Soykırım Öncesi
1890 Brüksel konferansında, bölgede neredeyse hiç Alman olmamasına rağmen, hakim devletlerce Ruanda Almanya idaresine verildi. Doğal kaynaklar açısından zengin diğer devletler varken, kendi paylarına bu fakir ve karasal devletin düşmesinde yarar görmeyen Almanlar, 1907'ye kadar ülkeye bir idareci bile göndermediler. I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda yönetimi yenilen Almanlardan Belçikalılara verildi. Belçikalılar Almanların aksine yönetimle daha fazla ilgilendiler. Hatta o güne kadar hayatlarında çalışmayı doğal yaşam gereklerini karşılamak dışında fazla gerekli görmeyen Ruandalılara kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve çalışmayanlar için kırbaçla cezalandırma gibi yeni kurallar getirildi.Ülkede o zaman yaşayanların %90'ı Hutu, %9'u Tutsi, %1'i ise Pigmeydi. Pigmeler yaşam alanı ve kültür olarak diğerlerinden farklı olsada, o güne kadar bir arada yaşayan Tutsi ve Hutular birbirlerininden çok farklı görülmüyordu. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibi uygulayan Belçikalılar bu politikanın Ruanda için ileride kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler. Belçikalılar, bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla, ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler. Koloni güçlerine kolaylık olması amacıyla, herkese, ırklarını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan, dil-gelenek-etik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak, bir tür yapay ırksal ayrımcılığa başlandı. Belçikalı yöneticiler ayrımcılığı körüklemek amacıyla işe alımlardan, hastane kabullerine kadar her kararı ırksal farklılıklara göre aldılar. Bu dönemde Tutsiler, Hutulara göre çok daha iyi yaşam şartlarına ve çok daha iyi işlere kavuştu. İnsanların hangi ırktan olduğuna karar verilirken bazı akıl dışı ve objektif nitelikten uzak kriterler kullanılmıştır. Etiyopya kökenli olduğuna inanılan Nuh'un soyuna dayandırılan Tutsiler daha ince yapılı ve narin bir görünüşe sahip olduğu iddia edilmiş ve fiziki üstünlükleri olanlar (uzun boyluluk, güzel görünüm gibi) Tutsi sayılmıştır. Bunun yanında zengin olanlar da (Örneğin: 10 inekten daha fazlasına sahip olanlar) Tutsi olarak kaydedilmiştir. Bundan sonra üniversiteler, eğitim ve sosyal olanaklar neredeyse Hutulara tamamen kapanmıştır. 1950'lere kadar Tutsileri Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, bu tarihten sonra savaşın ardından, özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine, Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletmiş hatta zamanla, sayıca üstünlüklerinden ötürü, Hutuları desteklemeye yönelmiştir. Bunun bir sebebi de, uzun vadede ülkedeki yönetimin seçimler aracılığı ile sayıca üstün Hutu'lara geçme olasılığının artmasıdır. Belçika, hem Ruandayı hem de Burundi'yi, 1962 yılına kadar, her iki devletin bağımsızlıklarını kazanmasına kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi tıpki İngilizlerin, Güney Afrika cumhuriyetinde olduğu gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz olmakla suçlanmıştır.
Soykırımın Başlangıcı>II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletlere verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi, PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle, eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli yaptırımlar uygulanmaya başlandı. Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin yada 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere Tanzanya ve Ugandaya sığındı.
Bağımsızlık kazananılmasıyla PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarları sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve yine 1974, pogrom adı verilen olaylarda bir çok Tutsi öldürüldü yada sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devlet tarafından korundu. Göstermelik bir iki olay dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı. Tutsilerin nüfusa oranları olan %9 oranı bütün ülkede üst limit olarak tanımlanarak Parlamento başta olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlardaki eğitimli Tutsiler işten çıkarıldı ve sürgüne zorlandı.
1973'te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip, PARMEHUTU hareketine son verdi. Ancak kendiside bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.
1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 binlere kadar ulaştı. Eğitimli ve kalifiye kişiler olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek kendi ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan "Ruanda Yurtseverler Birliği" (RYB), Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı.
Uganda'daki kamplarından çıkıp Ruanda'da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990'dan 1992'ye kadar bir iç savaş yaşandı ancak Ağustos'ta imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Bu sürede soruna "kalıcı çözüm" bulmak isteyen aşırı uçtan Hutular aldıkları kararları hayata geçirmeye kadar verdiler.
Tüm şehirlerde en ücra köylere kadar Interahamwe adı verilen yerel yarı-askeri örgütler kurularak Tutsiler ve ılımlı Hutular fişlendi. Ekonomisi silah alımına uygun olmayan bir ülke olduğundan Çin'e yüzbinlerce satır siparişi verildi. Satır verilemeyenlere ise, ucu sivri sopalar verilerek bunları yakında başlayacak olan "böcek" avında kullanmaları söylendi. Bütün bu hazırlıkların farkında olan Hutu hükümeti önlem olarak hiç bir şey yapmamıştır.
6 Nisan 1994'te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yapılan anonslarla başladı. O gün Hutu olan devlet başkanının uçağı düşürüldü. Ülkede yaşanan kaostan faydalanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak, öncelik eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular olmak üzere kıyıma başladılar. Katliamlara şahit olan bölgedeki Kanada ordusuna bağlı bir komutan bizzat Birleşmiş Milletler Sekreteri (Kofi Annan'ı arayarak) katliamı bildirmiş ve ne yapılması gerektiğini sormuş olmasına rağmen müdahele etmemesi emrini almıştır.
Somali başarısızlığının etkisiyle bölgeden uzak durmak isteyen ABD, baskı yaparak, bölgede öldürülen 10 BM askerini sebep göstererek, BM barış gücü askerlerinin çekilmesini sağladı. Bunun üzerine katliam daha da şiddetlendi. Hutu milisleri, neredeyse ellerine geçen her aletle (balta, bıçak, satır, taş) Tutsileri öldürmeye başladılar. Parası olan Tutsiler kurşun parası vererek, kendilerine acısız ölümü seçiyorlardı. Olmayanlar ise en acımasız şekilde öldürülüyordu. Öldürmekten yorulan Hutular, Tutsilerin kaçmasını önlemek maksadıyla aşil tendonlarını kesiyor, dinlendikten sonra katlimlarına devam ediyorlardı. Kilisede rahipler, hastanede doktorlar bizzat kendileri ellerindeki Tutsileri cellatlarına teslim ediyorlardı.
Ceset saklanabilecek her yer cesetlerle dolmuş, cesetlere saldıran köpeklere sinirlenen Hutular, o dönemde neredeyse ülkedeki tüm köpekleri öldürerek yok etmişlerdir. Dünyada soykırımlara seyirci kalmayacaklarını söyleyen Fransa ve ABD gibi ülkeler, bölgeye müdahale etmemek için BM'de soykırım sözcüğünü içerek tüm önergelerde değişiklik isteyerek, belgelerden çıkartılmasını istemişlerdir.
Katliam haberlerini alan RYB üyeleri ülkenin doğusundan girerek, katliamcılarla savaşıp başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, birdenbire bir karar alarak, katliamı engellemek yerine, katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali'nin batısından Kongo'ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RYB askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine de seyirci kaldılar.
100 gün içinde bölgede 800.000'ne yakın insan öldürülmüş, 2.000.000 Hutu, Tutsilerin ve RYB askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığınmıştır. Tüm devlet kurumları çökmüş, ekili alan kalmamıştır.
Soykırımın Nedenleri
Katlimın nedeni olarak, tıpkı Holocaust'a neden olarak gösterilen, Avrupa kaynaklı ırk temeline dayalı teoriler de gösterilmektedir. Avrupa'da o dönemde, ırk üzerine düşünce üreten bazı çevrelerce, Ruanda bölgesinde yaşayan insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen zenciler arasında, bir tür geçiş ırkı olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden Hutuların, Tutsileri, gerçek Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri iddia edilmiştir. Benzer olaylar başka ülkelerde örneğin Sudan'da da görülmüştür.Bir başka neden olarak, özelikle Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının, Hutularca ele geçirilme isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da düşünülmektedir.
Soykırım Sorumluları
Yaşanan katliamın ardından, sorumluların tesbit edilmesi ve yargılanması için çalışmalar yapılmıştır. Ancak sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden, yargılamada bazı sorunlar yaşanmıştır. Katliam sırasında neredeyse tümüyle yok olan devlet kurumlarının olmaması sebebiyle, katliam sanıklarının büyük kısmı yine kendi köylerinde yaşamaya devam edebilmişlerdir. Katliamın acısının halk üzerinde arattığı etkinin dindirilmesi amacıyla, halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların adli olarak tanınacağı kararı üzerine halk mahkemeleri (gacaca) 3'ten fazla insan öldürenleri yargılamış ve kendi cezasını halk kendisi vermiştir. Daha büyük suçlular için birleşmiş milletler gözetiminde Arusha Tanzanya'da bir uluslararası suç mahkemesi kurularak yargılamalar sürdürülmüştür.Sonuçları
Tüm politik ve ekonomik yardımlara rağmen, Ruanda katliamın etkilerinden kurtulamamıştır. Ülkenin yakınında meydana gelen Kongo savaşları sebebiyle ülkede ekonomik ve sosyal açıdan istenilen ilerleme sağlanamamıştır. 1999'da katliamın ardından yapılan ilk seçim de politik istikrarı sağlayamamıştır.31 Mart , 2005'te, Interahamwe'nın ardından kurulan, Demokratik ve Özgürlükçü Ruanda Güçleri (FDLR), en sonunda soykırımı kınayarak, iç savaşa son verdiğini açıklamıştır.