Bizans imparatorluğu, Romalıların doğuda sahip olduğu toprakları, Tuna'dan Germenlerin ve İslavların; Fırat'tan da Perslerin ikili baskısına karşı koruma zorunluluğundan doğdu. Bu baskılara karşı imparatorluğa Roma'dan daha yakın ve daha kolay korunabilir bir siyasi ve askeri merkez lazımdı. Constantinus, eski Bizantion'un yerine kendi adını verdiği yeni şehri (Konstantinopolis) böyle bir sebeple kurdu.
İki deniz yolunun birleştiği yerde bulunması ve biri Avrupa'dan, diğeri Küçük Asya ve Suriye'den gelen iki kara yolunun kavşağında olması yeni kurulan şehre büyük değer kazandırıyordu. Bununla birlikte, Bizans imparatorluğu gerçek anlamıyla ancak Roma imparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra (395) doğdu ve Batı imparatorluğunun çöküşünden ve imparatorluk nişanelerini, Odoakar'ın Zeno'ya geri vermesinden sonra da büyük önem kazandı.
Doğu Roma imparatorluğu da denilen Bizans imparatorluğu üç büyük ülkeden meydana geliyordu: Balkan yarımadası. Kuzeyi Tuna ile, kuzeybatısı Tuna'nın güneydoğusunda Sirmium'dan başlayan ve İşkodra'nın kuzeyine ulaşan Adriyatik kıyılarıyla sınırlıydı; Asya ülkesi. Asya, Pontus ve Doğu piskoposluklarını, kuzeydoğuda Kafkas kıyılarını, Gürcistan ovasını, Ermenistan dağlarını ve Edessa bölgesiyle Fırat'ın geniş kıvrımını kapsıyordu. Afrika ülkesi. Nil'in Akdeniz ağzından Sirt körfezine kadar olan kıyıları ve Mısır'ın özellikle zengin buğday ambarını içine alırdı. İmparatorluğun savunması Suriye, Fırat ve Tuna'nın eski tahkimatı ve bu son bölgedeki Kırım ileri karakolu ile sağlanıyordu.
Batı Roma imparatorluğuna göre Doğu Roma imparatorluğunun daha uzun ömürlü olmasının sebeplerini coğrafi durumun korunmaya uygunluğunda ve mutlakiyetle yönetilmesinde aramak mümkündür. Yerleşmiş bir bürokrasinin, güçlü bir ordunun ve ihtiyatlı bir siyasetin de yardımıyla Bizans, Latin dünyası ile Yunan dünyasının birbirinden farklı siyasi birliğini böylece sürdürebildi.
Bizans imparatorluğunun tarihi, gelip geçen imparatorların başarılarına ve karşılaştıkları güçlüklere göre yükselme ve gerileme devrelerine ayrılır. Başlangıçta eski Roma'da olduğu gibi imparator sülaleleri kısa ömürlü oldu, imparatorluğun son sekiz yüzyılında ise uzun ömürlü sülaleler başa geçti.
Bizans'ı yöneten imparator sülaleleri şunlardır: 1. Theodosius hanedanı (379-457); 2. Leo hanedanı (457-518); 3. Justinus hanedanı (518-602); 4. Herakleios hanedanı (610-711); 5. İsauria hanedanı (717-802); 6. Phrygia hanedanı (820 -867); 7. Makedonya hanedanı (867-1056); 7. Dukas hanedanı (1056-1081); 9. Komnenos hanedanı (1081-1185); 10. Angelos hanedanı (1185-1204); 11. Laskaris hanedanı ve Batatzes hanedanı (1204-1261); 12. Palaiolouos hanedanı (1261-1453).
Bizans imparatorlarına ait liste için bakınız: Liste - Bizans İmparatorları
İ.S. 200-600 Yıllarında Bizans
Romalılar İran'dan, mimarlıktan başka şeyler de aldılar. Örneğin krallık simgeleri -taç ve asa- ve saray törenleri de, gizemli bir havayı benimsemesinin kendisini daha önce birçok Roma İmparatorunun uğradığına benzer pis bir siyasal cinayetten koruyacağını uman Diocletianus (İ.S. 284 - 305 arasında yönetti) tarafından bilinçli olarak alınıp benimsendi. İran'dan alınan şeylerin en önemlisi, Konstantinos zamanından sonra Romalıların da, imparatorluk ordusunun belkemiği yaptıkları ağır silahlı süvarilerdi. Başka hiçbir güç, bir yandan İran saldırısını, öte yandan barbarların ikide bir rahatsız edici akınlarını önleyemezdi.Bununla birlikte Romalılar, toplumsal yapılarını, Sasani "feodal" toplum biçimine benzetme isteğinde değillerdi. Yüzyıllar boyu parça parça oluşarak ortaya çıkan gelişmiş hukuk ilkeleri ve adalet sistemi, kent merkezli toplumsal ve siyasal düzende gerçekten köklü sayılabilecek herhangi bir değişikliği önledi. Bu nedenle Justinianus'un (İ.S. 527 -565) Roma hukuku derlemesi (kodifikasyonu) yalnızca yönetsel bir kolaylık amacıyla yapılmamıştı. Aynı zamanda, belirgin bir biçimde Roma'ya özgü ve temelde kent kaynaklı olan eski uygulamaların sürekliliğinin yeniden onaylanması anlamına geliyordu.
Bizans İmparatorları, savunmayla ilgili ivedi askerlik sorununu çözmek için, tehdit edilen herhangi bir sınır bölgesine ya da ayaklanma baş gösteren herhangi bir eyalete, her an hareket etmeye ve buralarda İmparatorluğun istemini zorla kabul ettirmeye hazır bir sürekli orduyu beslemeye çalıştılar ve bu askeri gücün kendilerine yakın bir yerde bulunmasını yeğlediler. Ancak vergi gelirleri, pahalı araçlarla donatılmış ve zırhlı süvarilerden oluşacak büyük bir birliği beslemelerine yeterli değildi.
Örneğin Justinianus, Batı Akdeniz'de yitirilen eyaletleri yeniden fethetmeye kalkışınca, ücretlerini savaş ganimetlerinden ve çapuldan sağlanacak gelirlerle ödemek umuduyla, büyük generali Belisarius'un ağır süvarilerden oluşan 5000 kişilik özel bir birlik toplamasına izin verme yoluna başvurdu. Bu nedenle, Belisarius'un İtalya'da geçirdiği uzun sefer yılları (İ.S. 535-549) yerel halka o zamana kadar uğradıkları herhangi bir barbar istilasından daha büyük zarar veren acımasız ve uzun bir yağmacılık dönemi oldu.
Devletin en büyük askeri birliğinin imparatora yakın yerde olması, kaçınılmaz olarak sınırların tehlikeli bir biçimde saldırılara açık kalmasına yol açtı. Örneğin, imparatorluk muhafız alayı her küçük çapulcu takımını kovalamak için Konstantinopolis'ten ayrılamayacağından, Tuna'nın ötesinden küçük çaplı akınlarla sık sık yağmaya inen gruplar, ellerini kollarını sallaya sallaya geri döndüler. Bu nedenle Balkan toprakları, küçük çapulcu çetelerinin acımasına kaldı. Surlarının arkasında rahat edebilen birkaç kıyı kentinden başka hiçbir yer güvenlik içinde değildi.
Roma sınırları, güçlü Sasani sınır savunmasına uzaktan yakından benzeyen hiçbir düzen tarafından korunmuyordu. Sınır bölgelerinin barbar akınlarına ve barbar sızmalarına açık bırakılması, bir bakıma İmparatorluğun kent topluluklarının toplumdaki üstünlüklerini sürdürmeleri karşılığında ödediği bir bedeldi. Sasani İmparatorluğunun kurulmasıyla İran'da ve Mezopotamya'da görüldüğü gibi, silahlı bir kır aristokrasisi kent topluluklarının bu üstünlüğüne meydan okuyacaktı.
İmparator ve Konstantinopolis halkı, böyle olmaktansa devletin yaşamsal önem taşıyan bölgelerini, teknik bakımdan İran ordusu biçiminde donatılmış, fakat kendilerine verilen topraklarla değil de vergilerle ve ganimetlerle beslenen küçük, hareketli ve sürekli bir orduyla savunurken, İmparatorluğun çorak ve kıyılara uzak bölgelerinin, gerekirse elden çıkmasına razı oldular.