan sonra Hunların bir kısmı Dinyeper Nehriyle Aral Gölü doğusu arasındaki bölgeye yerleştiler ve dördüncü yüzyılın ortalarına kadar orada yaşadılar. Çin’den gelen Hun kütleleriyle çoğalan ve uzunca bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçleri artan bu Hunlar, iklim değişikliği ve geçim şartlarının bozulması sebebiyle bu tarihten itibaren Batıya göç etmeye başladılar. O tarihlerde Karadeniz kuzeyindeki düzlükler bir Germen kavmi olan Gotların işgali altındaydı. Don-Dinyeper nehirleri arasında Doğu Gotları (Ostrogot), onun batısında ise, Batı Gotları (Vizigot) bulunuyordu. Daha batıda Transilvanya ve Galiçya’da Gipidler bugünkü Macaristan’da Tisa Nehri havalisinde Vandallar vardı. Hun Başbuğu Balamir’in idaresinde hayret edilecek bir hareket kabiliyeti ve gelişmiş bir süvari taktiğiyle hareket eden Hunlar önce Doğu sonra da Batı Gotlarla karşılaştı. Yerlerinden kopan bu kavimler batıya doğru hızla akarak Roma İmparatorluğu topraklarını, Kuzey Karadeniz’den İspanya’ya kadar her tarafı alt üst ettiler. Böylece Avrupa’nın etnik manzarasını değiştiren ve tarihte Kavimler Göçü denilen hadise meydana geldi. Ani ve şiddetli Hun darbelerinin, beklenmedik şekilde ortaya çıkan Hun akıncı birliklerinin Doğu Avrupa kavimleri arasında uyandırdığı dehşet, batı dünyasında büyük akisler yaptı. Hunlar aleyhine Latin ve Grek kaynaklarından inanılmaz rivayet ve hikayelerin çıkmasına ve yayılmasına sebep oldu.
Hunlar, 378 yılı baharında Tuna’yı geçtiler ve Romalılardan mukavemet görmeksizin Trakya’ya kadar ilerlediler. Bu arada daha büyük bir Hun kütlesi Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya yöneldi. Bu ikinci akıncı kolu Güney Anadolu’dan Suriye’nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs’e kadar yıldırım hızıyla ilerledi. Sonbaharda aynı yoldan Azerbaycan’a döndü. Batıda ise Balamir’in oğlu Ildız’ın komutasındaki Hun süvari birlikleri Bizans İmparatorluğunu barışa zorladı. Ildız’dan sonra Hun tahtına geçen Karaton ve Rua zamanlarında da Bizanslılar Hunlara vergi ödedi. Rua’nın 434’te ölmesi üzerine devletin başına Attila geçti. Attila’nın döneminde Hunların hakimiyeti Volga Nehrinin doğusundan bugünkü Fransa’ya kadar uzadı. İdareleri altında çeşitli Türk boyları da dahil olmak üzere kırk beş kavim yaşıyordu. Bunların çoğu şimdiki Avrupa milletlerinin dedeleridir. Bizans, Hunlara verdiği vergiyi üç katına çıkardı. Attila, 451’de Hıristiyan dünyasının merkezini zaptetmek üzere 100.000 kişilik ordusuyla Roma önüne geldi. Ancak Attila’nın önünde diz çöken ve Roma’nın kendisine boyun eğdiğini bildiren papa, şehrin kurtarılmasını sağladı.
Attila’nın ölümünden sonra tahta çıkan oğulları İlek, Dengizik ve İrnek dönemlerinde Hun birliği parçalandı. Ayaklanan Germen kavimleriyle yapılan savaşlar Hunları yordu. Neticede Orta Avrupa’da tutunmanın zorluğunu gören İrnek, Hunların büyük kısmı ile Bizanstan geçiş müsadesi alarak Karadeniz’in batı kıyılarına döndü. İrnek idaresindeki Hunların, önce güney Rusya düzlüklerinde görülen, sonra Balkanlarda ve Orta Avrupa’da birer devlet kuran Bulgarlarla Macarların teşekkülünde büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır. Geleneklere göre Bulgar Türk Devleti’nin kurucusu Dulo Sülalesiyle Macar kabilelerini Tuna boyuna getirerek orada yerleştiren Arpad Hanedanı İrnek’i ata tanımaktadırlar.
Hunların büyük kısmı Volga’dan batıya geçerken onlardan bir kısmı olduğu ileri sürülen Ak Hunlar 4. yüzyılda Batı Türkistan’a göçerek burada Ak Hun Devletini kurmuşlardı. Ak Hunlar, 441 senesinde Semerkand, Buhara ve Belh çevresini ele geçirerek, İran Sasani Devletiyle komşu oldular. Bir süre sonra Horasan’a sefer düzenleyen Türkler, Sasani hükümdarı Şehinşah Firuz’u mağlup ettiler. Ak Hunlar bu parlak zaferden sonra tam bir asır Türkistan ve Afganistan’ın kudretli hakimi olarak hüküm sürdüler. Altıncı asrın başlarında Ak Hunlar ülkelerini Göktürklere bırakmak mecburiyetinde kalarak onların tabiiyyeti altına girdiler.
M.S. 3. yüzyıl başlarında Türklerin Tabgaç Hanedanı Kuzey Çin’de kudretli bir siyasi teşekkül meydana getirerek Asya Hunlarının yerini aldı. Tabgaç hakimiyeti hükümdar Kuei zamanında (385-409) Pekin’e kadar uzadı. Bu durum Tabgaçların Çin’le çok fazla yakınlık kurmalarına ve onların hayatlarına alışmalarına yol açtı. O kadar ki, bazı Tabgaç yabguları Çinlilere hayranlıkları yüzünden kendi halklarını ve kültürlerini hor gördüler. Bu durum Tabgaçların Çin kültürü ve Çin kalabalığı içinde eriyip gitmelerine sebep oldu. Onların yerine dördüncü asrın sonunda iktidar Avar Hanedanının eline geçti.
Avar Türkleri önceleri Hun ve Tabgaç Hanedanlarının hakimiyeti altında yaşıyorlardı. Tabgaç iktidarının zayıflamasıyla Orta Asya hakimiyetini ele geçiren Avar Hanedanı, 4. yüzyıl sonundan 6. yüzyıl ortasına kadar devam etti. Avar Kağanları hem doğuda, hem batıda fetihler yapmışlar, esas olarak Çin’le uğraşmışlardır. Avar Devleti, Onabay Kağan zamanında Göktürklerin isyanı üzerine yıkıldı (552). Göktürkler karşısında uğranılan başarısızlık üzerine Avar kütleleri batıya doğru çekildiler.
558 yılında Sabar hakimiyetini yıkıp, Kafkaslara doğru ilerlediler. Buradaki İranlı Alanları hakimiyetleri altına aldıktan sonra Bizans’a elçi göndererek yıllık vergi ve kendilerinin yerleşebilecekleri arazi istediler. Bu arada Dalmaçya’da ve Balkanlarda geniş çaplı bir fütuhat hareketine giriştiler. Bizans İmparatoru Avar akınını durdurmak maksadıyla Aşağı Tuna havzasında, başta Antlar olmak üzere bazı slav ülkelerinde bir set kurmaya çalıştı. Fakat 562’de bu engeli rahatlıkla aşan Avarlar Bizansla sınırdaş oldular. Avrupa içlerine geniş akınlarda bulundular. Bizans İmparatorunun vergi ödememesi üzerine Orta Karpatlara girdiler. 568’de Bugünkü Macaristan’ı tamamen hakimiyetleri altına aldılar. Böylece Orta Avrupa’da Büyük Avar İmparatorluğu kuruldu. Devletin sınırları Elbe Vadisi ve Alp Dağlarından Don Nehrine kadar uzanıyordu.
Avar Hakanlığının 200 yıl kadar süren hakimiyeti devrinde en mühim askeri teşebbüsleri, İstanbul’u kuşatmalarıdır. 619 ve 626 yıllarında iki defa olmak üzere Sasanilerle ortak yapılan bu kuşatmalar çok şiddetli geçti. Surlar önünde çarpışmalar günlerce sürdü. Ancak Avar ordusu kuşatmadan, donanması olmadığı için bir netice alamadı. Güç şartlar altında çekilmek zorunda kaldı. Avarların, Bizans başşehrinde büyük heyecan uyandıran bilhassa ikinci harekatı tarihi bir takım hatıralar da bıraktı. Avarların çekildiği gün Bizansta bayram ilan edildi ve kiliselerde ayinler asırlarca devam etti. Diğer taraftan İstanbul kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanması Avar Hakanlığının itibarını sarstı. Tabi kavimler baş kaldırmaya ve dağılmaya başladılar. Uzun mücadeleler neticesinde, Balkanlar Bulgarlara, Tuna-Sava bölgesi Hırvat-Sloven gibi Islav kabilelerine, Bohemya sahası da Çeklerin atalarına terk edildi. Zayıflayıp küçülmesine rağmen Avar Hakanlığı yaklaşık 170 yıl daha varlığını korudu. Fakat 791’den itibaren Frank İmparatorluğunun amansız hücumları sonunda tamamen ortadan kalktı (805). Parçalanan Avar grupları Şarki Macaristan ve Balkanlara dağılıp kısa zamanda Hıristiyanlaşarak ve dillerini unutarak yerli halk içinde eridi.
Türk sözünü ilk defa resmi devlet adı olarak kullanan ve onu bütün bir millete ad vermek şerefini kazanan Göktürk Kağanlığı Doğu Sibirya’daki Yakut Türkleriyle batıdaki Oğur (Bulgar) Türklerinin bir kısmı dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri kendi idarelerinde birleştirdiler.
Göktürklerin, tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Altay Dağlarının doğu eteklerinde toplu bir halde an’anevi sanatları olan demircilikle uğraştıkları ve Juan-juan Devletine silah imal ettikleri bilinmektedir. 552’de Juan-Juan Devletinin çökmesi üzerine Göktürklerin boy beyi Uluğ Yabgu’nun oğlu Bumin ve İstemi Kağanlar Ötüken merkez olmak üzere devleti kurdular. Avar Kağanlığını yıktılar. Bumin Kağan, devletin doğu bölgesine, İstemi Kağan’da batı bölgesine hükümdar oldu.
Doğu Göktürkler siyasi bakımdan hep Çin’le karşı karşıya geldiler. Çin’le sık sık savaşlar yapılıyor, sonra arası uzun sürmeyen barış dönemleri geliyordu. Doğu Göktürk Devletinin başına Bumin kağandan sonra sırasıyla İstemi Kağan, Kara Kağan, Muskan Kağan, Tapo Kağan, İşbara Kağan, Çur Bağa Kağan, Tulan Kağan, Bilge Tardu Kağan, Türe Kağan, Şipi Kağan, Çuluk Kağan ve Kara Kağan Göktürk tahtına geçtiler. Bu Göktürk kağanları da önceki Türk hükümdarları gibi Çinli prenseslerle evleniyorlardı. Çinliler ise zaman zaman gönderdikleri diplomatlar, zaman zaman da bu Çinli hatunlar sayesinde Göktürk ülkesinde siyasi karışıklıklar ve parçalanmalar meydana getirebiliyordu. Nitekim Çinli İçing Hatunla evlenen Kara Kağan onun tesirinde kalarak Çin’e savaş açtı (630). Yapılan savaşlardan birinde Kara Kağan esir düştü ve Türkler Çin hakimiyetini tanımak zorunda kaldılar.
Göktürklerin en buhranlı döneminde açılan bu savaş Kara Kağan ve on binlerce Türk’ün esareti ve devletin yıkılmasıyla neticelendi.
582’de Doğu Göktürk Hakanlığından kesin olarak ayrılan Ötüken, Batı Moğolistan, Aral Gölü havalisi, Kaşgar, Maveraünnehr ve Merv’e kadar Horasan sahaları üzerinde hakim bulunan Batı Göktürk Kağanlığının hakimiyeti de uzun sürmedi. Tardu Kağan’dan sonra ülke şehzadeler arasında taht kavgalarına sahne oldu. Nihayet 630 yılı Doğu Göktürklerin olduğu gibi Batılıların da Çin hakimiyeti altına girdiği bir devir oldu.
630-680 arasındaki 50 yıllık zaman Göktürklerin istiklallerini kaybettikleri bir matem devresi oldu. Her ne kadar Orta Asya’da millet olarak Türkler varlıklarını, dil, inanç ve geleneklerini muhafaza etmişlerse de, müstakil bir devletten mahrumiyet Göktürkler için haysiyet kırıcı bir ıstırap kaynağıydı. Kitabelerden anlaşıldığına göre Göktürkleri bu felakete düşüren sebepler üç noktada toplanmaktadır:
1. Sonra gelen devlet adamlarının kötü idaresi: “Kağan bilge imiş, cesur imiş; buyrukları bilge imiş, cesur imiş. Beyleri de kavmi de iyi imiş, böylece ülkeyi tutup töreye göre tanzim etmişler. Sonra kardeşler, oğullar kağan olmuş, küçük kardeş büyük kardeş gibi olmadığı, oğul babası gibi olmadığı için bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar, buyrukları da bilgisiz fena imişler... Türk beyler, Türk adını atmışlar, Çin beylerinin adlarını almışlar, Çin hakanına boyun eğmişler, elli yıl işlerini güçlerini ona vermişler.”
2. Türk kavminin yanlış tutum ve davranışı: “Türk budunu... Sen aç olduğun zaman tokluğunu düşünemezsin, tok olduğun zaman açlık nedir bilmezsin. Bu sebeple hakanın iyi sözlerine kulak vermedin, yurdundan ayrıldın, harap bitkin düştün. Müstakil hanlığına karşı kendin yanıldın. Doğuya gittin, batıya gittin, kutlu yurt Ötüken’i terk ederek gittiğin yerlerde ne yaptın? Su gibi kan akıttın. Kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Türk budunu kendi hakanını, bıraktı hüküm altına girdi. Hüküm altına giren Türk budunu öldü, mahvoldu.”
3. Çinlilerin bölücü ve yıkıcı propagandası: “Çin kavminin sözü tatlı, hediyesi güzel imiş. Tatlı sözü, güzel hediyesi uzak kavimleri yaklaştırır imiş. Sonra da fesat bilgisini orada yayarmış. İyi, bilge kişiyi yürütmez imiş. Onun tatlı sözüne ve güzel hediyesine kapılan çok Türk kavmi öldü.”
Millet kendisine de şöyle sesleniyordu: “Ülkeli bir kavim idim, şimdi ülkem nerede? Hakanlı bir kavimdim, hakanım nerede? Bu düşünceler içindeki Türk prensleri zaman zaman ihtilal teşebbüslerinde bulundularsa da hepsi kanlı bir biçimde bastırıldı. Bu hareketler arasında en çok hayret verici olanı 639 yılında Kürşad’ın ihtilal teşebbüsüdür. T’ang imparatorunun saray muhafız kıtası subaylarından olan Göktürk prensi Kürşad, Türk Devletini ihya etmek için 39 arkadaşı ile gizlice anlaştı. Bazı geceler şehirde dolaşmaya çıkan İmparator yakalanarak kaçırılacaktı. Fakat planın tatbik edileceği gece ansızın patlayan fırtına yüzünden imparator saraydan çıkmadı. Kararın geciktirilmesini mahzurlu gören Kürşad ve arkadaşları bu defa doğruca saraya yürüdüler. 40 Türk, sarayı ele geçirip başşehre hakim olmayı düşünüyorlardı. Yüzlerce muhafız telef edildiyse de dışarıdan sevk edilen orduyla başa çıkılamadı. Bunun üzerine saray ordularından seçme atları alarak Vey Irmağına doğru çekildiler. Ancak fırtına ve sel, köprüleri de yıkıp götürmüştü. Irmak kenarında Çin ordusuyla savaşa tutuşan Kürşad ve arkadaşları birer birer ecel şerbetini içerek bu dünyadan göçtüler.
Kürşad liderliğindeki kırk yiğit başarısız kaldılarsa da Türk milletinin kalbinde sönmez bir istiklal ateşini tutuşturdular. Onlardan sonra bu ateşle yanan Türkler her fırsatta baş kaldırdılar. Birkaç defa daha başarısız ihtilal teşebbüsünden sonra, nihayet 682 yılında Kutluğ Şad, etrafına topladığı Türklerle istiklalini ilan etti. Dağılmış boyları bir araya topladı. Bu sebeple İlteriş ünvanını aldı. Çinli bir prensesle değil bir Türk kızıyla evlendi. Bilge Han ve Kültigin adında iki oğlu oldu. Kutluğ ölünce yerine kardeşi Kapağan Han kağan oldu. 22 yıl saltanat süren Kapağan Kağanın ölümünden sonra memleket karışıklıklar içinde kaldı. Bunun üzerine İlteriş Kutluğ Kağanın oğulları Bilge Han ile Kültigin birleşerek idareyi ele aldılar. Bilge Han kağan, Kültigin ise ordu kumandanı oldu. Böylece Türk tarihinde ilk defa iki kardeş devlet idaresinde birlikte hareket etmiş ve hiçbir kıskançlık duymadan birbirlerine yardım etmiş oluyorlardı. Bilge Kağan ile Kültigin iç ve dış bütün tehlike ve tehditleri ortadan kaldırdılar. Başkaldıran herkese boyun eğdirdiler. Ülkenin, milletin ve devletin birliği sağlandı.
Göktürkler devrinin en önemli eseri Orhun Abideleri’dir. Göktürk yazısı ile yazılan üç abide 725-735 seneleri arasında diktirilmiştir. Burada, Bilge Kağan ile kardeşi başkumandan Kültigin’in ve Bilge Kağanın kayınpederi olan Vezir Bilge Tonyukuk’un bir ara Çin esaretine düşen Türk Devletini yeniden kalkındırmak için yaptıkları gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden istifadeleri istenir. Ayrıca istiklal fikri verilir. 745’te Göktürklerin yıkılması üzerine, Uygur Hanedanı Büyük Türk Hakanlığı tahtına geçti. Uygurlar devrinde Türkistan tamamen Türkleşti ve İranlı unsurlar dillerini bırakarak eridi. Bir kısmı da batıya çekildi. 840’ta kuzeyden gelen Kırgızlar, Uygurları bugünkü Moğolistan’dan sürünce, Doğu Türkistan’a yerleştiler. İlk Uygur hakanı olan Kutluğ Bilge Kül Kağan, atalarının inancındaydı.
Uygurlar devrinde Türklük bir din arayışı içine girdi. Aralarında; Maniheizm, Budizm, hatta Hıristiyanlık yayıldı. Bu devirde Türkler, yerleşik medeniyete geçerek, Doğu Türkistan’da pekçok şehir kurdular ve kurulu şehirleri genişlettiler. Uygur alfabesiyle binlerce eser tercüme edildi. Kağıt ve matbaa kullandıkları için bazı kitapları günümüze kadar ulaşan Uygurlar, bugünkü Moğolistan’ı kaybettikten sonra imparatorluk olmaktan çıktılar. Türkistan ve Kansu’da yaşayan bir Türk hanedanıyken 840’da Karahanlı hakimiyetine girdiler.
468’den 965’e kadar diğer bir Türk kavmi olan Hazarlar, Kuzey Karadeniz ve Kafkasya’da kudretli, yüksek kültürlü bir hakanlık kurdular. Bir kısmı Müslüman olan Hazarların kağan denen hakanları daha çok Musevi dinine girdiler ve bu dine giren yegane Türk kitlesini teşkil ettiler.
Diğer taraftan Avarlardan sonra onuncu asırda Peçenekler, Balkanlar ve Karadeniz’in kuzeyinde kudretli bir devlet kurdular. Peçenekleri takiben, Uzlar ve Kıpçaklar Avrupa’ya yerleşerek, Balkanlarda bir müddet hakimiyet sürdükten sonra Hıristiyan olup, Slavlaşarak Türklüklerini kaybettiler.
Sekizinci asırla 13. asır arasında yaşıyan en tanınmış Türk kavimleri; Uygurlar, Kırgızlar, Kıpçaklar, Karluklar, Peçenekler ve Oğuzlardı. Uygurlar, Göktürkler zamanında Altay Dağlarının kuzey doğusunda yaşıyorlardı. 745’te Göktürk Hanedanına son vererek kendi hanedanlıklarını kurdular. Göktürkler zamanında Baykal Gölü ile Yenisey arasındaki Sayan Dağları havalisinde yaşıyan Kırgızlar, daha ziyade mavi gözlü ve sarışın idiler. Dokuzuncu ve onuncu asırda Müslüman tüccarlar vasıtasıyla İslamiyeti kabul ettiler. Kıpçaklar, Büyük Kıymek kavminin en önemli koluydu. On birinci asrın ikinci yarısında Sirderya Irmağının kuzeyindeki bozkırın önemli kısmına hakim oldular. Moğol istilası sırasında esir alınan genç Kıpçak Türkleri İslam ülkelerine satılmıştır. Bunlar; Bağdat Abbasi halifeleri, Türkiye Selçukluları ve Eyyubilerin hassa ordularında hizmet etmişler ve 1250 yılında Mısır’da asırlarca devam edecek olan Memluk Devletini kurmuşlardır.
Karluklar, Göktürk imparatorluğuna dahil en önemli Türk kavimlerinden birisiydi. Göktürkler zamanında Balkaş Gölünün doğu kıyıları ile Kara İrtiş Irmağı kıyılarında oturuyorlardı. Dokuzuncu asrın ortalarından 13. asra kadarCeyhun ve Tarım Irmağı ve Balkaş Gölü arasındaki Türk ülkelerini idare eden Karahanlı Hanedanı Karluk kavmindendir. Oğuzlar, Türk camiasının belkemiğini teşkil eden mühim ve en büyük koldur. Tarihteki en büyük ve en muhteşem devletleri onlar kurdular. Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar, Oğuzların birer koluydu.
Eski Türklerde devlet teşkilatı, kültür ve medeniyet
Türk cemiyetinin temeli Aile idi. Aile daha çok anne, baba ve çocuklardan meydana geliyordu. Evlenen kız veya erkek, ailesinden kendi hissesine düşenleri alarak ayrı ev kurardı. Aileden sonraki en büyük sosyal birlik Uruk (sülale) idi. Uruk veya soylar topluluğuna ise Boy denirdi. Boyların kendilerine ait, toprakları, başlarında boy beyleri bulunur, boy beyleriniyse aile ve uruk temsilcileri seçerdi.Boylar birleşerek siyasi bir birlik haline gelirse buna Budun denirdi. Budunun başına geçen kimseye Han adı verilirdi. Birden fazla budun bir merkezden idare edilirse buna İl denilmekteydi ki, bugünkü Devlet teriminin karşılığıdır.
Türklerin en belirgin özelliklerinden biri kuvvetli bir teşkilatçılık kabiliyetine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklale alıştırdığı için hiçbir zaman devletsiz olmamışlardır. Gerçekten Türklerin 2500 yıllık tarihlerinde devletsiz kaldıkları, yani istiklallerini kaybettikleri bir devre rastlanmaz. Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur. Türklerde istiklale verilen değer bazı tarihi kayıtlarda görülmektedir. M.Ö. 58’de cereyan eden bir hadise dolayısıyla Çin yıllığı, Hun devlet meclisinde yapılan şu konuşmayı nakleder:
“Bizim için tabiiyet yüz kızartıcıdır. Atalarımızdan toprakla birlikte devr aldığımız istiklalimizi Çin ile uzlaşmak bahasına feda edemeyiz. Mücadele edecek savaşçılarımız hala mevcutken devletimizi korumalıyız”.
Orhun kitabelerindeyse istiklal elden gittikten sonra durum için: “Beğ olmağa layık oğlun kul, hatun olmaya layık kızın cariye” olduğundan yakınan Bilge Kağan Türk devlet ve istiklalinin devamlılığına inancını şu sözlerle ifade etmiştir:
“Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe Türk budununun ilini, töresini kim bozabilir.”
Türk devletinin başında bulunan kimselere “Tanhu, Kağan, Han, Yabgu, İlteber” gibi çeşitli isimler verilmiştir. Bunların hükümdarlık alemetleri “taht, otağ, tuğ, davul, sorguç” gibi şeylerdi. Hükümdar tuğunun tepesinde altından bir kurt başı bulunurdu. Hükümdar yaratanın inayet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu başaramayan kağandan yaratanın, kutu, yani siyasi iktidarı geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı. Hükümdarlar devlet işlerinde daima büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar, onların razı olmadıkları işi pek yapmazlardı. Danışma meclislerinde herkes sözünü açıkça söyler hükümdarı dahi istediği gibi tenkit edebilirdi. Çünkü meclis üyeleri, asıl kuvvetlerini temsil ettikleri zümrelerden alırlardı. Hükümdarın idare selahiyeti bazı şartlarla tahdit edilmiştir. Bunların başında halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Kutadgu Bilig’te: Halkın hükümdardan isteklerini a) İktisadi istikrar, b) Adil kanun, c) Asayiş olarak sıraladıktan sonra; “Ey hükümdar sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını iste.” denilmektedir.
Hükümdarların eşlerine Katun (Hatun) denirdi. Türk kağanları çoğunlukla Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evleniyorlardı. Ancak bunlar daha çok siyasi sebeplere dayanıyordu. Ancak oğulları hükümdar olacağı için ilk eşlerini Türk kızlarından seçmeye dikkat ederlerdi. Hatunlar zaman zaman devlet işlerine karışırlar, hatta kendi başlarına hükümdar bile olabilirlerdi. Ancak onların devlet işlerine karışmaları daima şikayet konusu olmuş ve çoğunlukla kötü sonuçlar vermiştir.
Kağanların oğulları devlet işlerine alışmak üzere tecrübeli devlet adamlarının yanlarında yetişirler, sonra devletin sağ veya sol kanadına vali olurlardı. Bunlar han, şad, tigin ünvanları alırlardı.
Hükümdarın ve valilerin emirleri altında çeşitli görevler yapan devlet memurları vardı. Sivil idarede devlet meclisi üyeleri, buyruklar (nazır, bakan), iç buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç, tarkan, apa, boyla, yula, baga, ataman, tudun, yugruş, külüg, babacık vb. ünvanlarını taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu. Devletin dış siyaset işlerini idare eden memuruna “tangucı”, Osmanlılarda “tuğracı”, hükümdarların başvezir durumundaki baş müşavirlerine ise “aygucu” denirdi.
Eski Türkler daimi olarak şehirlerde yaşamadıkları için yerleri, sayıları belli bir orduları yoktu. Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı. Askerlik hizmetlerinden dolayı kimse devletten ücret almaz, savaş ganimetinden kendi hissesine düşeni götürürdü. En büyük askeri birlik 10.000 kişilik kuvvetti. Bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlarda “tümen” adı veriliyordu. Tümenler binli, yüzlü ve onlu gruplara ayrılır ve bunların başlarına binbaşı, yüzbaşı, onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi.
Ordular her çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı. Mesela başlıca silahları olan ok, yay ve kılıç, mızrak ve kargının yanında kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar, subaylarda görülmemiş savaş aletleri bulunuyordu. Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar okçu süvari birlikleriydi. Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler, sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi. Savaş sırasında yarım ay biçiminde açılırlar merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman, sol ve sağ kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu. Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu adı verirlerdi. Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi. Savaşta bir asker komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka birşey düşünmezdi.
Diğer taraftan etrafları daima düşmanla çevrili bulunan Türklerin rahat ve emin olabilmeleri disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü. Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlıyan töre herşeyden önce gelirdi. Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp örf ve adet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti. Her mevzuda törenin ne olduğunu küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi. Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasi mahkemelerde, gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde törenin hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı. Töreye hükümdar da karşı gelemezdi. Töreye muhalif düşen kağanlar tahtlarından indirilir, hatta idam edilirlerdi. Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi. Cezaları ağırdı. Ancak töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi. Zaten törenin daima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi. Öyle ki, Türk töresi milletin yüzlerce yıllık hayat tercübesinden süzülmüş kaidelerden ibaretti.
Eski Türklerin dinleri, hangi din üzere oldukları bugün hala tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Eski Türklerden günümüze bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi doğru veya yanlış pekçok değerlendirmelerin yapılmasına sebep olmaktadır. Mesela Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar, Totemcilik olarak açıklanmıştır. Oysa Totemcilik sadece bir hayvanı ata tanımaktan, yani ona değer vermekten ibaret değildir. Bir inanç sistemi olarak onun ictimai ve hukuki cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir. Bu bakımdan bunları eski Türklerde Totemcilik inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir.
Birçok tarih kitabındaysa eski Türklerin Şaman dinine sahip oldukları iddia edilmektedir. Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır. Türkler, Tunguzca bir kelime olan “Şaman” yerine “kam” kullanırlardı. Kam tabiat-üstü kuvvetlerle temasa geçebilen insandır. Bunlar kendilerine göre bir takım usullerle trans haline girer, yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi. İslamiyetten önce Arabistan’daki kahinlere benzeyen bu kişiler yani kam veya şamanlar din adamı olmaktan ziyade birer kabile büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar aleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı. Bu büyücülere olan inancı din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler Tengri (Tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar. Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır, her işte onun rızası düşünülürdü. Kaza ve kadere inanırlar, Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi. Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu. Bazıları bu sebeple Tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler. Oysa Orhun Kitabelerinde; “Üstte mavi gök, altta yağız yer yarattıkta ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” denilerek bunların mahluk oldukları belirtilmiştir. Yine onların “Tanrı yapar, Tanrı yaşar” inancına göre Tanrı mahluk değil yaratandır. Dolayısıyla Gök-tanrı meselesinin Gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil olsa olsa yanlış bir inanışla Tanrının gökyüzünde, yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir. Nitekim bugün dahi çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan; “Üstümüzde Allah var!” sözü bazan kullanılmaktadır.
Diğer taraftan eski Türklerde ahlaki prensipler bakımından zina etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa başka bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak gibi hususlar büyük suç olarak kabul edilip bunları yapanlar çok ağır cezalarla cezalandırılırlardı.
Yukarıda belirtilen temel itikadi ve ameli esaslar İslamiyetle büyük bir benzerlik göstermektedir. Cenab-ı Hakk’ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre hazret-i Nuh’un oğlu Yafes’in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği çok büyük ihtimal dahilindedir. Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne isim verdiği üzerinde durulmalıdır. Nitekim uçmak (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyamet), yek (şeytan), yazuk (günah) ıstılahlarının her biri İslamiyette de görülmektedir. Bu durumda Türklerin, sonradan zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle dinlerine hurafeler, yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır. Göktürklerin ilk yıllarında Budistler onların ülkelerinde tapınaklar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar. Mukan Kağan’ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581) Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca beyleri bu işe karşı çıktı. Aynı şekilde Bilge Kağan, Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca Bilge Tonyukuk karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi.
İlk defa Uygur Kağanı, Böğü Kağan (759-779) Tibet Seferi sırasında Mani dinini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti böylece resmen Mani dinine girdi. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldular. Avrupa’ya giden Türklerden Hazarlar Musevi dinine girdiler. Avrupa’daki diğer Türk kavimleriyse Hıristiyanlaşarak milli benliklerini kaybettiler.
Türklerin İslamiyete girişi
Peygamber efendimizin İslamiyeti tebliğiyle birlikte dünyanın ücra köşesinde yaşayan küçük bir kavim, ilahi bir tecelli sonucu yeni ve büyük bir millet haline geldi. Meçhul, basit bir hayat süren ve hatta aşağılanarak yaşayan insanlar hidayete erince birdenbire tarihin mümtaz kahraman, fatih ve dahileri oldular. Halife hazret-i Ömer, emrindeki bir avuç Müslüman gazisiyle 641’de Suriye ve Mısır kıtalarını fethederek koca Doğu Roma’nın kanatlarını kırdı. 642’de Büyük Sasani İmparatorluğunu yıkarak Ceyhun kenarına ulaştı ve Türklerle temasa geldi. Ancak bu devrede İslamın merkezinde hazret-i Ömer ve yerine geçen hazret-i Osman’ın şehit edilmeleri ve sonraki yıllarda başlayan iç mücadeleler 8. yüzyıl başlarına kadar Türklerle İslamların münasebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi. Bazı kaynaklarda hazret-i Muaviye döneminde Ubeydullah bin Ziyad’ın Müslüman olan Türkleri Kufe’ye yerleştirdiği bildirilmektedir. Daha sonra Emeviler tarafından İslam İmparatorluğunun bütün doğu bölgelerini içine alan Irak umumi valiliğine Haccac’ın getirilmesi ve bunun da Horasan’a devrin sayılı kumandanlarından Kuteybe bin Müslim’i tayin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi. Müslümanlar kısa zamanda Maveraünnehr’e hakim olduktan sonra Talas’a kadar akınlarda bulundular. Ancak Türgeş Kağanı Şulu Han idaresindeki Türkler 720 yılından itibaren cephelerdeki hakimiyeti ele alarak Emevi ordularını bozguna uğrattı. Böylece Emeviler döneminde Türkler karşısında başlangıçta başarıyla sürdürülen mücadeleler neticede muvaffakiyetsizlikle son buldu. Ancak bu mücadeleler Türklerin İslamiyeti yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin hazırladı. Kısa bir süre sonra da Türklerin İslamiyetin bayraktarı olarak dünya sahnesine çıkmasına vesile oldu.Türklerin hiçbir baskı veya zor durumda kalmaksızın İslamiyeti kabul etmeleri üç ana sebebe dayanmaktadır: Birincisi Türklerin inanç ve yaşayış sistemlerinin İslamiyete çok yakın olması. Tek bir yaratıcıya iman, ahiret ve ruhun ölmezliğine inanma ve yaratıcıya kurban sunma gibi temel inanışlar İslamiyette de vardı. Buna zina, hırsızlık, gasp, adam öldürme, yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar Türklerde olduğu gibi İslam dininde de şiddetle men ve yasak ediliyordu. Nihayet, İslamiyetteki cihad emri, Türkün alplik ve fütuhat görüşüne uygun düşüyordu. Bu gibi sebeplerle öncelikle Maveraünnehr (Türkistan) bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında İslamiyet yayılmaya başladı. Türklerin İslamiyetle şereflenmelerinin ikinci safhası da bu sırada gerçekleşmeye başladı. Daha kuzeyde ve batıda yer alan Müslüman olmayan Türkler bilhassa Türkistan’la ticari faaliyetleri sırasında kendi dillerini konuşan ırkdaşlarının dinine daha çabuk ve kolaylıkla girdiler.
Türkistan Türkleri arasında İslamiyetin bu ilk yayılışıyla diğer Türklerin başka yabancı dinlere girişi hemen hemen aynı devreye rastlar.
Doğuda Uygurlar Mani, kuzeyde Hazarlar Musevi ve batıda Tuna Bulgarları Hıristiyanlık dinine girerlerken Maveraünnehr’deki Türkler arasında da İslamiyet 8. asrın başından itibaren yayılmaya başladı. Bu durumun diğer Türk ülkelerini de tesir ve cazibesi altına almaya başlaması Abbasiler döneminde vuku buldu. Abbasi sultanlarının Türklere karşı fevkalade yakınlık göstermeleri bu faaliyetin daha da süratlenmesine sebep oldu. Halife El-Mansur (754-775) zamanından itibaren Türkler, Arap ordularına asker olarak dahil olmaya başladı. El-Me’mun döneminde (813-833) Türklerden hususi muhafız birlikleri teşkil olunmaya başlandı. Nihayet halife Mu’tasım zamanında (833-842) halifelik ordusunun esasını Türkler meydana getiriyordu. Türk ordusu için Samarra şehrini inşa eden halife, sarayını ve payitahtını da buraya nakletti. Müellifler artık Türklerin, Araplarla aynı millet gibi olduklarını (İslam milleti) ve Bizanslılar gibi müşrikler yanında gayri müslim Oğuzlarla bile harp ettiklerini yazmaktadır. Halife el-Mütevekkil zamanında (847-861) ise Abbasi Devletinin en önde gelen üç şahsiyeti Türktü. Onuncu asrın ilk yarısında emirül-ümeralığa iki Türk kumandanı Beckem ve Tüzün getirilmişti. Türklerin Bağdat’ta idareyi ele almaları üzerine uzak eyaletlerde bulunan Türk valiler, müstakil birer hükümdar gibi hareket etmeye başladılar. İlk Müslüman-Türk devletlerinden bazıları bu suretle kuruldu. Bunlar arasında Mısır’daki Tulunoğulları Devleti (868-905), Ahmed bin Tulun isminde bir Türk kumandanı tarafından kurulmuştur. Ahmed bin Tulun, Dokuz Oğuz Türklerindendi. İbn-i Tulun, Mısır’ı birçok mimari eserle süslemiştir. Tulunlular Devleti, 905’te sona ermiş ve yerine az zaman sonra Tuğaçoğlu Mehmed’in kurduğu Türk İhşidiler Devleti ortaya çıkmıştır. (Bkz. Tulunoğulları, İhşidoğulları)
Ancak bu devletlerde idareci zümrenin Türk olmasına karşılık esas kitle, yani halk tabakası daha çok Mısırlılardan müteşekkildi.
İslamiyetin devlet ve halk olarak Türkler arasında kabulü ilk defa İtil (Volga) Bulgarları arasında gerçekleşti. Batıya giden Tuna Bulgarları toplu olarak Hıristiyanlaşırken İtil boyu ve Kazan havalisinde kalan asıl Büyük Bulgarlar bilhassa Türkistan’la olan ticari münasebetleriyle tanıma fırsatını buldukları İslamiyeti severek kabul ettiler. Bulgar Hanı Almış, 920’de Bağdat halifesine müracaatla İslamiyetin öğretilmesi ve kaleler inşası için kendilerine din ve ihtisas adamı gönderilmesini istedi. Halife Muktedir Billah tarafında gönderilen kalabalık bir elçi heyeti 922 Mayısında Bulgar memleketine geldi. Almış Han ve maiyeti elçilere fevkalade bir hürmet ve kabul gösterdiler. Bu tarihten itibaren Bulgar memleketi Abbasi halifelerine bağlı bir Müslüman yurdu haline geldi. Ülkede Abbasi halifesi ve Bulgar Hanı namına sikkeler basılmakta, taş camiler saraylar, kaleler ve diğer binalar inşa edilmekteydi. Bulgarlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra, Türk-İslam medeniyetinin kuzeybatısında en ileri bir ucu olmakla büyük bir değer kazandılar. Bulgar ülkesine gelen Abbasi elçilik heyeti içerisinde yer alan İbn-i Fadlan yazdığı seyahatnamesinde bu ülke insanlarının temiz, doğru, çalışkan ve samimi bir Müslüman olduklarından bahsetmekte ve Bulgar ilinde gecelerin çok kısa olması dolayısıyla Türklerin “sabah namazını” kaçırmamak için bir ay geceleri uyumadıklarından bahsetmektedir. Bu sözler Türklerin İslamiyeti ne derece kuvvetli bir imanla kabul ettiklerini göstermektedir.
Müslüman Türk devletleri
İtil Bulgarlarından sonra ilk Müslüman Türk devletleri Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular idi. Karahanlılar 944 senesinde İslamiyeti resmi din olarak kabul etti. Karahanlılar arasında İslam dininin yayıcısı Abdülkerim Satuk Buğra Hanın oğlu Musa Baytaş oldu. Karahanlı hükümdarı 999 senesinde Abbasi halifesi tarafından İslam hükümdarı olarak tanındı. Hakanlığın sınırları Balasagun, Özkend ve havalisine, Tarım havzasının batı kısmına, Balkaş Gölüne, Hindikuş, Karakurum dağları dolaylarına kadar yayıldı. Ülke, doğu ve batı diye ikiye ayrılmıştı. Doğu Karahanlılar 1090, Batı Karahanlılar ise 1089’da Selçuklulara bağlandılar. Karahanlılar devrinde 200.000 çadır Türk halkı İslamiyeti kabul etmiştir. (Bkz. Karahanlılar)962 senesinde Alptekin (Alb Tekin) adlı bir Türk kumandanı Afganistan’ın Gazne şehrini zaptederek Gazneliler Devletini kurdu. 977’de devletin başına Sebük Tekin geçti. Sebük Tekin, iyi bir devlet adamı, mahir bir kumandandı. Bütün Afganistan ile Horasan ve İran’ın doğu kısımlarını idaresi altına aldı. Hindistan’a zaferle neticelenen bir sefer düzenledi. Oğlu ve halefi olan Mahmud, yalnız Gazneli Devletinin değil Türk tarihinin de en büyük simalarından biridir. Hindistan’a on yedi defa sefer düzenleyerek büyük zaferler kazandı. Bu ülkede İslamiyetin köklü şekilde yerleşip gelişmesinde önemli rol oynadı. Gazneli Mahmud, aynı zamanda İran’ın orta eyaletleriyle Harezm topraklarını da ülkesine katarak zamanının en büyük hükümdarı oldu ve Abbasi halifesinden ilk defa olarak, sultan ünvanını aldı. Gazneliler, 1040 senesinden sonra Selçuklulara tabi oldular. 1186 senesinde de Gurlular tarafından tamamen ortadan kaldırıldılar. (Bkz. Gazneliler)
Onuncu asrın ikinci yarısında Seyhun Nehri kıyısı ile bunun kuzeyinde yaşıyan Oğuzlar, Semerkand ve Buhara taraflarına inmeye başlamışlardı. Buhara taraflarına inen Oğuzların başında Kınık boyundan Selçuk Beyin oğulları vardı. Selçuk Beyin torunlarından Tuğrul ve Çağrı beyler, çetin şartlar içinde Selçuklu Devletini kurdular. Tuğrul Bey, 1064 senesinde vefat ettiği zaman, kurduğu devletin sınırları Ceyhun’dan Fırat’a kadar uzanıyordu. Yerine geçen Alparslan (Alb Arslan), 1071’de Malazgirt Ovasında Bizanslıları mağlup ederek Anadolu’nun Türk ülkesi olmasını sağladı. Bu zaferden sonra Anadolu’nun fethine Kutalmış Beyin oğulları memur edildiler. Kutalmışoğlu Süleyman Şah, büyük zaferler kazanarak Üsküdar’a kadar geldi ve İznik’i hükumet merkezi yaparak Türkiye Selçuklu Devletini kurdu. Süleyman Şahtan sonra Birinci Kılıç Arslan, Birinci Mes’ud ve İkinci Kılıç Arslan Türkiye Selçuklu Devletinin başına geçerek, Türk milletine büyük hizmetler verdiler. On üçüncü asırda Moğol istilası, İran, Horasan ve Maveraünnehr taraflarında yaşayan alim ve evliyanın hemen hepsinin Anadolu’ya gelmelerine sebep oldu. Bu istila Selçuklu Devletinin de ortadan kalkmasına sebep oldu. Fakat çok geçmeden yüksek yaylalarda yaşıyan Türkmen beyleri Anadolu’yu istilacıların elinden kurtarmaya muvaffak oldular. Bu Türkmen beylerinden birisi de Osman Beydi. 1299’dan itibaren gelişen Osmanlılar, manevi yapısı ve teşkilatı bakımından Selçuklu Türklüğünden devr aldığı birçok değerlerle cihanın en büyük devletlerinden birini kurmaya muvaffak olmuşlardır.
Söğüt’te kurulan Osmanlı Devleti, kısa zamanda Batı Anadolu’ya hakim olarak 1356’da Rumeli’ye ayak bastı. Bu geçiş çok mütevazi başlamakla beraber, şiddetli Haçlı mukabelesiyle karşılaşıldı. Fakat fevkalade bir kudret ve üstün vasıflara sahip olan Osmanlılar, Haçlıları 1363’te Edirne civarında Sırpsındığı mevkiiyle 1389’da Kosova ve 1396’da Niğbolu’da hezimete uğrattılar. Böylece bu gazi devlet Rumeli’de sağlam bir şekilde yerleşti. Bu arada Anadolu’da yapılan ilhaklarla da genişledi ve Malatya’ya kadar uzandı. Niğbolu Zaferi, Türk ilerleyişini durdurmanın mümkün olmadığını Hıristiyan Avrupalılara gösterdi. Hıristiyan Batı alemine galip gelen Osmanlıların, doğuda Timur Hana mağlup olması, Anadolu’daki birliği tekrar sarstı. Ancak fetret devrinde sarsıntı Rumeli’den daha çok Anadolu’da meydana geldi.
Fetret devrinden sonra devletin başına geçen ve ikinci kurucu olarak adlandırılan Çelebi Sultan Mehmed Han, Osmanlı Devletini tekrar canlandırdı. Oğlu Sultan İkinci Murad Han, 1444’te Varna ve 1448’de İkinci Kosova Meydan Muharebelerinde Haçlılara karşı yeni zaferler kazandı. Osmanlılar bu suretle Anadolu’da Türk ve İslamın maddi ve manevi mirasını toplayarak, yeni bir fikir ve medeniyet sentezi kurdular.
Türk tarihinde ilk defa olarak, Osmanlıların merkezi bir devlet sistemi ile meydana çıkması büyük bir siyasi yenilik oldu. Gerçekte Osmanlı Hanedanı, diğer Anadolu beyleri gibi milli örf ve geleneklerini muhafaza ettiği halde, devletin taksim edilemez mukaddes bir varlık olduğunu kavramış, şehzadelerin ve boy beylerinin siyasi hakimiyete ortak olmalarına imkan vermemiş ve bu sayede merkeziyetçi, sağlam, istikrarlı bir devlet ortaya çıkarmayı başarmıştı. Fatih Sultan Mehmed Han, Anadolu beylerinin ve kendi içinde gelişen devleti sarsıcı hanedanların geriye kalanlarını bertaraf ederek merkeziyetçi otoriteyi daha da sağlamlaştırdı. Daima devlet birliği şuuruna ve nizam-ı alem mefkuresine bağlanan Osmanlı inancı bakımından, Sultan İkinci Bayezid Hanın; “Osmanlı Devleti öyle başı örtülü namuslu bir gelindir ki, iki kişinin talebine tahammül edemez.” sözü çok yerinde ve pek önemlidir.
İslam birliğini sağlamak ve Anadolu’dan Şii-Safevi propagandasını kaldırmak isteyen Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmail üzerine sefer düzenledi. Şah İsmail’i saf dışı bıraktıktan sonra yıldırım süratiyle Mısır ordularını 1516 Mercidabık ve 1517 Ridaniye Zaferleriyle mağlup etti. Bu zaferlerden sonra bütün Arap ülkeleri Yavuz’un hakimiyeti altına girdi. Bu durum üzerine Mekke ve Medine emiri mukaddes şehirlerin anahtarlarını Sahib-ül-Haremeyn ünvanıyla Yavuz Sultan Selim Hana teslim etti. Fakat o, bu ünvanı kabul etmeyip; “Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana Hadim-ül-Haremeyn deyin!” demiştir. Yıldırım süratiyle kıtaların fethini sekiz senelik saltanatına sıkıştıran bu büyük fatihin, cihan hakimiyeti teşebbüsüne ve Avrupa’yı fethe kararlı olması tabiiydi. Fakat ecel onun dünyayı tek ve yüksek nizama kavuşturmasına fırsat vermedi.
Sultan Birinci Süleyman Hanın yarım asır süren saltanatı, Türk ve Osmanlı cihan sulhü davasının en yüksek ve kudretli devrini teşkil eder. Zamanında Türk ordusu 1526’da mutlak bir zafer kazandı ve Orta Avrupa yolu Türklere açıldı. Artık Osmanlı ordusu Orta Avrupa’yı çiğniyor, Viyana’yı geride bırakarak Gratz, Merburg, Gunis gibi birçok Alman şehrini fethediyordu.
On altıncı asrın sonlarıyla 17. asırda Osmanlı siyasi kudreti gibi ictimai nizamı da kuvvetini devam ettirmiştir. Devlet; liyakat, ahlak, maddi ve manevi disiplin ve çalışma üzerine kurulmuştu. Osmanlıda, şahsi meziyet ve kabiliyetten başka hiçbir şeye kıymet verilmezdi. Herkes liyakat, bilgi, ahlak ve seciyesine göre bir mevkiye tayin edilirdi. Ahlaksız, bilgisiz ve tembeller hiçbir zaman yüksek mevkilere çıkamazlardı. Osmanlıların muvaffakiyeti ve bütün dünyaya hakim olmalarının hikmeti buydu.
On yedinci asrın ikinci yarısından sonra devletin siyasi ve askeri kudretinde zaaf başlamış, idari ve ilmi müesseselerde bozukluklar meydana çıkmış, bunun neticesinde gerileme başlamıştır. Anadolu’da çıkan ve memleketi harap ve perişan eden kızılbaş teşvikli Celali ayaklanmalarını bastırmak için çok büyük gayretler sarf etmek ve uzun seneler uğraşmak icap etmişti. Amerika’nın keşfiyle götürülen Afrikalı köleler, nice zulümlerle Avrupalı zalimler için bol bol gümüş çıkardılar. Avrupa yoluyla Osmanlı ülkesine de bol miktarda giren gümüş, fiyatları altüst etti. Gümüş olan Osmanlı akçesinin değeri düştü. Devletin düştüğü zor durumdan kurtarılması için zaman zaman hükümdar ve devlet adamlarının giriştikleri teşebbüsler, müspet neticeler verdiyse de, bilhassa yeniçerilerin çıkardıkları isyanlar bunların devamlılığını baltaladı.
Türkler, 17. asırda da Avrupa’ya medeniyet verici durumdayken, 18. asırdan itibaren alıcı olmaya ve iktibaslar yapmaya mecbur bulunduklarını kabul etmişlerdir. On sekizinci asrın başlarından itibaren tahta geçen padişahların hemen hepsi bu gerilemenin farkına varmışlar, batıdan faydalanarak, ıslahat yapmak istemişlerdir. Sultan İkinci Mahmud Han, yeni, düzenli bir ordu kurduğu gibi, hükumet teşkilat ve usullerinde değişiklik yapmıştır. Bu faydalı yenilik hareketleri yanında, siyasi bakımdan birçok felaket vuku buldu. Fransız İnkılabının ortaya attığı milliyetçilik fikirlerinin Osmanlı ülkesinde ırkçılık şeklinde yayılması, dış tahrikli Sırp ve Yunan isyanları, Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için hadiselere müdahale ederek işi çıkmaza sokmaları, Rusya’nın emperyalist ve an’anevi siyasetine uygun olarak harp açması, Mısır valisi Mehmed Ali Paşanın isyanları bu felaketlerin başlıcalarıdır.
Bütün bu karışıklıkların halli için çareler arayan Osmanlı padişahı Sultan İkinci Mahmud Han, Avrupa’daki teknik ilerlemeden istifade niyetiyle hocalar getirtti. İlk defa 1834 yılında Avrupa’ya talebe gönderdi. Avrupa başşehirlerinde daimi büyükelçilikler kurdu. Fakat Avrupa’ya gönderilen bazı talebeler, fen alanındaki ilerlemeleri alacakları yerde, nefislerini tatmin peşine düştüler. Hıristiyan Avrupalının köhneleşmiş ahlakına talip oldular. Ahlaki ve manevi değerlerini kaybederek, Osmanlı ülkesine dönen bu talebelerin ilk işi, kendilerini para ve kadınla elde eden Osmanlı düşmanlarının menfaatleri için çalışmalara başlamak oldu. İngilizler tarafından yetiştirilip mason yapılan Londra büyükelçisi Mustafa Reşid Paşa, Sultan Mahmud Hanın vefatından sonra on altı yaşında padişah olan Abdülmecid HanıGülhane Hatt-ı Hümayununun ilanına ikna etti.
Böylece 3 Kasım 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile yeni düzene ait esaslar belirlendi. Osmanlının isteklerinden çok Avrupalıların arzularına uygun olarak hazırlanan bu fermanda, Müslümanlardan çok Hıristiyan tebeanın menfeatı gözetilmişti. Tanzimat-ı Hayriye Fermanı denerek yeni ve parlak bir devir açtığı iddia edilen bu hatt-ı hümayunla, Müslüman ve gayri müslim bütün tebeanın ırz, namus ve can güvenliğinin sağlanacağı, verginin ve askerlik işlerinin düzenli bir usule bağlanacağı vad ediliyor ve bu fermana dayanılarak çıkarılacak kanunlara saygı gösterileceği belirtiliyordu. Tanzimat döneminde hukuk, askerlik, eğitim, öğretim ve idare alanlarında birçok değişiklikler yapıldı. Gülhane hattının eşitlik ilkesine rağmen, askerlik mükellefiyetine yalnız Müslümanlar tabi kılınarak gayri müslimler muaf tutuldu.
Fransız inkılabı neticesinde dünyaya yayılan milliyetçilik fikirleriyle ülkede isyanlar çıktı. Neticede asilere idari imtiyazlar ve muhtariyet verilmesi, Avrupa’ya ilim için giden gençlerin, Avrupa bilim ve siyaset adamlarının Türkiye ve Türkler hakkındaki müspet ve menfi fikir ve kanaatlerini öğrenmeye başlamaları gibi bazı sebepler, Osmanlı Devleti içindeki çeşitli kavimlerin milli şuur ve milli devlet fikirlerini kuvvetlendirmiş ve çözülme hareketleri başlamıştır. Bunun yanısıra, tebeanın kamu önünde ve siyasi haklar yönündeki eşitliğini kafi görmeyerek, meşruti bir hükumet idaresinin kurulması için mücadeleye girişen veOsmanlı düşmanı devletler tarafından desteklenen Genç Osmanlılarda idareye karşı hoşnutsuzluk başgösterdi. Genç Osmanlıların fikirlerini paylaşan Midhat Paşa, padişahın fikir ve icraatına muhalefet eden Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Rüştü Paşa, birlik olup Sultan Abdülaziz Hanı şehit ederek Beşinci Murad’ı tahta çıkardılar. Sultan Murad Han, hastalığı sebebiyle üç ay sonra tahttan indirilerek, veliahd Abdülhamid, Ağustos 1876’da tahta çıkarıldı.
Sultan İkinci Abdülhamid Hanın tahta çıktığı 1876 senesi, Türk tarihinin gerçek dönüm noktalarından biri oldu. Dahilde pekçok mesele vardı. Dışarda ise Midhat Paşanın arzu ve isteğiyle Rusya ile bir savaş yaklaşıyordu. Avrupa devletlerinin Osmanlı hakimiyetindeki Hıristiyan tebeayı durmadan kışkırtmaları bilhassa Balkanlarda birkaç eyaletin kan, ateş, isyan ve huzursuzluk içine düşmesine yol açtı. Mali durum bir hayli zayıflamış, Tanzimatla verilen tavizlerle Osmanlı sanayii ve ticareti çökertilmişti. Ayrıca devletin coğrafi durumu yabancı istila ve müdahalelere açıktı. Türk olmayan eyaletler, Avrupa devletlerinde olduğu gibi, sömürge muamelesi görmediği, anavatanın birer parçası sayıldığı halde, dışa dayalı isyanlar durmak bilmiyordu. Devamlı dış baskılar ve bitip tükenmek bilmeyen savaşlar, devletin kalkınmasını engelliyordu. Avrupa devletlerinin kendi çıkarları için tahrik ettikleri Ermenilerin muhtariyet elde etmek gayesiyle ihtilalci komiteler kurarak ülkede hadise çıkarmaya başlamaları, devlet için ayrı bir meşgale oldu. Ayrıca Bulgar, Yunan ve Sırp çetelerinin meydana getirdikleri hadiseler, devleti uğraştırdığı gibi, yabancı müdahalelere de yol açtı.
Sultan İkinci Abdülhamid, batı devletleri ve Rusya’nın her türlü baskıları karşısında, devlet birliğini korumak için tek çıkar yolun, Müslüman tebeayı din bağıyla bütünleştirmek olduğunu biliyor ve bu birliğin yalnız Osmanlı ülkesinde değil, diğer Müslümanlar arasında da te’sisine çalışıyordu. Memleketin iktisadi kalkınmasına çok önem verdi. Ulaştırma ve haberleşme sahalarında ıslahat, eğitim konusunda ciddi hamleler yaptı. İngiltere ve Fransa’nın dostluk ve yardımlarına güvenilmediğinden, Alman dostluğuna önem vererek denge sağlamaya çalıştı. Zamanla Sultan’ın idaresine karşı doğan muhalefet, Genç Türkler denilen kişiler tarafından ilerletilerek İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında siyasi bir teşkilat kuruldu. Bunların baskısıyla 23 Temmuz 1908’de meşrutiyet rejimi yeniden yürürlüğe konuldu. İttihatçıların tertibi ile 31 Mart Vak’ası olarak bilinen bir ayaklanma çıkarıldı. Hadiseyle alakası olmadığı halde Padişah, bu bahaneyle, tahttan indirilip, yerine Beşinci Mehmed Reşad tahta çıkarıldı. İktidara cemiyet taraftarı devlet adamları getirildi ve o zamana kadar idari işlere karışmayan İttihad ve Terakki Cemiyeti, söz sahibi oldu. 1912’de başlayan Balkan Harbinde Osmanlı ordusunun yenilmesi üzerine, Enver Beyin başkanlığında küçük bir subay topluluğu, Ocak 1913’te Babıali’yi basarak sadrazam Kamil Paşayı istifaya zorladı. Böylece İttihad ve Terakki Cemiyeti devletin mukadderatını doğrudan ele aldı ve sonunda kötü bir akıbete yol açtı.
Yeni iktidar zamanında felaketler birbirini takip etti ve devletin çöküşü hızlandı. Trablusgarb, Balkan Savaşları ve nihayet ittifak devletleri safında girilen Birinci Dünya Savaşı, devletin yıkılışının başlangıcı oldu. Savaş sonunda imzalanan Mondros Mütarekesiyle Osmanlı Devleti baştan başa işgal edildi. Sultan Vahideddin, bölünmüş, parçalanmış hatta işgal edilmiş bir devletin başına geçti ve bütün imkansızlıklara rağmen İstiklal Mücadelesini başlattı. Mustafa Kemal’in liderliğinde gerçekleştirilen, Milli Mücadele diye de bilinen Türk İstiklal Savaşı sonunda, 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalandı. 29 Ekim 1923’teCumhuriyet ilan edildi.
Bugün Uzakdoğu’daki Sakalin Adalarından, batıdaki Balkan Adacığına kadar iki Avrupa kıtası büyüklüğünde bir alanda yaşayan Türklerin ekseriyeti BDT ile Çin ve İran hudutları içinde bulunmaktadır.
Türk milletinin müstakil milli devleti olarak Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bulunmaktadır.
Diğer taraftan 19. yüzyılda Rus işgaline uğrayan Orta Asya Türk Birlikleri uzun yıllar bu devletin sömürüsü ve zulmü altında kaldıktan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için mücadeleye başlamışlar ve 1991 de bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bunlar Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan Cumhuriyetleridir.
Türk devletleri: Türkler, uzun bir geçmişe sahiptir. Tarihte aktif bir rol oynayıp, pekçok siyasi teşekküller meydana getirmişlerdir. Bunların sayısı yüzün üzerinde olup, çoğu birbirinin devamı mahiyetinde iktidarlardır. Ülkenin hanedan mensupları arasında paylaşılması, devletin adı, tarihi, sayısı ve bütünlüğü anlayışında çeşitlilik arz eder. Türk devletleri; Asya, Avrupa, Afrika, Asya-Avrupa, Asya-Afrika, Asya-Avrupa-Afrika kıtaları üzerinde kurulmuştur.
Türk Devletleri
Büyük Türk Devletleri
Büyük Hun İmparatorluğu(M.Ö.4. asır-M.S.48) Avrupa (Batı) Hun İmparatorluğu(374-469) Akhun (Eftalit) İmparatorluğu(4. asır sonları - 577) Birinci Göktürk İmparatorluğu(552-582) Doğu Göktürk İmparatorluğu(582-630) Batı Göktürk İmparatorluğu(582-630) İkinci Göktürk İmparatorluğu(681-744) Uygur İmparatorluğu(744-840) Avrupa Avar İmparatorluğu(6. asır-805) Hazar İmparatorluğu(7. asır-965) Karahanlı Devleti(840-1042) Gazneli Devleti(962-1187) BüyükSelçuklu Devleti(1038-1194) Harezmşahlar Devleti(1097-1231) Osmanlı Devleti(1299-1922) Timurlular Devleti(1370-1506) Babürlüler (Gürganiyye Devleti)(1526-1858)Devletler
Kuzey Hun Devleti(48-156) Güney Hun Devleti(48-216) Birinci Chao Hun Devleti(304-329) İkinci Chao Hun Devleti(328-352) Hsia Hun Devleti(407-431) Kuzey Liang Hun Devleti(401-439) Lov-lan Hun Devleti(442-460) Tabgaç Devleti(386-557) Doğu Tabgaç Devleti(534-557) Batı Tabgaç Devleti(534-557) Doğu Türkistan Uygur Devleti(911-1368) Liang Şa-t’o Türk Devleti(907-923) Tana Şa-t’o Türk Devleti(923-936) Tsin Şa-t’o Türk Devleti(937-946) Kan-çou Uygur Devleti(905-1226) Türgiş Devleti(717-766) Karluk Devleti(766-1215) Kırgız Devleti(840-1207) Sabar Devleti(5. asır-7. asır arası) Dokuz Oğuz Devleti (5. asır sonu-6. asır sonu) Otuz Oğuz Devleti(5. asır sonu-6. asır sonu) Basar-Alan Türk Devleti(1380-?) Doğu Karahanlı Devleti(1042-1211) Batı Karahanlı Devleti(1042-1212) Fergana Karahanlı Devleti(1042-1212) Oğuz-Yabgu Devleti(10. asrın ilk yarısı-1000) Suriye Selçuklu Devleti(1092-1117) Kirman Selçuklu Devleti(1092-1307) Türkiye Selçuklu Devleti(1092-1307) Irak Selçuklu Devleti(1157-1194) Eyyubiler Devleti(1171-1348) Delhi Türk Sultanlığı(1206-1413) Mısır Memluk Devleti(1250-1517) Karakoyunlu Devleti(1380-1469) Akkoyunlu Devleti(1350-1502)Beylikler
Tulunlular(868-905) İhşidiler(935-969) İzmir Beyliği(1081-1098) Dilmaçoğulları Beyliği(1085-1192) Danişmendli Beyliği(1092-1178) Saltuklu Beyliği(1092-1202) Ahlatşahlar Beyliği(1100-1207) Artuklu Beyliği(1102-1408) İnaloğulları Beyliği(1098-1183) Mengüçlü Beyliği(1072-1277) Erbil Beyliği(1146-1232) Çobanoğulları Beyliği(1227-1309) Karamanoğulları Beyliği(1256-1483) İnançoğulları Beyliği(1261-1368) Sahib Ataoğulları Beyliği(1275-1341) Pervaneoğulları Beyliği(1277-1322) Menteşeoğulları Beyliği(1280-1424) Candaroğulları Beyliği(1299-1462) Karesioğulları Beyliği(1297-1360) Germiyanoğulları Beyliği(1300-1423) Hamidoğulları Beyliği(1301-1423) Saruhanoğulları Beyliği(1302-1410) Aydınoğulları Beyliği(1308-1426) Tekeoğulları Beyliği(1321-1390) Eretnaoğulları Beyliği(1335-1381) Dulkadiroğulları Beyliği(1339-1521) Ramazanoğulları Beyliği(1325-1608) Doburca Türk Beyliği(1354-1417) Kadı Burhaneddin Ahmed Devleti(1381-1398) Eşrefoğulları Beyliği(13. asrın ortaları-1326) Berçemeoğulları Beyliği(12. asır) Yarluklular Beyliği(12. asır)Atabeylikler
Böriler(1117-1154) Zengiler(1127-1259) İl-Denizliler(1146-1225) Salgurlular(1147-1284)Hanlıklar
Büyük Bulgarya Hanlığı(630-665) İtil (Volga) Bulgar Hanlığı(665-1391) Tuna Bulgar Hanlığı(681-864) Peçenek Hanlığı(860-1091) Uz Hanlığı(860-1068) Kuman-Kıpçak Hanlığı(9. asır-13. asır) Özbek Hanlığı(1428-1599) Kazan Hanlığı(1437-1552) Kırım Hanlığı(1440-1475) Kasım Hanlığı(1445-1552) Astırhan Hanlığı(1466-1554) Hive Hanlığı(1512-1920) Sibir Hanlığı(1556-1600) Buhara Hanlığı(1599-1785) Kaşgar-Tufan Hanlığı(15. asır başları-1877) Hokand Hanlığı(1710-1876) Türkmenistan Hanlığı(1860-1885)Cumhuriyetler
Azerbaycan Cumhuriyeti(1918-1920) Batı Trakya Türk Cumhuriyeti(31 Ağustos 1913) (II: 1915-1917) (III: 1920-1923) Türkiye Cumhuriyeti(1923-.....) Hatay Cumhuriyeti(1938-1939) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti(1983-....) AzerbaycanCumhuriyeti (1991-....) Kazakistan Cumhuriyeti (1991-....) Kırgızistan Cumhuriyeti (1991-....) Tacikistan Cumhuriyeti (1991-....) Özbekistan Cumhuriyeti (1991-....) TürkmenistanCumhuriyeti (1991-....)Kültür ve medeniyet
İlk Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılarda, ülkenin doğusunu idare eden büyük hakana Arslan Han adı verilirdi. Onun hakimiyeti altında batı bölgelerini Buğra ünvanını taşıyan diğer bir han idare etmekteydi. Sonra devlet merkezinde hakanlara vekalet eden, Erkan, Sağun gibi ünvanlar alan İligler ve Tekin diye anılan şehzadeler geliyordu. Ayrıca bir danışma kurulu vardı.Hükümdarlığı halife tarafından tasdik edilen Gazne hükümdarı Mahmud, sultan ünvanını ilk defa kullanan hükümdar olarak bilinir. Daha sonra bu ünvan bütün İslam devlet başkanları tarafından kullanılmıştır. Anadolu Türkmen beyliklerinde, atabeyliklerde de sultan ünvanı kullanılmıştır. İslamiyette devlet başkanı olan halife, Allah’ın elçisi olan Peygamberimize vekillik ettiği için bütün Müslümanların başıydı. O, insanların dünya ve ahiret bütün işleri dahil İslamiyetin emir ve yasaklarını yerine getirmekle mesuldü. Türk cihan hakimiyeti düşüncesi, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünyanın Türk hükümdarları tarafından idare edilmesi gerektiği esasına dayanıyordu. On birinci asır yazarlarından Kaşgarlı Mahmud şöyle demektedir: “Allah, devlet güneşini Türklerin burcunda doğurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkleri yeryüzünün hakimi yapmıştır.”
Oğuz destanındaki ok motifi, Göktürk kitabelerinde zaptı düşünülen istikametlere önceden prenslerin tayin edilmesi, Türk kültüründeki cihan hakimiyeti ülküsünün işaretiydi. Selçuklular Dandanakan Savaşının hemen arkasından bir savaş meclisi toplamışlar ve burada fütuhat yönlerini ve vazife alacak başbuğları kararlaştırmışlardır. Malazgirt Muharebesi ve Anadolu’nun fethi de, cihan hakimiyeti ülküsünün bir sonucu idi.
Türk sultanları topluluklar arasında sosyal, kültürel, dini müsamaha bakımından herhangi bir fark kabul etmemişler, herkese eşit hak ve adalet tanımışlardır. İslami Türk devletlerinde çeşitli boylara mensup, türlü diller konuşan ve ayrı dinlere mensup olanların kültürlerine dokunulmamıştır. Bu prensip, Osmanlı devrinde de devam etmiştir. Türklerin İslam kültürünü tam anlamıyla benimsemeleri neticesinde, İslamiyet, Türkler için başlıca dayanak haline gelmiştir. Haçlı orduları Hıristiyanlık davasıyla harekete geçerek İslam ülkelerini ağır tehdit altına aldıkları zaman ve daha sonra, asırlarca süren bu batılı zihniyet karşısında Türkler için İslam inanç ve hissi en büyük güç kaynağı oldu. Böylece Türklüğü yükseltmek ve İslamiyeti yüceltmek düşüncesi, fütuhatı Hıristiyan dünyasına dönük Osmanlı Devletinde, en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
Müslüman-Türk devletlerinde, kendilerine bir bölgenin idaresi verilen hanedan üyeleri, melik diye anılırdı. Bunlar, yarı müstakil bir surette hareket ederlerdi. Bulundukları bölgede asıl devlet merkezindekine benzer bir divan kuruluşuna da sahiptiler. Ayrıca vezir ve askeri kuvvetleri vardı. Halife, sultan ve kendi adlarına hutbe okuturlar, bağlı olarak para bastırırlardı. Bu melikler, merkezdeki sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlardı. Siyasi temasları veya giriştikleri savaşları asıl devletin ana siyaseti çerçevesinde yürütürlerdi. Ancak melik olmak, ülkenin bir parçasını şahsi mülk haline getirmek ve onu kendi keyfine göre idare etmek değildi.
Hükümdarın vefatı veya şiddetli bir dış istila gibi hadiseler neticesi, merkezde iktidar boşluğu olunca, devlet bütünlüğü bozulmaya yüz tutar, iktidara sahip olmak için şehzadeler birbiriyle mücadeleye girişirlerdi. Bu durum, Selçuklu Devletinin daha uzun ömürlü olmasını önlemiştir. Ancak Osmanlılar, bunu göz önüne alarak hakimiyetin bölünmemesi prensibini gerçekleştirip devleti altı asırdan fazla ayakta tutabilmişlerdir. Aynı husus Göktürklerde, İlteriş Kağan ile kardeşi Kapağan Kağan’ın çocukları arasında da görülmüştür.
Büyük Selçuklu Devleti zamanında, İslam medeniyeti çok yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Selçuklu sultanları, devleti adaletle idare etmeye büyük önem verirler ve devletin devamını bunda görürlerdi. Sultanlar, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenlerini ve kumandanları kabul ederlerdi. Halkın şikayetlerini dinler, devlete karşı işlenen suçlara bakan yüksek mahkemeye başkanlık yaparlardı. Saray teşkilatı doğrudan doğruya sultanın şahsına bağlıydı ve vazifelilerin hepsi onun en güvenilir adamları arasından seçilirdi.
Türkler, devlet kurdukları zaman Ortadoğudaki kültür çevresinin en önemli unsuru şüphesiz din idi. İslami emirlerden biri de bu dini yaymaktı. Aslında cihad inancı Türklerin fetih düşüncelerine de uygun düşüyordu. Bu bakımdan İslamiyet uğruna mücadeleye girişen Karahanlılar, Maveraünnehr’deki eski kültür merkezleri Buhara ve Semerkant’ta yaptıkları gibi daha doğuda Balasagun ve Kaşgar’da İslamiyeti yaygınlaştıran müesseseler meydana getirmişlerdi. İç Asya’nın dağlık bölgelerinden gelen Türklere Müslüman olmaları için hanlık arazisinde yer verilmişti. Karahanlı idarecileri, en çok Uygurların Müslüman olmasını hedef almışlardı. Maniheist ve Budist olan bu Türk topluluğunun İslamiyete kazandırılmasını istiyorlardı.
Gaznelilerde devlet-halk birliğini sağlayan ilk unsur İslamiyetti. Gazneliler, Afganlılar ve Gurlularla çetin muharebelere girişerek, onları İslamiyete kazandırmaya çalışıyorlardı. Müslümanlık, Sultan Mahmud’un oğulları ve Delhi sultanları vasıtasıyla daha da yaygınlaştırılmıştı. Anadolu’nun fethinde tam bir cihad havasına girilmişti. Bizans topraklarının kurtarılması gerektiği yolundaki İslam dünyasındaki mevcut umumi kanaat, Türk başbuğlarına kuvvetli bir manevi destek sağlamıştır. Böylece gelişen İslamiyet ve Türklük birliği şuuru, Haçlıların bütün gayretlerini boşa çıkardı. Moğol istilasına karşı da aynı iman gücüyle karşı koyuldu.
Müslüman-Türk devletleri, Ehl-i sünnet inancına sahiptiler. İslam dünyasında Türkler, esası Eshab-ı kiram düşmanlığına dayanan Rafızilik inancına düşen İranlılarla çok uğraşmışlardır. Daha ilk ortaya çıktığı andan itibaren siyasi bir nitelik almış olan Rafızilik, 11. asırda Mısır’daki Fatımi Devleti tarafından, Ehl-i sünnet İslam memleketlerini karışıklığa düşürmek için, kuvvetli bir propaganda silahı olarak kullanılıyordu. Büveyhiler, Fatımilerle sıkı münasebet halindeydi. O zamanki İran’ın hemen her tarafında çeşitli isimler altında pekçok Rafızi görüş türemişti. Halbuki Türk sultanlarının vazifesi siyasi birlik yanında manevi birliği de kurup yaşatmaktı. Selçuklular devrinde bu durum, doğru bir inanç bayrağı altında toplamak şeklinde düzenlenmişti. Rafızi-Fatımi ve yine Rafızi-Büveyhi devletinin yıkıcı propagandalarından memleketi kurtarmak isteyen Sultan Alparslan, Bağdat gibi önemli merkezlerde kurduğu medreseler vasıtasıyla Ehl-i sünnet itikadının doğru olarak öğretilmesine çalıştı. Selçuklular, ayrıca yine Fatımiler tarafından desteklenen Batınilerle uğraşmak zorunda kalmışlardır.
Selçukluların bu siyaseti, Eyyubiler tarafından da takip edildi. Mısır Memluk Sultanları, Delhi Türk Sultanlığı, Türkmen beylikleri, Atabeylikler, Timurlular ve Akkoyunlular da aynı yolda yürüdüler. Fakat bu muazzam siyaset, Moğol istilasıyla ağır bir darbe yemiş, Orta Doğuyu işgal hareketine katılan Moğol idarecileri ve kitlelerin büyük çoğunluğu putperest ve kısmen Hıristiyan olduklarından, Müslümanlara hiç bir din hürriyeti tanınmamıştır. Ayrıca Moğollar, İslam dünyasında, kendi hakimiyetleri uğruna din adamlarına ve halka büyük zulüm ve işkence yapmışlardır.
Müslüman-Türk devletlerinde din ve fen ilimlerinin gelişmesi için çok gayret sarf edilmişti. Gazne, Delhi kültür çevresinde tanınmış Türk alimleri yetişmişti. Türk hakimiyeti devrinde büyük-fıkıh, hadis, kelam, tefsir ve fen alimleri yetişti. On birinci asırda Hemedani, Şihristani, Begavi; Harezmşahlar zamanında, Zemahşeri, Fahrüddin-i Razi; Eyyubiler devrinde Amidi, ilim ve fikir hayatında büyük eserler ortaya koymuşlardır. Sonraki asırlarda Kadı Beydavi, Urmevi, Kutbeddin Şirazi, Tasavvufta; Ahmed-i Yesevi, Şah-ı Nakşibend Behaeddin-i Buhari, Süleyman Ata, Ubeydullah-ı Ahrar gibi büyükler, hep Türk hakimiyeti döneminde yetişmişlerdir.
Müsbet ilimler sahasında da büyük ilerlemeler kaydedildi. Trigonometrinin kurucularından Biruni ile İbn-i Türk, matematik ilminin doğudaki başlıca temsilcileri oldular. Çeşitli ilim dallarında yüz ondan fazla eser yazan Biruni, Gazne sarayında yaşamış ve Sultan Mahmud’un Hind Seferine katılmıştı. Matematik, coğrafya, jeoloji, jeodezi, astronomi ve trigonometrik meselelere dair eserler yazan bu büyük alim, ilim tarihinin dahilerinden kabul edilmektedir.
Karahanlılar devri manzum ve Türkçe bir eser olan Kutadgu Bilig, Türk devlet düşüncesi, kanun anlayışı, hakimiyet telakkisi ve siyasi görüşleri bakımından şaheserdir. 1060 yılında Balasagunlu Yusuf Has Hacib’in, Kaşgar’da yazarak Buğra Hana sunduğu, Uygur ve İslami Türk yazısı ile nüshaları bulunan bu eser, İslami devrin ilk abidelerindendir.
Selçuklular devrinde eğitim ve öğretim en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Bu dönemde sultanlar, devlet adamları, hatunlar ve tabiplerin gayretleriyle yeni müesseseler kurularak, her biri tıp fakültesi mahiyetinde Kayseri, Sivas, Konya-Divriği, Çankırı ve Kastamonu’da hastahaneler ve medreseler yapılmıştır.
Müslüman-Türk devletlerinde, büyük kısmı şaheser sayılacak derecede; mimari, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi mükemmel sanat eserleri yapılmıştır. Asya içlerinden Akdeniz’e, Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır’a kadar uzanan geniş sahada o devrin Türk devletlerinden kalma saray, cami, mescit, imaret, han, hamam, darüşşifa, medrese, hanekah, türbe, künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur ve mezar sandukası gibi binlerce sanat eseri günümüze kadar gelmiştir. Bunlar arasında mimari eserlerin çoğunda; çini kaplı, renkli yazılı ince tezyinat yer alırdı. Türkler bu çağda sanat dünyasına önemli yenilikler getirmişlerdir. Medrese ve medrese-cami mimarisi, çift kubbe inşaatı, silindir biçiminde bazan yivli yüksek ince minare tipi, demet sütun, sivri kemer, pencerelerin katlar halinde sıralanması, kubbe yapımında Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş köşeli mihraplar bunların belli başlılarındandır. Yazı, minyatür, tezhib ve süslemede büyük hamleler olmuştur. Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam yapımı, seramik, dokumacılık, halıcılıkla döküm sanatının en zarif örnekleri verilmiştir. Bunların taşınabilir olanları hala Türk ve dünya müzelerinin gözde eserleri durumundadır. Taşınamaz olanları ise, Türkün ayak bastığı her yere açıkhava müzesi manzarası verir.
Karahanlılarda halk dili ve edebi dil Türkçeydi. Gazneli ve Harezmşahlar sarayında Türkçe konuşulurdu. Delhi Türk Sultanlığında idareci tabaka ve ordu mensupları da Türkçe konuşuyordu. Selçuklularda da böyleydi, halkın ekseriyetiyle ordunun dili Türkçeydi. Bu devletlerde resmi yazışmaların Farsça ve Arapça olması veya ilmi eserlerin bu dillerde yazılması İslam dünyasının ortak dili olmasından doğuyordu.
Müslüman-Türk devletlerinde Türkçenin önemini gösteren vesikalardan biri, 11. asırda Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta yazılan Divanü Lügat-it-Türk’tür. Müellif, bu eserini Türk olmayanların Türkçe öğrenmek ihtiyacını karşılamak üzere yazdığını kaydetmektedir. Selçuklu teşkilatında çok önemli yeri bulunan Atabeglik müessesesi, Türklerin İslam dünyasına getirdiği bir yenilikti. Osmanlılarda bunlara Lala denmiştir.
Üç kıtanın ortasında ve iç denizler üzerinde kurulan Osmanlı Devleti, Türk milletinin en büyük eserini, Türk, İslam ve cihan hakimiyeti tarihinin de en yüksek siyasi teşkilatını temsil eder. Osmanlı Devleti siyasi istikrarı, sosyal adaleti ve bünyesinin sağlamlığı, kavimler ve dinler arasında kurduğu ahengi Nizam-ı alem şuur ve iradesiyle çok yüksek ve ince idare sistemi, kudretli ordusu, yüksek askeri tekniği, geniş hukuki faaliyetleri ve nihayet edebiyat, sanat ve mimaride vücuda getirdiği ihtişamlı eserleriyle de tarihte müstesna mevkiini almıştır. Osmanlı devri, bu azameti, hiçbir devlete nasip olmayan, zengin yerli ve yabancı tarih kaynakları, muazzam arşivleriyle çok geniş bir şekilde tedkik imkanlarını bahşetmektedir.
Osmanlılarda eğitim ve öğretim her seviyede yapılırdı. Sibyan mektebinden üniversite mahiyetindeki darülfünun ve medreseyle medrese-i mütehassısin denilen ihtisas müesseselerine kadar geniş bir teşkilat vardı. Osmanlı eğitim sistemi, İslam terbiyesi ve örfe göreydi. Öğretimde İslami esaslar temel alındığından ve her Müslüman Kur’an-ı kerim okumasını bildiğinden, Osmanlıca da Kur’an-ı kerim harfleri ve ilavelerinden meydana geldiğinden, Müslümanlar arasında okuma-yazma nispeti % 100’e yakındı. Gayri müslim tebeadan dağ ve mağaralarda yaşayıp, medeniyeti kabul etmeyen mutaassıplar varsa da, Osmanlı hoşgörüsü bunlara baskı yapmaktan uzaktı. Osmanlının bütün memlekete şamil eğitim ve öğretim müesseseleri olduğu gibi, gayri müslim ve yabancıların da okulları vardı. Eğitim ve öğretim her devirde yaygın ve mükemmel olmasına rağmen, Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında daha da artıp, mükemmelleşti. Memleketin her köşesine aynı şekilde ve değerde liseler yapıldı. Bunların bazısı hala açılış günlerinin tarihini taşıyan sağlam, eğitim ve öğretim seviyesi yüksek olan Türkiye’nin en meşhur liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde öğrenci-öğretmen ve veli münasebetleri mükemmel olup, hocaya hürmet gösterilirdi. Hoca da talebesine şefkatle muamele ederdi. Dinimiz talebeyi sopayla dövmeyi yasak ettiğinden, okullarda falaka ve dayak yoktu.
Osmanlılarda bütün dini, fenni, sosyal ilimler ve teknik bilgiler, kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip, tatbik edilerek yayıldı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda, kurucuların etrafında Türkiye Selçukluları devrinde yetişen alim ve veliler vardı. Osman Gaziden Vahideddin Hana kadar bütün Osmanlı sultanları ilme hizmet edip, alimlere hürmet göstererek onların teveccühünü kazanmışlardı. Memleketin her tarafında açılan ilim yuvaları ışık ve feyz kaynağı oldu. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bazılarından imkanlar ölçüsünde hala faydalanılmaktadır. Eserlerin çokluğu ve tasnif edilememesi, eldekilerin toplanamaması, bir kısmının çalınarak Avrupa’ya ve diğer ülkelere kaçırılması, bir kısmının Türkiye toprakları dışında kalması, kültür eserlerimizin Osmanlılar devrinde akıllara durgunluk verecek derecede olduğunu göstermektedir. Bütün bunlar Osmanlıların ilme ve kültüre verdikleri değeri göstermektedir. Ne yazık ki, Osmanlı Türkçesi de bu eserlere paralellik göstermekte ve kelime hazinesi hala bilinmemektedir. Osmanlılar devrinde dini ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usul-i hadis, ilm-i hadis, ilm-i usul-i kelam, ilm-i kelam, ilm-i usul-i fıkıh, ilm-i fıkıh, ilm-i ahlak da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kıraat, akaid, belagat, ilm-i Kur’an, ilm-i feraiz, fenni ve sosyal ilimlerde de riyaziye (matematik), hendese (geometri), hey’et (astronomi), ilm-i nebatat (botanik), hikmet-i tabi’iyye (fizik), ilm-i kimya (kimya), ilm-i tıp, mantık, felsefe, sosyoloji, Doğu ve Batı dilleriyle edebiyatı, Slav dilleri, coğrafya, tarih, lügat dahil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sahalarında her devirde pekçok alim yetişip, kıymetli eserler bırakarak ilme hizmet ettiler. Lügatçiliğimiz bugün bile İkinci Sultan Abdülhamid devrini geçememiştir.
Türk-İslam devletlerinde cemiyet: Müslüman Türklerde sınıfsız bir toplum hayatı vardı. Köle vardı fakat, Osmanlı ülkesinden alınmazdı. Kölelik devamlı değildi. Azad edilip, hürriyete kavuşarak devlet kademesinde vazife alabilirdi. Köylü hür olup, serflik (toprağa bağlı kölelik) yoktu. Bütün dünya Müslümanlarını ilgilendiren halifelik makamı da 1516 senesinden itibaren Osmanlı padişahları eliyle Müslüman-Türklere geçti. Osmanlılar devrinde, gayri müslimlere ve Türklere verilen kendi din ve dillerinde, mabed ve okul açıp ibadetlerini yapabilme hürriyet ve hoşgörüşü günümüzün hiçbir liberal, kapitalist, komünist ve dikta rejiminin imkan tanınmadığı ölçüde serbestti.
Müslüman-Türklerde İslam ahlakı hakimdi. Umumi kaideler dahil, herkes İslam ahlakına ve örfe uymak mecburiyetindeydi. Vatanseverlik, vekar, büyüğe hürmet, küçüğe şefkat, vefa ve sadakat, hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve müsamaha, tevekkül, namus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlak ölçülerine titizlikle riayet edilirdi. Güzel ahlak, kıymet ölçüleri sayesinde Türk toprakları emniyet ve huzur içindeydi ve kardeşlik havası hakimdi. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmendo da Amicis, Costantinopoli adlı eserinde:
“Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız her Türkte vekar, ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi derece farkları olmasına rağmen aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyafetleri farklı olmasa, İstanbul’da bir başka tabakanın olduğu belli değildir... İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nazik ve kibar cemaatidir. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için küçük bir hakarete uğrama tehlikesi yoktur. Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan camiye girip, Müslüman ibadetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir hadiseye şahit olmak imkan dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkanı lüzumundan fazla işgal etmek, ayıp sayılır.” demektedir.
Rum isyanının baş planlayıcısı Patrik Gregoryus, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı mektupta Müslüman-Türkün ahlak ve seviyesini çok güzel ifade etmektedir. Bu ibret verici mektup şöyledir:
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı, mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-i idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkardırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da an’anelerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının salabetinden gelmektedir. Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını parçalamak, dini sağlamlığı zayıflatmak icab eder. Bunun en kısa yolu milli gelenekleriyle maneviyatlarına uymayan harici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddi vasıtaların üstünlüğüyle yıkmak kolay olacaktır. Bu sebeple Osmanlı Devletini tasfiye için yalnız harp meydanlarındaki zaferler kafi değildir. Hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekarını tahrik edeceğinden, hakikatlerine nüfuz edebileceklerine sebep olabilir. Yapılacak şey, hissettirmeden, bünyelerindeki tahribi tamamlamaktır.”
Türkler Müslüman olduktan sonra her gittikleri yere, adalet, fazilet ve medeniyet götürmüşlerdir. Bugün medeni olduklarını söyleyen Avrupa ülkeleri medeniyeti Müslüman Türklerden öğrenmişlerdir.
Türk devletlerini ve milletini asırlar boyunca ayakta tutan, yaşatan büyük ve başlıca kuvvet imandır ve İslam dininde çok kuvvetli bulunan adalet, iyilik, doğruluk ve fedakarlık kudretidir.
Türkler ve spor: Büyük ve mükemmel devletler kuran Türkler, milli tarihlerini askeri zaferlerle süslemişlerdir. Sulh zamanlarında da çok iyi sporcu olmaları, muvaffakiyet sırlarından biridir. Bedeni kabiliyetlerinin üstün şekilde gelişmesi, her cins harp silahlarını kullanmaktaki maharetleri sayesinde çok zaman bire iki, bire üç nispetinde kalabalık düşmanlarına karşı parlak meydan muharebeleri kazanmışlardır.
Türklerin meşgul olduğu sporlar, daima savaşla ilgilidir. Ata binmek, cirit oynamak, güreş, okçuluk, kılıç, gürz ve matrak talimi, hışt atmak, koşu, tokmak oyunu, av gibi sporlar bunların başlıcalarıdır. Ata binmek, çok eski çağlardan beri Türkler için yaya yürümek kadar tabii bir şeydi. Türkler, adeta at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta ve Ön Asya’da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, lakin yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalade dayanıklı, çok sür’atli ve terbiye olunmak kabiliyeti yüksek Türk atları, sahiplerini Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim, bütün Türk devletlerinde seferi kuvvetin esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar harplerin kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde de gerek Kapıkulu Süvarisinin ve gerekse Timarlı Sipahinin ehemmiyeti çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerin kapı halkı hemen hemen tamamen atlıydı.
Ata ve biniciliğe çok önem veren Türkler, eskiden beri at yarışları ve at üzerinde silah kullanma müsabakaları tertip ederlerdi. Cirit bunların en önemlisiydi. Cirit, bir kol boyunda, ucunda temren denilen demirden delici kısmı olan bir silah olup, kurutulmuş kayın veya şimşir ağacından yapılırdı. Harpte, süvari hücum ettiği vakit ciridi düşmana fırlatırdı. Ciridi uzun mesafeye atmakta Türkler pek hünerli olup, görenler hayrette kalırlardı.
Güreşse, Türklerin çok eski mili sporuydu. Göğüs göğüse yapılan muharebelerde güreş bilenin daima üstün çıkacağı şüphesiz olduğu için, bu spor dalı Türkler arasında çok rağbet görmüş ve gelişmiştir. Türklerin asıl milli güreşi yağsız Karakucak güreşi idi. Sonraları Rumeli’ye mahsus olan yağlı güreşlere de yer verilmiştir.
Okçuluk, Türklerin meşhur sporlarındandır. Çok eski zamanlardan beri harp sahasında kendileriyle karşılaşanlar, Türklerin ok atmadaki ustalıklarından hayranlıkla bahsetmişlerdir. Türkler kısa fakat çok kuvvetli yaylar kullanırlardı. Oku gerek piyade ve gerekse süvari olarak kullanmakta emsalleri yoktu. Sür’atle giden bir atın üzerinden hedefe isabetli ok atarlardı. Okmeydanında kurulan meşhur kemankeşler ocağı, 15 ve 16. asırda emsalsiz üstadlar yetiştirmiştir. Bu arada lodos, poyraz, gün doğusu, batı, kıble, karayel, yıldız gibi istikametlerde esen rüzgarlara göre atılan kamış ve tahta oklarla kurulan menziller, yani kırılan rekorlar erişilemeyecek kadar yüksektir.
Türkler, kılıç kullanmakta da ustaydılar. Bu şimşirbazlık denilen bir sporun, yani bugünkü eskrim sporunun doğmasına sebep olmuştur. Türk kılıçları başlıca yatağan ve pala olmak üzere iki kısımdı. Yatağan Yeniçeri silahlarından olup, meşhur kıvrık Türk kılıcıydı. Pala ise, daha ziyade bahriye askeri ve süvariler tarafından kullanılırdı. Pala; düz, genişliği ucuna doğru biraz artan ve bu yüzden hafifce öne kıvrık gibi görünen bir silahtı. Türklerin gürzleri de meşhurdu. Bunlar, yekpare saplı veya zincir saplı olurlardı. Spor için ise somak veya mermer gürz kullanılırdı. Talim gürzleri iki yüz okka (256.5 kg) kadar olurdu. Bununla müsabakalardan önce çok idman yapılırdı. Gürz, sağ ve sol elde muhtelif istikametlerde muayyen kaidelerle çevrilip sallanarak, kaldırılıp indirilerek kullanılırdı.
Türklerin en dikkati çeken sporu muhakkak ki tokmaktır. Bu oyun, bugünkü futbolun babası olup, Orta Asya’da çok makbul bir spordu. Meşhur Ali Kuşçu’nun kısaltarak Türkçeye çevirdiği Tarih-i Hata ve Hoten adlı, aslı o taraflara giden bir İranlı tüccar tarfından yazılmış eserde; Türklerin öküz ödünü şişirip ayak topu oynadıkları, yahut ata binerek değnekle bu topa vurmak suretiyle müsabakalar tertip ettikleri nakledilmektedir. İşte meşhur tokmak oyunu budur. Tokmak aslında tabanı kösele olmayıp, üstü gibi deriden yapılmış kısa konçlu bir çeşit çizmenin adıdır. Öküz ödünden yapılan top oynanırken, ayağa bu giyildiği için adına tokmak oyunu denmiştir.
Bütün bu sporlarda muvaffak olmanın en büyük mükafatı, kazanılan nam ve şandı. Bu sporlar, Türk milletini ve bilhassa askeri kuvvetleri kuvvetli, çevik, mahir, meşakkate dayanıklı, iyi silahşör, soğukkanlı, daima muzaffer, mükemmel muharipler haline getirmiş, onlar da kendilerini her zaman zaferden zafere götüren bu hassalarını muhafaza için sulh zamanlarında da talim ve sporu terk etmemişlerdi. İdmanlarını her zaman seve seve yapan Türkler; bu sayede iyi bir spor terbiyesine ve bunun temin ettiği maddi ve manevi faydalara sahip olmuşlardır.
WilliamSEO - 6 ay önce
WilliamSEO - 6 ay önce
WilliamSEO - 6 ay önce
WilliamSEO - 6 ay önce
Adilkhatri - 6 ay önce
WilliamSEO - 6 ay önce
WilliamSEO - 6 ay önce
WilliamSEO - 6 ay önce
williamSEO - 6 ay önce
WilliamSEO - 6 ay önce
Adilkhatri - 6 ay önce
WilliamSEO - 6 ay önce
WilliamSEO - 5 ay önce
Adilkhatri - 5 ay önce
WilliamSEO - 5 ay önce
WilliamSEO - 5 ay önce
WilliamSEO - 5 ay önce
WilliamSEO - 5 ay önce
Adilkhatri - 5 ay önce
WilliamSEO - 5 ay önce