Simya

Kısaca: Simya (Alşimi), 12. yüzyıldan itibaren Ortaçağ Avrupa'sında yayılmış olan bir düşünce ve bilgi akımına verilen bir addır.  Sözcüğün kökeni tartışmalıdır.  ...devamı ☟

Simya
Simya

Simya (Alşimi), 12. yüzyıldan itibaren Ortaçağ Avrupa'sında yayılmış olan bir düşünce ve bilgi akımına verilen bir addır. Aslında bu tür, bir bilgi olarak ve o zaman bilimlerle inançlar arasındaki yöntem ve disiplin ayrımı olmadığından daha çok zanaatsal özellikler de taşıyarak, MS 2. ve 3. yüzyıllarda İskenderiye ekolünde, MÖ 4. ve 5. yüzyılın düşünce akımlarının, örneğin Pithagoras'ın ve Pithagorculuğun etkisiyle doğmuştur. Sözcüğün kökeni tartışmalıdır. Ancak her iki türüyle de, yani Alşimi ve Simya şeklinde de bir Sami çıkış kesin gibidir. Alşemi'nin Latin yazılış biçimindeki Al-chemie'deki Al takısının Arap kökenli olduğu kesindir. Chemie'nin de (okunuş biçimiyle Hemi ya da Kemi) Sami kökenli Heme, Hema sözcüklerinden ve Siyah ya da Mısır anlamından yada belki Yunanca Hima yani "döküm" anlamından geldiği ileri sürülmektedir.

Simya, bir inanç ve gizem felsefesi olarak çok daha eski ve Mezopotamya çıkışlı olan yazı ve sayı mistisizmi ve astroloji ile sıkı sıkıya ilintilidir. Özellikle astrolojiyle iki kardeş bilgiyi oluştururlar. Astroloji evrende gök cisimleri ile insan arasındaki ilişki ve etkileşimleri; Simya ise yer ile insan arasındaki ilinti ve etkileşimleri ele almaya çalışmaktadır. Böylece ikisi birlikte, yeryüzü ile gökyüzü arasında var kılınmış olan insanın, bu iki evren katı arasında her ikisinin birbiriyle karşılıklı etkileşimlerini taşıyan ışınımlarının arasında her ikisinden etkilenerek yaşadığı ve devindiği varsayımına dayanmaktadır.

Simyacılar

Simya (Alşimi), hem doğanın ilkel yollarla araştırılmasına hem de erken dönem bir ruhani felsefe disiplinine işaret eden bir terimdir. Simya ile ilk olarak Mezopotamya, Eski Mısır, İran, Hindistan ve Çin'de uğraşılmıştır. Klasik Yunan döneminde Yunanistan'da, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde ve daha sonra 19. yüzyıla kadar Avrupa'da simyaya ilgi duyulmuştur.

Batı simyası her zaman, kökleri ünlü simyacı Hermes Trismegistus'a uzanan ve bir felsefi-spiritüel sistem olan Hermetizm'le yakından bağlantılı olmuştur. Bu iki disiplin (simya ve Hermetizm) 17. yüzyılın önemli bir ezoterik ekolü olan Gül-haçlılar 'ın doğuşunda etkili olmuştur. Erken modern dönemde, simya kimyaya dönüşmeye başlarken simyanın mistik ve Hermetik dalları modern spiritüel simyanın odak noktası olmaya başlamıştır.

Modern kimyanın 200 yıl kadar önce doğduğu söylenebilir. Ama onu oluşturan, doğmasını sağlayan bilgi ve deneyim birikimi yaklaşık 5000 yıllıktır. Kimya, tarihsel olarak simyadan evrilerek ortaya çıkmıştır. Kimyanın doğuşuna kadar geçen binlerce yıl boyunca maddelerin özellikleriyle ve birbirleriyle olan etkileşimleriyle ilgilenenler hep simyacılar olmuştur. Tıpkı günümüz kimyacıları gibi simyacılar da zamanlarının büyük bir bölümünü laboratuvarlarında geçirirdi. Ama onlar, kimyacılar gibi maddeler arasındaki ilişkilerin nasıl olduğunu, değişimlerin neden ortaya çıktığını anlamaya çalışmazdı. Simyacıların başlıca uğraşı, sıradan maddeleri daha değerli maddelere dönüştürmenin yollarını bulmaktı. Her simyacının düşlerini süsleyen maddelerin başında da "felsefe taşı" ya da "felsefeci taşı" olarak bilinen, büyülü bir taşı elde etmek gelirdi. Bu taşın, taşıdığı güç sayesinde bakır, kalay, demir ya da kurşun gibi sıradan metalleri altına dönüştürdüğüne inanılırdı. Bunun yanında bazı simyacılar da yaşamlarını her türlü hastalığı iyileştirdiğine, sonsuz gençlik ve ölümsüzlük verdiğine inanılan ‘yaşam suyu’nu (el iksir ya da ab-ı hayat) aramaya adamıştı. Çin’den Hindistan’a, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar bütün simyacıların başlıca uğraşları bunlardı.

Simyayla uğraşanların doğaya ve onu oluşturan maddelere bakışları çok farklıydı. Onların da kendilerine özgü ama bilimsel olmayan bazı kuramları vardı. Örneğin dört temel elemente inanırlardı. Bunlar; hava, toprak, ateş ve suydu. Onlara göre yeryüzündeki bütün maddeler bu dört temel elementin değişik oranlardaki karışımından oluşmuştu. Bunun yanında bu elementlerin taşıdığı bazı temel özellikler de vardı: soğukluk, kuruluk, sıcaklık ve ıslaklık. Her element bu dört temel özellikten ikisini taşırdı. Ateş sıcaklık ve kuruluk özelliklerini taşırdı. Toprak kuru ve soğuktu; hava sıcak ve ıslaktı; su da ıslak ve soğuktu. Kuşkusuz simyacıların felsefe taşını ya da yaşam suyunu elde etmek için denediği hiçbir yöntem sonuç vermedi. Ama binlerce yıl boyunca binlerce simyacının bu umarsız çabası sırasında insanların yararına birçok madde bulundu, çeşitli aletler geliştirildi ve yöntemler ortaya çıktı. Doğanın gerçek yapıtaşı olan elementlere ilişkin büyük bir bilgi birikimi oluştu. Modern kimyanın temelleri yavaş yavaş atıldı. Zamanla simyanın büyü temelli boş inanışları, etkisini yitirmeye başladı. Simya çalışmaları 1400’lü yıllarda doruğa ulaştıktan sonra insanlar simya kuramlarına olan inançlarını yitirmeye başladılar. Özellikle Rönesansla birlikte doğayı anlamak için dikkatli gözlemler, özenli ölçümler ve birtakım deneyler yapan bazı insanlar ortaya çıktı. Bunlar çalışmalarında büyü ya da simyaya başvurmuyordu. Bu tür çalışmalar giderek yaygınlaştı, matbaa sayesinde de kitaplarla paylaşılmaya ve iyice yayılmaya başladı. Her şeye rağmen simya 1600’lü yılların sonuna kadar kimyayla birlikte varlığını sürdürdü. Birçok bilim insanı doğayı ve insanı bilimsel olarak ele almadan önce bir süre simyayla uğraştı.

Birçok simyacının temel amacı sıradan metallerden altın elde etmekti. Bunun için sıra dışı deneyler yapmaktan çeknmezlerdi. Örneğin Hamburglu simyacı Henrig Brand bu amaçla 1669’da aslan idrarıyla yüzlerce deney yapmıştı. Ona göre bu soylu hayvanın idrarında altın bulunmalıydı. Brand aylar süren çabasının sonunda kuşkusuz altın elde edemedi ama parlayan yeni bir madde buldu. Ona ‘ışık taşıyan’ anlamına gelen Yunanca "fosfor" adını verdi. Simyacılar yeryüzündeki bütün maddelerin dört temel elementten oluştuğuna inanırdı.Bunlar ateş, toprak, hava ve suydu

1661’de İrlandalı ünlü bilim insanı Robert Boyle, Kuşkucu Kimyacı adlı bir kitap yayımladı. Bu kitapta Boyle, simya kuramlarını çok ağır bir dille eleştirdi. Bundan sonra Avrupa’da kimyayla simyanın yolları iyice ayrıldı. Kimya, simyadan ve onun batıl kuramlarından koptu ve kendi kuralları olan bir bilim dalı olarak doğdu. Boyle, dört temel element yaklaşımının doğadaki maddeleri açıklamaya yetmediğini gösterdi. Onun yerine doğada çok sayıda temel elementin bulunduğunu ileri sürdü. Bunlar daha başka temel maddelere ayrışmayan, arı maddelerdi. Zamanla kimyacılar doğadaki temel elementleri yalıtıp, arılaştırdıkça ve onların özelliklerini ortaya çıkardıkça simya ve simyacılar iyice gözden düştü. Kimya alanındaki bilgi birikimi hızla artıyordu ama maddeler arasındaki ilişkileri daha tam keş fedilememiş, onları açıklayan kuramlar daha geliştirilmemişti. Sonunda ünlü Fransız kimyacı Antoine-Laurent Lavoisier temel elementlerin birleşerek maddeleri oluşturduğunu ileri sürdü. Birden çok elementin birleşerek oluşturduğu maddeleri ‘bileşik’ olarak adlandırdı. Elementlerin birleşerek maddeleri oluşturması (aynı zamanda maddelerin de temel elementlerine ayrışabilmesi) düşüncesi modern kimyanın temelini oluşturdu. İlk modern kimya kitabını yazan Lavoisier, o ana değin bulunmuş elementlerin de bir listesini hazırladı. Ölçümlerinde metrik sistemi kullanmaya başladı. Oksijen ve hidrojene adlarını verdi. Lavoisier’in modern kimyanın temellerini attığı yıllarda yalnızca 26 element biliniyordu. Araştırmalarda kullanılan aygıtlar ve yöntemler geliştikçe yeni yeni elementler bulundu. 1950’li yıllara gelindiğinde doğadaki bütün elementler bulunmuş ve adlandırılmıştı.

Tanınmış Simyacılar



Simyanın Kökenleri

Simya arayışının hedefleri, sağlık ve uzun ömür, basit metallerin altına dönüştürülmesi, gerek doğuda gerekse de batıda uzun tarih öncesi bir kökene sahip olmuşlardır. İlginçtir ki, tarih öncelere dek geçmiş belirli bir mitolojik-dini yapı göstermektedir. Örneğin, sayısız efsane ve mit uzun ömür, gençleşme ve hatta ölümsüzlüğü bağışlayan pınar, ağaç veya maddeleri konu etmiştir. Bütün simya geleneklerinde, ancak özellikle Çin simyasında, belirli bitkiler, meyveler yaşamı uzatma sanatı ve kalıcı bir gençliğe dönüşmede önemli bir rol oynamaktadırlar.

Ancak simyagerlerin ortak amaçları basit metalleri altına çevirmekti. Bu "asil" metal kutsallıkla doluydu. Mısırlılara göre, tanrıların ve firavunların etleri altındı. Kadim Hindistan'da, M.Ö. 8. asırdan bir metin "altın ölümsüzlüktür" diye beyan eder (Hint Simyası). Simyayı sadece "basit metalleri değerli olanlara dönüştürme" sanatı olarak tanımlayan H.H. Dubs, bu tekniğin (Mezopotamya'da M.Ö. 14. asırdan beri bilinen) altını test etme usulünün bilinmediği M.Ö. 4. asır Çin'de başladığını iddia etmiştir. Ancak bu hipotez çoğu alim tarafından reddedilmiştir. Nathan Sivin'e (bakınınız sitemizde Çin Simyası) göre Çin'de fiziksel ölümsüzlük M.Ö. 8. asırdan beri belgelenmiştir, ancak ölümsüzlüğün ilaç ve başka tekniklerle elde edilebilir görülmesi sadece M.Ö. 4. asra rastlamaktadır ve geniş kaynaklara göre M.Ö. 133'dan önce "zincifrenin altına dönüşmesi" olasılığı söz edilmemektedir.

Madencilik, Metalürji ve Simya

Simyanın tarihsel başlangıcı halen bulanık olsa bile, belirli simya inanç ve ritüelleri ile erken madenciler ve metalürjistlerin inanç ve ritüelleri arasındaki paralellikler açıktır. Bütün bu teknikler insanın dünyasal akışı etkileyebileceği fikrini yansımaktadır. Ana Toprağın rahminde saklı madeni cevherler, tanrıçaya ilintili kutsallığı paylaşıyorlardı. Çok erken bir devirde maden cevherlerin aynı ceninler gibi dünyanın karnında "büyüdükleri" fikriyle karşılaşıyoruz. Metalürji bu şekilde doğum mütehassıslığı özelliğini üzerine alıyor. Böylece, madenci ve metal işçisi yeraltı embriyolojinin gelişimine müdahale etmektedir. Maden cevherlerin gelişim ritimlerini hızlandırırlar. Doğa ile işbirlik yapmaktadırlar ve doğumun daha hızlı olmasına yardımcı olurlar. Kısacası, çeşitli teknikleriyle insan kademeli olarak zamanın yerini almaktadır: çalışmaları zamanın yerini geçmektedir.

Ateşin yardımıyla, metal işçileri maden cevherlerini ("ceninleri") metallere (yetişkinler) dönüştürürler. Bunun arkasındaki inanca göre maden cevherlerine yeterli zaman verildiğinde Ana Toprağın rahminde "saf" metallere dönüşürler, ayrıca "saf" metallere müdahalesiz olarak bir kaç bin yıl daha "büyümeleri" için zaman verildiğine onlar altına dönüşür. Bu tür inançlar birçok geleneksel toplumda yaygındır. M.Ö. 2. asır kadar eskilerde Çin simyagerler "adi" metallerin birçok yıl sonra "asil" metallere geliştiklerini ve sonunda gümüş veya altına dönüştüklerini belirtmişlerdir. Buna benzer inançlar Güney Doğu Asya toplulukları tarafından paylaşılmaktadır. Örneğin, Annamit'ler ocaklardaki altının asırlardır yavaş yavaş oluştuğunu ve aynı çok önce kazılsaydı altın yerine bronz bulunacağını inanırlar.

Kimya ile ilişkisi

MÖ 4. bininci yılda Ortadoğu adı verilen bölgede uygarlık açısından son derece önemli sonuçlar verecek teknolojik devrimler olmaya başlamıştır. Aynı zamanda bölge zenginleşen üretimin ve geniş düz arazinin meydana getirdiği bir çekicilik taşımakta ve çevre bölgelerden çeşitli kavimler de bölgeye göç etmektedirler. Halkın iki uğraşı vardır bunlardan biri tarım diğeri de madenlerdir. Tarım, ekilen bir tohumun dikilen bir fidanın zaman içinde gelişerek değişimler göstermesi ve ürün vermesi sürecinin dikkatle incelenmesine ve anlaşılamayan bir sürü olayın sürüp gittiği bu sürecin her adımının, onun üzerinde etkili olan her etmenin, korku ve hayranlık karışımı duygularla kutsanmasına neden olmaktadır. Madenler de aynı toprak ananın bağrından çıkan birtakım taşlardır ve ateşin etkisiyle gözler önünde nitelik değiştirmekte, şekil almakta ve değişmektedir. Bu gözlemler, o maddelere, o zamanın kavrama olanaklarıyla pek çok garip güçlerin izafe edilmesine yol açar. Örneğin insanlar, bir demir parçasını, o kuvveti kendi vücuduna geçirmesi için vücuduna bağlı olarak taşır ya da işine başlamadan önce kuvvet almak için ona dokunur. Bu tür algılama inançları bugün de bütün gücüyle etkindir. Örneğin Sam Yelinin neden olduğuna inanılan Eyyam-ı Bahur çarpmasına karşı vücuda paslı bir maden parçası bağlanır. İki metalden yapılmış olan sağlık bilezikleri bir zaman Avrupa'da yaygınlaşmış ve halen de birçok insanın kolunda görülebilir.

İşte simyanın dayandığı kimya bilgisi son derece basit, o çağlardan kalma metalurji bilgileriyle bu "cevher" bilgisine dayanmaktadır. Temelinde Yunanlıların bulmuş ve geliştirmiş oldukları dört element, Anasır-ı Erbaa yani Hava, Su, Toprak ve Ateş felsefesi yatmaktadır. Kullanılan yöntemler, ısıtmak, kızdırmak, dökmek, buharlaştırmak, süzmek gibi, ilkel metalurjinin yöntemlerine dayanmaktadır.

Simya bilgisinin temelinde yatan sözcük hiç kuşkusuz ki "değişim" yani Transmutasyon'dur. Simya bilgisi bu deyimle birçok şeyi kasteder. Maddelerin fizik ve kimyasal değişimleri, nitelik ve kullanım değiştirmeleri yanında örneğin hastalıktan sağlığa geçiş de simya için bir değişim olayıdır. Amaçlanan ve idealize edilen değşişimlerden biri, yaşlılıktan gençliğe dönüşüm, bir başkası da canlı varlıktan olağanüstü, doğaüstü, uhrevi bir varlığa dönüşme olgusudur. Elbette bir maddenin bir başka maddeye dönüşmesi, daha değersiz maddelerin altın ya da gümüşe çevrilebilmesi simya ile uğraşanların en bilinen amaçlarıydı. Simyadaki değişimler kural olarak, arada kimi geçiş dönemlerinin durumu sayılmazsa daima pozitife doğru olarak anlaşılmaktadır. Toprağın altın yapılmak üzere suyla karıştırılarak kaynatılmasında topraktan daha değersiz olan çamur aşamasından geçilmektedir ve bu normaldir. Çünkü, işlemin sonunda ulaşılacak olan mutlaka altındır. Simya hiçbir zaman iyileştirme işlemini tersine çevirerek hasta etmeyi amaçlayamaz. Bu sistem içinde kötüleştirmeyi sağlayacak hiçbir yöntem olmamıştır. Sonuçlar her zaman "Mutlu Son" olarak öngörülmüştür.

Çin kültüründe simya

Simyanın başlangıç dönemlerine ilişkin manuskriptlerin en zenginleri Çin'dedir. Orada bu başlangıcın Avrupa'dan ve Önasya'dan önce olduğu anlaşılmaktadır. Her şeyden önce orada simya bilgisinin kökeni metalurjide değil, ondan çok daha eski bir sanatta, Tıp'ta bulunmaktadır. Çin tıbbında bir ölümsüzlük inancı vardır ve bu MÖ 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. MÖ 4. yüzyılda da bir Ab-ı Hayat (Yaşam İksiri, Bengisu) kavramı ortaya çıkmaktadır.

Çin simyasına ilişkin bilinen en kapsamlı kaynak 1023 tarihli bir kitaptır. "Yün Çi Çi Çien" (Kuşkulu Bir Torbadaki Yedi Levha) adını taşıyan bu kitabın içindeki bilgiler, hemen bütün simya kaynaklarına referans vermektedir. Yine Çin'in bilinen ilk Simyacısı, "Pao p'u tzu" isimli bir eseri olan ve MÖ 283-343 yıllarında yaşamış olan Ko Huıng'tur. Bunda gizemli iksirlerden söz eden iki bölüm bulunmaktadır ve bu iksirlerin çoğu cıva ve arsenik bileşiklerine dayalıdır. Çin simya kitaplarının en ünlüsü ise "Tan çin yao çüeh" (Simyanın Büyük Sırları)adını taşımaktadır. Sun Ssu Miao tarafından MS 600 yıllarında yazılmıştır ve cıva, kükürt, arsenik ve bunların çeşitli tuzlarından oluşan iksirlerinden sözetmektedir. Kitap, değerli madenlerin, düşük değerli taşlardan elde edilişinden de sözetmektedir.

Hint kültüründe simya

En eski Hint kutsal yazıları olan Veda'larda yaklaşık olarak Çin eski kaynaklarındaki simya bilgilerinin aynısı bulunmaktadır. Bunlarda da altınla sonsuz yaşam arasındaki bağlantıdan söz edilmektedir. Her tarafta simya için büyük bir önem taşıyan civa ilk olarak MÖ 4.-3. yüzyıllarda Arthasastra adlı metinde bulunur. Aşağı madenlerin altına çevrilmesi fikrinin de MS 2.-5. yüzyıllar arasında, gene Batı ve Doğu ile aynı zamanda Hint metinlerine yansıdığı görülür.

Ölümsüzlükle ilişkili simya ve tıp da Hindistan'a Çin'den gelmiş ya da bu yol tersine işlemiş olibilir. Her iki kültürde de tıp bilgileri ana ilgi odağını oluşturmuştur. Madenlere olan ilgi de her iki kültürde eşit şekilde güçlü olmuştur. Fakat bir Ab-ı Hayat'ın, bir Bengisu'nun bulunması sorunu Hint kültürü için bir anlam taşımamıştır. Çünkü burada yerleşik olan Brahma ve Buda inançları zaten ölümsüzlük kavramını kendi içlerinde barındırmakta idi. Bu bakımdan Hint kültürü için simya daha çok para-medikal kavram olarak kalmış, kimi hastalıkların, salgınların önlenmesinde ve zaman zaman da uzun bir ömür sağlamak için çalışmıştır.

MÖ 5.-3. yüzyıllardan kalan kaynaklarda Hint doğa felsefesinin, ateş, rüzgar, su, toprak ve uzay gibi madde unsurlarına, vitalizm yani canlı atomlar kavramına ve sevgi-nefret, etki-tepki gibi düalizmlere dayalı olduğu görülür. Simyagerlerin 6 madeni, yani altın, gümüş, çinko, demir, kurşun ve bakırın her biri daha aşağı 5 elemente bölünmekteydi ve kullanımları için "öldürülmeleri" gerekmekteydi. Bu öldürme işlemi ilaç yapımı için uygulanıyordu. Hintliler madenlerin alaşım ve bileşimlerini Batı'dan çok daha önce bulmuşlardı ve simyada kullanıyordu.

Yunan kültüründe simya

Araştırmacıların kesinlikle tarihin ilk simyageri olarak kabul ettikleri kişi, MS 300 yıllarına doğru yaşamış olan Mısır'ın Panopolis'inden Zosimos ise de, bu yöndeki gelişmenin daha MÖ 3. yüzyıldan beri sürdüğü de anlaşılmaktadır. 7. yüzyıl ya da 8. yüzyılda Bizans'ta yazılmış olan ve kopyaları Venedik ve Paris'te bulunan bir manuskript 40 kadar simyacının adını vermektedir. Listenin başı MÖ 200 yıllarında Nil deltasında yaşamış olan ve çok kapsamlı bir farmakoloji kitabı, daha sonra Doğu Roma ve Arap bilginlerince de kullanılmış olan Demokritus ve sonu da MS 4. yüzyılda İstanbul'da yaşadığı bildirilen Şinesus'tur.

Yunan simyasında İran'ın Magi inancı ve Mecusi denilen rahiplerinin doğrudan bir etkisi olduğu ve ayrıca Stoacılığın da katkısı bulunduğu sanılmaktadır. Magi'nin etkisi özellikle Demokritus'un ünlü kitabı "Physica et Mystica"da yazılı olan her reçetenin; Mageistlerin amentüsü niteliğinde olan "Her doğa bir başka doğayla sevinir, bir doğa bir başka doğa üzerinde galebe çalar, bir doğa öbür doğaya egemen olur" cümlesiyle sona erişinde belirmektedir.

Yunan kültüründe simya, Homeros çağından Aydınlanma Çağına kadar olan 2000 senelik süreçte bir gizem olarak kalmıştır. Yunan simyası Synesius ile birlikte Çin ve Hint simyası paraleline kaymıştır ve simya madde bilgisinden çok bağımsız zihinsel bir işlem olarak tanımlanmıştır.

Arap kültüründe simya

Arap simyası Yunan simyasından pek çok bakımdan farklı ve son derece de ilginç bir gelişme göstermiştir. Her ne kadar Demokritos, özellikle İskenderiye okulunun Arapça egemenliğine geçişinden sonra Arap ve genel olarak İslam tıbbında çok büyük saygı görmüşse de simya bakımından önemli bulunmamış, onun daha çok farmakopesi değerlendirilmiştir. Arap simya dünyasında etkin olan en önemli kitap, "Emerald Tabletleri" olarak ün kazanan çok eski bir metindir. Bu metin gerçekte, Hermes Trismegistos yazıları olarak da bilinen yazıları içermektedir. Bu Hermes, gerçekte eski

Mısır kozmogonisinde Cudi olarak bilinen ve Helenik dönemde adı Toth'a çevrilen tanrının Yunanlılar tarafından kendi kozmogonilerindeki Hermes'e benzetilmesiyle bu adı almıştır. Fakat bu tabletler ve metinler de "Yaratılışın Gizemi Kitabı" isimli daha büyük bir yazıtın bir parçasıdır. Bunun MS 1. yüzyılda yaşamış Hristiyanlık dışı bir mistik olan

Tyanalı Apollonius'a ait olduğu ileri sürülmektedir. Bu adama daha sonra Arap mistikleri de büyük önem vermişler ve adına Balinus demişlerdir. Arap simyasının kökenlerinde bu kitaptan daha önemli olarak Asur, Elam, Kalde ve Sümer bilgileriyle onlardan da etkin olan İran'ın Magi ve Mitra inançlarının uygulama ve yaklaşımları söz konusudur. En büyük Arap-İslam simyageri kuşkusuz ki Ebubekir el-Razi'dir. 850-924 yılları arasında yaşamış olan bu büyük düşünür esasta hekim olmakla birlikte farmakopeler üzerindeki çalışmalarıyla, vücut sıvılarının analizleriyle, bu arada Üre'yi buluşuyla tanınmış ve tıp tarihindeki yerini almıştır. Bu arada maddenin doğasına ilişkin kuramlarıyla simyaya girmiş ve simyanın daha sonraki gelişiminde de büyük rol oynamıştır. Batı dillerinde Arrazi olarak bilinen Razi, maddeyi taşlar, tuzlar, borakslar gibi "cisimler" ile sıvı olan ve ergiyebilen maddelerin toplandığı "ruhlar" olarak ikiye ayırmıştır.

Arap bilim dünyasında bir başka önemli isim de Cabir İbn Hayyan'dır. Matematik ve tıptaki çalışmalarıyla ünlenmiş olan bu ismin aslında tek bir kişiden ibaret olmadığı, Emevi saltanatında bilimin baskı altına alınmasından ötürü yeraltı çalışmalar yapmakta olan bir grubun ortak ismi olduğu sanılmaktadır. Ne olursa olsun Cabir elyazmaları Razi'ninkileri izlemektedir ve daha derli topludur. Arap simyasına ilişkin daha fazla ayrıntı, özellikle de uygulama ayrıntıları bilinmiyorsa da İbn Haldun çok önemli eseri "Mukaddime"de simyagerlerden ve astrologlardan, akıllı devlet adamlarının mutlaka danışmaları gereken bilgeler olarak söz etmektedir. İbn Haldun bu bilgeleri, altıncı girişinde, "bilinmeyene ulaşanlar" arasında saymaktadır. Onlara atfettiği çok önemli bir özellik de "insan öz benliğindeki bilinmeyeni" algılama yeteneğidir.

Avrupa kültüründe simya

Hıristiyanlığın Batı Roma İmparatorluğu tarafından resmi bir din olarak kabul edildiği 4. yüzyıl başlarından 12. yüzyıl başlarına kadar geçen süre, Avrupa'nın büyük kavimler göçüyle, gelen halkların sürekli yer değiştirmeleriyle, Hun istilası, Avrupa'nın Büyük Şarl tarafından birleştirilme girişimiyle, daha sonraki kralların ve feodal beylerin birbirleriyle boğuşmalarıyla karmakarışık ama aynı zamanda sefalet ve felaketlerle dolu Ortaçağ olarak geçti. Bu dönem boyunca Avrupa, hiçbir noktasından ışık sızmayan koyu bir karanlığa gömüldü. Kilisenin olduğu kadar, lokal ve genel devletlerin de halkı Hıristiyanlaştırma çabaları, beraberinde zulüm ve yıkımları da beraberinde getirdi. Üstüne üstlük salgın hastalıklar yığınlarla ölüme yol açtı. İşte böyle bir dönemde Arap dünyasından yapılan, çoğu yalan yanlış çeviriler arasında yaşam ve teknolojiye ilişkin bilgiler kadar bolca safsata da vardı. Bunların çoğu eski ve Batı'da zaten tanınan bilgilerin Arapça'ya transfer edilip saklanmış düşünce ve iddialarıydı. Ama skolastik düşünce yapısı bunların da tıpkı kilise büyüklerinin düşünceleri gibi, irdelenmeden, deneyin sınamasına tabi tutulmaksızın alınıp benimsenmesini gerektiriyordu. Böylece ve gene kilise dogmaları arasında bulunan "Ex oriente lux" (Işık Doğu'dan yükselir) inancının da yardımıyla bu bilgiler de dogma niteliği kazanmıştır. Bunun sonucunda Venedik-Paris elyazmasındaki bilgiler, 1150 yıllarında İspanya'da Cremonalı Gerard tarafından çevrilen Razi'nin yazıtları yanında çok sönük kalmıştı. Bu arada Haçlı Seferleri'nin getirdikleriyle zenginleşen simya, Arapça adıyla "El Hemi" yani Alşemi olarak çok büyük bir saygınlık kazanıverdi. Simya, Avrupa'da esrarengiz ününü 15. yüzyılda geçen bir olaydan sonra kazanmış ve daha önceki, madenlerin soylulaştırılması esasına dayanan felsefe de yerini gizemli simya felsefesine bırakmıştır. 15. yüzyılda Paris'te bir noter olan ve bir gece rüyasında gizemli bir kitap gören, hemen ardından kitabı bulan ve bunu İbranice bilen bir bilge yardımıyla çözen Nicolas Flamel (1330-1418) simyaya gizemli ve esrarengiz havayı veren kişi olarak bilinir. Onun gördüğü kitap ve onu izleyen daha birkaç metinle, eski İbrani mistik felsefesi olan Kabala, bütün kavram ve yöntemleriyle simya alanına girivermiş ve bundan sonrasını derinden etkilemiştir. Flamel, 1382'de birdenbire büyük eseri, yani altın üretmeyi başardığını ilan etti ve bunun kanıtı olarak kiliselere muazzam bağışlar yapmaya başladı. Bu kadar iyi kanıt veren alşimist sayısı azdır. Bunlar arasında Salmoon Trismosin de sayılmalıdır. Bu şahıs, 1598'de "Splendor Solis" (Güneşin İhtişamı) isimli bir eser yazdı. Alşimi ustalarına yoğun ziyaretler yapmış ve "Mısır dilinde yazılmış kabalistik ve majik kitaplar sayesinde" başarılı olmuştur.

Çağdaş simya

Altın üretimi fikri 19. yüzyıla gelinceye kadar bilimsel düşünceye aykırı gelmiyordu. Isaac Newton (1642-1727) gibi bir bilimadamı bile böyle bir girişimi pekala denemeye değer buluyordu. Öte yandan bu konudaki resmi yaklaşım bir parça çelişkili bir tutum sergiliyordu. Bir yandan yoktan altın imali ekonomik dengeleri altüst edebileceği için resmen yasaklanıyor, öte yandan özellikle krallar böyle bir olanağı ellerinde bulundurabilmek için can atıyorlar, bu işle uğraşan simyagerleri gizli gizli destekliyor, hatta saraylarında besleyip çalıştırıyorlardı. Bu altın üretme amacı her şeye rağmen hiç ortadan kalkmadı. Bugün bile alşimi merakının ardında bu amaç gizli durmaktadır. Adolf Hitler'in yakın çevresinde bu amaçla bir simyagerler ordusu bulunduğu söylenegelmektedir.

Modern bilim genellikle insanların düşlerini süsleyen fantezileri kuru tabana indirgemekte, şiirselliğe yer bırakmamakta ve ayakları yere basmayan umutları da fena halde kırmaktadır. 18. yüzyıl ve 19. yüzyılda pozitif bilimlerdeki aşırı uç materyalist yaklaşım, o çağın aydınlarında ve orta sınıf halkındaki, daha çok dinsel bir mitolojiyle beslenen kendine saygıyı, Eşref-i mahlukat inancını çok zedeliyor ve acıtıyordu. Ancak öte yandan Isaac Newton ve Antoine Lavoieser gibi aydınlanmacı öncüler ve onların izinden gidenler, bilimin temel amacını, manifaktür ve sanayinin taleplerini karşılamaktan çok insanın evren içindeki yeri ve onunla ilişkileri çözümlemek ve kavramak olarak anlıyorlardı. Sonuç olarak bu konu üzerindeki düşünce ve çalışmaları onları mistik düşünürlere çok yaklaştırdı. Pozitif bilimlerle tarihten gelen söylence bilgilerin sınırları da çok belirgin olmadığından, simya kavramlarına bir yakınlıkları ortaya çıktı. Böylece altınla uğraşmayı sürdüren "ekzoterik" simyanın yanında, evrenin sırlarına yönelen bir "ezoterik" simya da doğdu.

Bugün de alşemi bu bağlamda mistik yaşam görüşlerindeki canlanma içinde bir yer bulabilmektedir. Kimyaya karşılık olarak alşemi "vital bir kimya" olarak ileri sürülmektedir. Mistik felsefede alşemi veri ve terimleri Kabala, Astroloji, Alternatif Tıp (Özellikle Herbal) ile birlikte ve bir tür yeni Pitagorculuk çerçevesi içinde değer bulmaktadır.

Simya

Alşimi.

Simya

Türkçe Simya kelimesinin İngilizce karşılığı.
n. alchemy

Simya

alşimi.

Simya

Türkçe Simya kelimesinin Fransızca karşılığı.
alchimie [la]

Simya

Türkçe Simya kelimesinin Almanca karşılığı.
n. Alchemie

misafir - 9 yıl önce
tanınmış simyacılarıda koysanız iyi olur

misafir - 9 yıl önce
simya değerli metal ve taş yapım tekniğidir metallerin transmutasyonu sonucu elde edilir bitki gaz minarellerin temiz ruhla birlşmesidir 100 000tl maliyetle mümkündür m kaplan kütahya

Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.

Simya Resimleri

Thomas Norton
3 yıl önce

oluşan Simya'nın Ordinali (Ordinall of Alchemy) (1477) isimli simya esinli şiir kitabı ile tanınır. Jonathan Hughes'un Arthuryen Mitler ve Simya isimli...

Kimya tarihi
3 yıl önce

kimya ve simya arasındaki farkları kesin bir biçimde ortaya koyduğunda, kimya ve simyanın birbirinden ayrımı söz konusu olmaya başlamıştır. Hem simya hem de...

Kimya
3 yıl önce

sayılır. "Kimya" sözcüğüyle simya sözcüğünün aynı kökten geldiği tahmin edilmektedir. On yedinci yüzyılda "kimya" ve "simya" sözcükleri aynı bilimsel disiplini...

Kimya, Analitik kimya, Anorganik kimya, Atom, Bilim, Biyokimya, Element, Fizikokimya, Kimya Kanunları, Kimyager, Kimyasal formül
Aşk Ölmez, Biz Ölürüz
3 yıl önce

ilk teklidir. Söz-müzik Sertab Erener'e ve Demir Demirkan'a aitdir. ^ a b Aşk Ölmez (albüm kitapçığı). Sertab Erener. Simya Müzik. 2005. 8696073001253....

Okültizm
3 yıl önce

kapsamı içindedir. 16. yüzyılda "okült bilimler" olarak anılan astroloji, simya ve doğa büyücülüğü günümüzde sözdebilim olarak kabul edilir. Terim Latincede...

Okültizm, Akışkan, Anima mundi, Astral seyahat, Astroloji, Demiurgos, Esİ®r, Ezoterik, Gematria, Maji, Nümeroloji
Felsefe Taşı
3 yıl önce

Felsefe taşı, Simya ilmine göre dokunduğu her nesneyi altına dönüştüreceğine inanılan taş. Kimya bilimine göre herhangi bir maddeyi altına dönüştürmek...

Felsefe taşı, Bileşik, Element, Kimya, Mitoloji, Simya, Taslak