Sivas ili Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan Âşık Veysel, 7 yaşında geçirdiği çiçek hastalığı sonucunda sol gözünü, bir talihsizlik sonucuyla da sağ gözünü kaybetti. Babasının, Âşık Veysel'e oyalanması için aldığı saz önce başka ozanların türkülerini çalmaya başladı, 1933 yılında tanıştığı Ahmet Kutsi Tecer'in teşvikleriyle kendi sözlerini yazıp söylemeye başladı.
Âşık geleneğinin son büyük temsilcilerinden olan Âşık Veysel, bir dönem yurdu dolaşarak Köy Enstitüleri'nde saz hocalığı yaptı. 1970'li yıllarda Hümeyra, Fikret Kızılok, Esin Afşar gibi bazı müzisyenler Âşık Veysel'in deyişlerini düzenleyerek yaygınlaşmasını sağladı. Şarkışla'da her yıl adına şenlikler yapılır.
Eserlerinde Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Yöntemi gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içeydi. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var. Şiirleri, Deyişler (1944) , Sazımdan Sesler (1950) , Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimli kitaplarında toplandı. Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.
Hayatı
1901'de yedi yaşına girdiği sıralarda Sivas'ta çiçek salgını yeniden yaygınlaştı ve o da yakalandı bu hastalığa. Sağ gözünün görme şansı vardı ve ışığı seçebiliyordu bu gözüyle o sıralar. Ne var ki, yakasını bırakmayan olumsuzluklar Veysel'in diğer gözünün de kör olmasına sebep oldu.Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas'ın aşığı ve ozanı bol diyarında, Veysel'in babası da şiire meraklı ve tekkeyle içli-dışlı birisiydi. Veysel'in üzüntüsünü az da olsa unutması için bir saz aldı ve halk ozanlarından şiirler okuyup, ezberletir oğluna. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği'nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa'dan (Âşık Ala) aldı ve kendini de iyice saza verdi; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başladı.
Aşık Veysel'in hayatında ikinci önemli değişiklik seferberlikte başladı. Kardeşi Ali ve arkadaşları harp için cephelere gidince, arkadaşsızlık ve kardeş acısı, sefalet, onu umutsuzluğa sürükledi ve yalnızlığı daha derinden hissetmeye başladı.
Veysel'in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru 'belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel'e bakamaz' düşüncesiyle Veysel'i akrabalarından Esma adında bir kızla evlendirdiler ve Esma'dan bir kız, bir oğlu oldu Veysel'in. Oğlan çocuğunun daha on günlükken ölümüyle hayata küsen Veysel, bundan sonra 24 Şubat 1921'de annesi, ondan 18 ay sonra da babasının ölümüyle iyice yıkıldı.
Ağabeysi Ali'nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir hizmetkar tuttular. Bu hizmetkar ileride Veysel'in bağrında açılacak başka yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel'in ilk eşi olan Esma'yı kandırarak kaçırdı. Veysel'in acılı yaşamına bir acı daha eklendi böylece.
Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel'in kucağında henüz altı aylık kızı vardı. İki yıl yaşadıktan sonra o da hayata gözlerini yumdu.
Veysel'in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara'nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel'i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşadılar. Kendisini Adana'ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas'lı Kalaycı Hüseyin, Veysel'e yol arkadaşlığı ettiler. Dönüşte Veysel, Hafik'in Yalıncak köyüne ve Zara'nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz aldı; Sivas'tan Sivrialan'a dönerken arkadaşları bir 'üç kağıtçı' grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybettiler. Arkadaşları Veysel'in 9 lirasını da alarak kumara verdiler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik'in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evlendi.'
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları 'Halk Şairlerini Koruma Derneği'ni kurdular. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı'nı düzenlediler. Böylece Veysel'in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başladı.
1933'e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söyledi. Cumhuriyet'in 10. yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer'in direktifleriyle bütün halk ozanları Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine şiirler yazdılar. Bunlar arasında Veysel'in de vardı şiirleri. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri böylece 'Atatürk'tür Türkiye'nin ihyası'... dizesiyle başlayan şiir oldu. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel'in de köyünden dışarıya çıkması anlamına geliyordu.
O zaman Sivrialan'ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel'in bu destanını çok beğeniyor, 'Ankara'ya gönderelim' diye istiyordu. Veysel de 'Ata'ya ben giderim' diye arkadaşı İbrahim ile yürüyerek yola düştüler ve Ankara'ya gittiler. Veysel Ankara'da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kaldı. Destanı Atatürk'e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk'e okumak kısmet olmadı. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye verildi ve destan gazetede üç gün boyunca yayınlandı. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başladı.
Köy Enstitüleri'nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer'in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri'nde saz öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik yaptığı bu okullarda Türkiye'nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buldu. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel'e, 'Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü' 500 lira aylık bağlandı.
21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30'da doğduğu köy olan Sivrialan'da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.
Aşık Veysel - Dünya Görüşü
Hem yaslandığı köy / kasaba kültürünün etkisi hem de çağdaş anlamda bir eğitim olanağından yararlanamamanın getirdiği doğal sonuçla, köy / kırsal kesiminin kaderci dünya görüşü onda da egemendir. Bunları söylerken, Veysel’in içerisinde bulunduğu ruh halinin de değerlendirilmesinden yanayım. Kuşkusuz, çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadığı bir yığın olumsuz etkinin, yaşama bakışını, onu nasıl bir küskünlüğe ittiğini görmezden gelemeyiz.Bir sanatçının dünya görüşünü elbette, yaşadığı sosyal çevre belirler. Bunu biraz daha somutlaştırırsak, içerisinde yaşadığı maddi yaşam koşulları belirler. Âşık Veysel’in yaşadığı sosyal çevre, köy ile kasaba kültüren sahip, ekonomik anlamda tarıma dayalı, kapitalizm öncesi üretim biçimleri egemen, sanayileşme sıfır... Bir de ekonomik yapının paralelinde, eğitim-öğretim gibi etkenlerin düşüklüğü, savaştan yeni çıkmış bir toplumun ekonomik ezikliği eklenip, çiçekten telef olan insanların coğrafyası düşünülürse, Veysel’i biçimlendiren sosyal çevre çok kolay anlaşılır. Bir de toplumsal / sosyal çevrenin yazılı kültürden uzaklığı, bütün edebi / sanatsal birikimini sözlü kültürüyle oluşturduğu gerçeği gözardı edilmezse, bu koşullar içerisindeki sanatçı tipinin anlaşılması daha kolay olur. Bu sosyal çevreye, üstüne üstlük bir de göz gibi bir organını yitirmiş insanın fiziki eksikliği eklenirse Veysel’i anlamak, şiirlerini de yerli yerine oturtmak daha kolay olur.
Gözlerinin görmeyişi, onu bütünüyle etkilemiştir. Öyle ki:
“Kuş olsan da kurtulmazdın elimden Eğer görsem idi göz ile seni”
Derken Âşık Veysel’in bu anlamda duyduğu hasretin ne kadar derin olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Adnan Binyazar, Veysel’deki görme eksikliğini, onun dizeleriyle yorumlarken “bal”a “tuz” katılmıştır diye vurguluyor.
Gerçi Âşık Veysel çoğu kere olumsuzluklardan feleği suçlu bulup, sebebi orada ararken; öte yandan okul gibi, fabrika gibi, hastane gibi hayatta somut işlerliği olan atılımların, pozitif unsurların şiirini de yazar. Bu bakımdan ondaki feleğe yaslanmayı, kaderciliği bilimin karşısında bir kadercilik, körükörüne bir saplantı olarak algılamamak gerekir.
“Dünya tebdil oldu durum değişti, Kimi aya gider kimi cennete”
derken, onun bilimsel gelişmelere kulak kabartırken, karşılaştırma yaptığı etkenleri de değerlendirme bakımından ciddi bir perspektif oluşturduğunu görürüz, “ay” ve “cennet” kavramlarını bir bakıma iki değişik inanma biçimi anlamında kullanıyor o.
Sonra bir başka şiirinde:
“Dünyanın en zengin aklını gördüm Sermayesin sordum dedi ki okul. İnsanlara hizmet yaptığın yardım, Merhametin duygum dedi ki okul. Sudan ateş yapan en güzel sanat Dünyayı ışığa kaplarsın kat kat Fikriyle mi ettin bunları icat Rehberim oldu dedi ki okul. Bu bir keramet mi yoksa hüner mi Göz görmezse gönül buna kanar mı Öksüz tarlada sapan döner mi Eker biçer motor dedi ki okul. Kanat takar gökyüzünde uçarsın Denizleri müdanasız geçersin Soğuğu yağmuru nasıl seçersin Rasathane kurmuş dedi ki okul. Çeşitli taşıtlar bir de trenler Hekim olup her yareyi saranlar Bunu sen mi yaptın yoksa erenler Daha neler yapar dedi ki okul. Radyo hayrete düşürdü beni Her dilden biliyor yok amma cam, İlim akıl fikir yaratmış bunu Lambası dalgası dedi ki okul. İnsanlar kafası bunları bulan, İlimdir dünyada hakikat olan Bütün bu işlerin temelim kuran İnan buna Veysel dedi ki okul” diyor.Bu ve bu türden başka örnekler, Âşık Veysel’deki tanrı / felek gibi doğaötesi kavramların bir bağnazlık ya da tek çareymiş gibi gösterilmediğini belirtiyor. Bu bakımdan onda herhangi bir katılık göremeyiz. Esnektir, hoşgörüdür.
Zaman zaman umutsuzluk ve hiçlik duygusuna kapılsa da Veysel, büsbütün yaşama sarılmayı elden bırakmaz. Yaşamı anlama ve anlamlandırma çabası sürekli ağır basar. Ayrıca “ahiret” kavramı da ondan derin değildir.
“Âşık Veysel’in belirgin bir felsefesi var mıydı?” sorusuna Ruhi Su şu yanıtı veriyor: “Felsefe sözcüğü ile toplumun içinde Veysel’in önerdiği ya da benimsediği bir düşünce biçimi var mıydı diye soruyorsanız, vardı elbet. Bütün iyi niyetli, babacan insanlarımız gibi, o da çalışmayı öğütlerdi. Yerine göre, geleneklerimize bağlı kalmayı önerdiği de olurdu. Kendi inancı sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne dayanan bir inançtı, ama toplumdaki gelişmeler hakkında ne düşündüğü sorulduğu zaman, ne söylemesini istediklerini sezecek kadar da akıllıydı.”
Veysel’in bir özelliği de şu: Dini şekilciliğin baskısına dayanmaması onu kırmaya çalışması, Allah ile samimi, senli benli olması. Daha doğrusu Bektaşi geleneğine bağlılığı... Tanrıya hitap şiirinde olduğu gibi:
“Kainatı sen yarattın Her şeyi yoktan var ettin Beni çıplak dışar attın Cömertliğin nerde senin.”
Nejat Birdoğan, “Kimi şiirinde Veysel’i düşünce olarak coşkulu, ozan olarak henüz yetersiz buluruz. Aslında bu tür şiirlerinin daha sonrakilerinde bile bir ozandan çok bir toplum eğitmeni Veysel’i görürüz. Bu çalışmalarında Veysel cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görür. Davranışlarında da böyledir. Düşünce olarak tertemiz bir adamın eylemlerinde de namuslu, çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara başvurduğu gözlenir. Kızılırmak üzerinde Kaplan Deresi Köprüsü’nü köy köy dolaşıp para toplayarak yaptırması ondaki bu sorumluluğun bir göstergesidir.
Ama bize kalırsa Veysel’den en olgun şiirler insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan şiirlerdir. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına dönmesini anlatır. Bir başka tanımla tasavvuf ozanı Veysel vardır bu deyişlerde. Bağlı olduğu inancın ıssız bir Anadolu köyünde kendisine aşıladığı bu duygular, Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür.” diye değerlendirmektedir.
Batıl inançlara, çağdışı tutuma karşı olan Veysel, bu konuda da oldukça duyarlıdır.
“Devri Cumhuriyet asırı yirmi Uyan bu gafletten uyuma yurttaş. Dünya ayaklanmış aya gidiyor Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Bırak sar’öküzü varsın yayılsın Set çekme gözlere herkes ayılsın Her köşeye bir fabrika kurulsun Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Yürüyen yolcuyu çekme geriye Dikkat eyle karıncaya arıya, Gidiş böyle kavuşaman huriye Uyan bu gafletten uyuma yurttaş. Zarar gelmez sana kaçınma sazdan Günahın korkusu çıkmıyor bizden Vazgeç demiyorum sana namazdan Uyan bu gafletten uyuma yurttaş. Destekle fakiri okut yetimi Bu hayırlar dinimizce kötü mü İdrak eyle hidrojeni atomu Uyan bu gafletten uyuma yurttaş. Dökülen yağmurun kilogramı, Ölçmüş biçmiş metre midir kare mi Çok yatarsın azdırırsın yaramı Uyan bu gafletten uyuma yurttaş. Göklere fırlıyor bu kadar füze Bu işler bir ibred değil mi bize İstiyor aydaki sırları çöze Uyan bu gafletten uyuma yurttaş. Allah’ın varlığı mevcut insanda İlim akıl fikir sermaye sende Çalıştır gemiyi otur dümende Uyan bu gafletten uyuma yurttaş. Hiçbir şey bilmezsin dik biraz kavak Boş gezene derler serseri savak Yumma gözlerini dünyaya bir bak Uyan bu gafletten uyuma yurttaş. Veysel ne durursun herkes gidiyo Zaman uymaz, sen zamana uy diyor Fen çok büyük kerameti yutuyor Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.”
Bu şiiri bile tek başına yukarıda onun hakkında vurguladığım belirlemeleri aydınlatacak niteliktedir. Görüldüğü üzere, o toplumdaki değer yargılarını hayatın somut gerçekleriyle örneklendirerek eleştiriyor. Taraf oluyor burada Veysel. Bilimden yana, aydınlıktan yana, gelişmeden, somut gerçeklerden yana taraf oluyor. “Bırak sar’öküzün varsın yayılsın” derken, “Dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde durduğu” inancıyla alay ediyor. Gözlerine set çekme diyor. Sonra, Tanrı’yı insanlaştırıyor, Allah’ın varlığı mevcut insanda” diyor.
“Ancak, temel görüşlerine, açısına bakacak olursak, Veysel, bir toplumcu bilinç açısıyla, bilinçli bir toplumcu ozan açısıyla yanaşmamıştır bu konuya. Veysel kendisine doğal gelen bu ayrıcalıkları Tanrıya, kadere ve doğal gibi gördüğü birtakım güçlere atfetmiştir. Karşısına aldığı toplumsal düzen değil, doğal düzendir.”
“Onun sanatı var olanı öven, mevcuda kanaat eden romantik sanattır” türünden vurgulamalarla Veysel’i dar çerçevede ele almanın, kestirmeden yargıda bulunmanın ne Âşık Veysel’i anlamaya katkısı olacaktır, ne de bu vurgulamayı yapan araştırmacılarda gözlendiği üzere, geleneği ve geleneği sürdürenlerin çok yetkin oldukları savını kanıtlamaya. Oysa Âşık Veysel, yaşamıyla, yaptıklarıyla, şiirleriyle vardır. Değerlendirmelerimizi bu somut gerçeklikten hareket ederek yaparsak, anlamlı bir katkıda bulunmuş olabiliriz.
Yukarıdaki vurgulamalarda da değindiğim gibi, Âşık Veysel içerisinde bulunduğu kültürel ortam açısından köy-kasaba mekanında yetişmiş, bu çevrenin değerleriyle örgütlenmiş bir sosyal düzenin insanıdır. Köylülüğün getirdiği tipik bir özellik de, tutarsızlıktır. Onun içerisinden çıktığı kültürün terimiyle söylersek “vefasızlık” onda da görülür. Özellikle, onun gelişmesinde, tanınmasında, sesinin ve sözünün yaygınlaşmasında büyük katkısı olan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi kurumlara karşı Veysel, yaşadıkları sürece sahip çıkmış, övgüler dizmiştir, ama onlar kapatılınca pek oralı olmamış, tepki göstermemiştir. En büyük zaafı da budur.
Gelenek ve Âşık Veysel
Bütün halklar da olduğu gibi, Türkler’in de en eski sanat ürünleri büyüsel törenlerden kaynaklanmaktadır.Türk Edebiyatı tarihine ilişkin mükemmel denebilecek kaynakların bulunmayışı, biraz geniş bir alana yayılmalarından ve hareket halinde olmalarından kaynaklanıyorsa da, biraz da yazılı edebiyatının çok geç tarihlerde oluşmaya başlamasından ileri gelmektedir. Hatta, Türk Edebiyatı ve tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından öğreniyor olmamız da bunu açıkça gösteriyor. “En eski Türk şairleri – Tonguzlar’ın Şaman, Mogol ve Boryatlar’ın Bo veya Bugue, Yakutlar’ın Oyun (Ouioun), Altay Türkleri’nin Kam, Samoitler’in Tadibei, Finovalar’ın Tietoejoe, yani bakıcı, Kırgızlar’ın Baksı-Bakşı, Oğuzlar’ın Ozan dedikleri –sahir-şair’lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, musikişinasilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı. Muhtelif zaman ve mekanlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları musiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabii değişiyor; fakat semadaki ma’butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastalıkları tedavi eylemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aittir. Bütün bu muhtelif işler için tabii muhtelif ayinler vardı. Bunların bir kısmı unutulmakla, yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı hala Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da yaşamaktadır. Şaman yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak haline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi musiki aletiyle çalar, beste ile beraber olan ve sihirli bir mahiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir.”
Bu ayinlerde kullanılan müzik aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri de kopuzdur. Abdülkadir İnan XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde saz çaldıklarını belirtir. Abdülkadir İnan “Bugünkü Kırgız Kazak baksıları kopuz kullanırlar. Eski Oğuzlar’da, İslam’dan sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede Korkut her hikayede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor.” der.
Bizim ozanlarımızın çaldıkları çalgının bu ayinlerde kullanıldığını gösteren kanıtlar fazlasıyla vardır. XIV-XV. yüzyıllardan yazıya geçirildiği sanılan, Dede Korkut Hikayelerinde de kopuza ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz. “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı hikayede: “-Bre kafir, Dedem Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı.” diye geçmektedir.
Bütün ilkel topluluklarda görüldüğü üzere, eski Türk topluluklarında da ozan ya da kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söylemeye, saz / kopuz / davul çalma gibi yeteneklerin yanısıra, büyücülük, hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde toplamışlardır. Bu bakımdan da toplum üzerinde oldukça etkindirler.
İş bölümünün yaygınlaşması ozan, kam, baksı gibi toplumun ileri gelen ve birçok işi birarada yürüten bu kişiliklerini de değiştirmiş, dinsel törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb. meslekler gelişmiştir.
“İslamiyet’in kabulü ile terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır sonra birdenbire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce mümkün değildir.” diyen Prof. Dr. Umay Günay, bunu şöyle açıklıyor: “Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin şimdiye kadar tespit edilememiş olması şansızlıktır. İslamiyet’in kabulünden sonra yeni bir yurt edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan tarzda eser vermeleri ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserlerde Arap-Fars edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım şekilleri ve nazım unsurları ile değil, milli nazım şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde meydana getirilmiştir. Ozan-baksı geleneği ile bu arada bir ölçüde Tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni şartlara uydurmuştur. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir. Ozan-Baksı geleneğinin hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyet’ten sonra terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmiştir.”
Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düz yazı karışımı bir öykü çeşidinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav: “... Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneği sürdüren, ama başka bir yönüyle, adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır. Onun yaratıcılığı irtical iledir: Şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla Âşık’ın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın, Âşık’ın şiirlerinden ayrılmaz bir öğe olduğu anlatılmak istenir.” diyor ve ekliyor: “Demek ki Âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülmeyeceği, bir kerteye kadar “seyirlik-dramatik” öğeleri olan “katışık” bir anlatı sanatını kapsar.”
Âşık Veysel’i bu gelenek içerisinde düşündüğümüzde, Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz ve giderek bir Âşık Edebiyatı esası olan bade içme / buta alma kavramının onda görülmediğini, usta-çırak ilişkisinin de, yaşam öyküsü bölümünde de ayrıntılı olarak görüldüğü gibi, Âşık Veysel’de bir yol gösterme biçiminde ortaya çıktığını, gelenekle öyle içiçe bir durum sergilemediğini görürüz. Gelenekte görülen usta-çırak ilişkisi, bir ustanın yanında hem sazı öğrenmek ve geleneği öğrenmek hem de bir süre birlikte dolaşmakla belirir. Âşık Veysel’de durum pek böyle değildir. Örneğin, Âşık Veysel bade içmemiştir. Badesiz Âşıktır. Günümüzde bile kimi Âşıkların yakıştırdığı Pir elinden dolu içmek gibi bir ayrıcalığı da olmamıştır. Âşık Veysel’de Âşık Edebiyatı’nda gördüğümüz esaslardan biri olan hikaye anlatma da yoktur. Âşık karşılaması olan atışma, muamma asma ya da çözme gibi geleneğin içerisinde olan olgularla da pek oralı değildir Âşık Veysel. Onun kimi atışmaları vardır ama, bunlar da gelenek içerisinde görülen tipte değildirler.
Gerçi Âşık Veysel, halk şiirimizde önemli yere sahip kimi ozanların adlarını anarak, (Karacaoğlan, Dertli, Yunus soyum var / Mansur’a benzeyen bazı huyum var) bu geleneğe bağlılığını dile getirir ama, onun bu dile getirmesi geleneksel halk şiirinde görüldüğü türden bir dile getirme değildir. Hatta bir şiirinde:
“Elimden bir dolu içtim Türlü türlü derde düştüm.”
diyerek bade içme geleneğiyle çağrışım yaratsa da, gerçekte o anlamda bir işlevi yoktur bu dizelerin. Adnan Binyazar’ın biraz daha ileri giderek “Veysel’de “dolu içmiş”, Hak aşığı ozanlar kuşağına katılmıştır.” vurgulaması bu bakımdan aşırı abartma sayılmalıdır.
Kurt Reinhard “Sivas Vilayeti Âşık Melodi Tipleri” başlıklı çalışmasında, Âşık Veysel Ekolü olarak nitelendirilen ve Orta Anadolu bölgesini içeren Âşık ezgilerini anonim halk türküleri ve ezgilerinden farklı olarak şöyle ifade etmektedir.” Âşık ezgileri, güftenin mısralarında sayısıyla bağlantılıdır. Doldurma veya tekrar edilen kelimeler açık biçimde telafuz edilmektedir. Ezgilerde belli motifler sık sık tekrarlanmakta, türkülerde sazın belli bir bölümü kullanılmaktadır. Türkülerde ani bitiş veya yavaşlayarak sona ulaşmak büyük ölçüde sazı icra edenin arzusuna ve sanatına bağlıdır. Âşık ezgilerinde sol sesi ana ton olmakla beraber la ve mi seslerinin ana ses tonu olarak kullanıldığı örnekler vardır.
Âşık ezgileri, konuşma uslubunun ağır bastığı ezgiler ve ezgilerin ağır basıp konuşma uslubunun gerilediği iki gruptan oluşur. Konuşma ritmine ayak yaygın olarak benimsendiği örneklerde ezgi yavaşlar ve konuşma ritmine ayak uydurur. Ezgi çok kere güftenin arkasındadır, bu uslupta önemli olan sözlerin anlaşılması olduğu için ezgiden zaman zaman feragat edildiği olur. Sözlerden ziyade ezgilerin ağır bastığı tiplerde ise, bir hece birden fazla nota ile seslendirilir, ezgilerin kazandığı bu tipte ise, güfteler bir ölçüde daha zor anlaşılır durumdadır.”
Bu durumda şu çıkıyor karşımıza: Birincisi, Âşık Veysel bizim klasik anlamda algıladığımız aşık değildir, ikincisi gelenek Âşık Veysel’e kırılmıştır.
Ahmet Kutsi Tecer bu konuda ilginç bir benzetme ve değerlendirme yapıyor.
“Âşık Veysel’de Veysel Şatıroğlu dirilirken, Veysel Şatıroğlu’nda Âşık Veysel bitiyor. Tanzimat’tan gelenlerle onun farkı, gelenekten çıkageldiği için, bir ses farkıdır. Onun teli bize göre bağlanmıştır. Tanzimat’ın teli taklit bir bağlanmadır; evvelkisine “düzen”, ikincisine “akort” dediğimiz gibi, Veysel bir bakıma, öbür çağdaşlarını okumuş gibidir; mesela, Ceyhun Kansu, Veysel’i ne kadar okumuşsa, Şatıroğlu da Ceyhun’u o kadar okumuştur. Veysel’le çağdaşları arasında o kerte birbirini çeken taraflar vardır. Ceyhun Kansu ile Faruk Nafız Çamlıbel ne kadar birbirinden ayrı ise, Şatıroğlu da çağdaşlarından bu tarzda ayrılır. Onu diğerlerinden ayıran taraf, demin de belirttiğim gibi, Tanzimat geleneği yerine, halk şiiri geleneğinden çıkmasıdır. Veysel Şatıroğlu, Âşık Veysel’le halk şiiri geleneği yaşamış ve “bugün”e oradan gelmiştir.”
Âşık Veysel’in kanımca en büyük özelliği burada geleneği kırmasında çıkıyor karşımıza. İlk dönem ürünlerinde görülen zayıflık, ağır didaktik yan da böylece arınıyor.
Ancak, şunu da yabana atmamak gerekiyor; onu büsbütün gelenekten de soyutlamayız. Enver Gökçe’nin dediği gibi: “Halk şairlerimizin eserlerinde ortak özellikler olan saz-söz ayrılmazlığı klasik şark edebiyatının estetiğinde önemli bir yer tutan idalizim meyli ve bu meylin halk şiirinde işleyen mücereretlik vasfı Âşık Veysel’in sanatında da egemen unsurlardır. Kısaca Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kainat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir.”
Âşık Veysel, hem gelenektir böylece, hem de yenidir. Bunu ileride şiirleri üzerinde dururken de daha ayrıntılı olarak göreceğiz; o bunu kendiliğinden yapmıyor; bir bilinç zorluyor onu buraya. Örneğin, Alevi kültüründe yetişmesine, babasının tekke geleneğine bağlı olmasına karşın Âşık Veysel diğer tüm Alevi ozanlarda görülen duvaz imam söylemiyor; tek bir şiirinde şah sözcüğü, oniki imam geçmiyor. Oysa, sonuçta Âşık Veysel’in çıkığı yer bu kültür, gezip dolaştığı köylerin büyük çoğunluğu Alevi köyü. Yine onu çağdaşı olan Ali İzzet Ukan’da hiç de böyle değildir. Hatta, Pir Sultan’ın “Şah’a gidelim” dizesini, “yare gidelim” diye değiştirmeye kalkacak kadar bir kararlılık vardır onda. Demek ki Âşık Veysel’i bilinçli olarak çevresindekiler bu konuda da ta başından koşullandırılmışlardır ya da kendisi böyle bir ilkeyi yaşam felsefesi olarak seçmiştir. Nasıl olursa olsun, Veysel, bu anlamda sıkı bir insandır. Bir nokta daha var, köy ve kır ozanı olmaktan alabildiğine uzak durması. Doğaya yönelik motifleri, imgeleri alabildiğine kullanmasına karşın, Veysel köyden dışarı çıkıyor. Onun yaşamını, yazgısını yönlendiren başka bir sosyal çevre var: Kasaba
Aşık Veysel Yaşam Öyküsü
“Üçyüzonda gelmiş idim cihana”
Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir, olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i. Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.
Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını yitirmiştir.
Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.”
Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülizar Ana şöyle anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle bulur ve severdi.”
Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş babası.
Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”
Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in. Tüm aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu aşığı/ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu. Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.
İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Ala) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan Abdal, Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.
“Âşık Veysel’in hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da mahrum...
Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.”
O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;
“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”
Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle dizeleştirir bunu:
“Ne yazık ki bana olmadı kısmet Düşmanı denize dökerken millet Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet Kılıç vurmak için düşman başına.
Bugünler müyesser olsaydı bana Minnet etmez idim bir kaşık kana Mukadder harici gelmez meydana Neler geldi bu Veysel’in başına.”
Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel’in acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye başlıyor. 1921’in 24 Şubat’ında annesi bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok aşık gelip gitmekte, Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler. Köy odalarındaki bu aşık fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.
Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.
Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.
Bir şiirinde dile getirdiği gibi:
“Talih çile kadar sözü bir etmiş, Her nereye gitsem gezer peşimde.”
Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.
“O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi aşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:
“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”
Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evleniyor.”
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı işaretliyor.
1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var. Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor.
O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o kadar olur...” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.
O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek?” diye düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne yaparız?’
Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o yardımcı olabilir.’
Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardım et!’ dedik.
Dedi ki: -‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin gidin!’
-‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e!’
Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin!’ dedi. Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi. Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne yapsak?’ diye düşünüyoruz. Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.
Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek yasak!’ Bizi tel alacağımız çarşıya sokmadı.
Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa girmeyin!’ diye diretti.
-‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin!’ diye çıkıştı.
-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız!’ dedik. O zaman polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al!’ Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.
-‘Ne istiyorsunuz?’ dedi müdür.
-‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz!’ dedik.
-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim!’ dedi. Çaldık dinledi!
- ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’
Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın!’ Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık. Polisler:
- ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: ‘Bu iş olmayacak.’ Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.
Avukat: - ‘Ben belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!...’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki: - ‘Siz sanatkar adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!’
Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız?’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye yazalım!’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -‘Yok!’ dedi. ‘Paramız yok! Sizi gönderemeyiz!’ dedi.
Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin!’ dedi. ‘Ankara Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş!’ dedi. Acıdım avukata.
‘Nasıl edelim? Ne edelim?’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip duruyorduk.
İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu.
-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar!’ diye cevap verdik.
-‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu!’ dedi.
O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo! Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin.’ dedi.
Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde bir konser versinler!’
Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular. Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.
Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzeti’nin:
“Mecnunum, Leyla’mı gördüm Bir kerrece baktı geçti. Ne söyledi ne de sordum Kaşlarını yıktı geçti Soramadım bir çift sözü Ay mıydı gün müydü, yüzü Sandım ki zühre yıldızı Şavkı beni yaktı geçti. Ateşinden duramadım Ben bu sırra eremedim Seher vakti göremedim Yıldız gibi aktı geçti. Bilmem hangi burç yıldızı Bu dertler yareler bizi Gamzen oku bazı bazı Yar sineme çaktı geçti.. İzzeti, bu ne hikmet iş Uyur iken gördüm bir düş Zülüflerin kement etmiş, Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.
1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlanmıştır.
21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.
Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar, Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam Zara’nın doğusundaki Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer.”
Aşık Veysel'in Eserleri
* Anlatamam Derdimi (5:24)
* Arasam Seni Gül İlen (4:18)
* Atatürk'e Ağıt (5:21)
* Beni Hor Görme (2:46)
* Beş Günlük Dünya (3:58)
* Bir Kökte Uzamış (4:55)
* Birlik Destanı (1:42)
* Çiçekler (3:05)
* Cümle Alem Senindir (6:44)
* Derdimi Dökersem Derin Dereye (4:51)
* Dost Çevirmiş Yüzünü Benden (3:12)
* Dost Yolunda (4:43)
* Dostlar Beni Hatırlasın (6:02)
* Dün Gece Yar Eşiğinde (4:28)
* Dünyaya Gelmemde Maksat (2:43)
* Esti Bahar Yeli (2:41)
* Gel Ey Aşık (5:35)
* Gonca Gülün Kokusuna (5:24)
* Gönül Sana Nasihatım (6:40)
* Gözyaşı Armağan (3:32)
* Güzelliğin On Para Etmez (4:31)
* Kahpe Felek (2:58)
* Kara Toprak (9:25)
* Kızılırmak Seni Seni (4:58)
* Küçük Dünyam (5:17)
* Murat (5:13)
* Ne Ötersin Dertli Dertli (3:05)
* Necip (3:16)
* Sazım (6:02)
* Seherin Vaktinde (5:01)
* Sekizinci Ayın Yirmiikisi (4:43)
* Sen Varsın (4:01)
* Şu Geniş Dünyaya (7:27)
* Uzun İnce Bir Yoldayım (2:23)
* Yaz Gelsin (3:02)
* Yıldız (Sivas ellerinde) (3:16)
Şiirlerinden örnekler
Topraktır (Kara Toprak)
Dost dost diye nicesine sarıldım Benim sadık yarim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum Benim sadık yarim kara topraktırNice güzellere bağlandım kaldım Ne bir vefa gördüm ne faydalandım Her turlu isteğim topraktan aldım Benim sadık yarim kara topraktır
Koyun verdi kuzu verdi sut verdi Yemek verdi ekmek verdi et verdi Kazma ile dövmeyince kıt verdi Benim sadık yarim kara topraktır
Ademden bu deme neslim getirdi Bana turlu türlü meyve yetirdi Her gün beni tepesinde götürdü Benim sadık yarim kara topraktır
Karnın yardım kazma ile bel ile Yüzün yırttım tırnak ile el ile Yine beni karşıladı gül ile Benim sadık yarim kara topraktır
İşkence yaptıkça bana gülerdi Bunda yalan yoktur herkesler gördü Bir çekirdek verdim dört bostan verdi Benim sadık yarim kara topraktır
Havaya bakarsam hava alırım Toprağa bakarsam dua alırım Topraktan ayrılsam nerde kalırım Benim sadık yarim kara topraktır
Dileğin varsa iste Allahtan Almak için uzak gitme topraktan Cömertlik toprağa verilmiş haktan Benim sadık yarim kara topraktır
Hakikat ararsan açık bir nokta Allah kula yakın kul da Allaha Hakkin gizli hazinesi kara toprakta Benim sadık yarim kara topraktır
Bütün kusurlarımı toprak gizliyor Merhem calip yaralarımı tuzluyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor Benim sadık yarim kara topraktır
Her kim ki olursa bu sırra mazhar Dünyaya bırakır ölmez bir eser Gün gelir Veysel'i bağrına basar Benim sadık yarim kara topraktır
Hacı Bektaş
Medet mürvet deyip kapına geldim İsteğim dileğim ver Hacı Bektaş İndim eşiğine yüzümü sürdüm Kusurum günahım var Hacı BektaşKul olanın elbet olur kusuru Nesli Peygambersin cihanın nuru Alisin Velisin pirlerin piri Kalma kusurlara pir Hacı Bektaş
Horasan’dan ayak bastın Urum’a Mucizeler şahit oldu pirime Bak şu vaziyete bak şu duruma Eşin yok cihanda bir Hacı Bektaş
Geçmem dedin duvarımda sinekten Yalan sadır olmaz ervahı pekten Sana inanmışım ervahtan kökten Sana inanmayan kör Hacı Bektaş
Sana yalvarıyor Veysel biçare Yine senden olur her derde çare Bir arzuhal sundum gani hünkare Keremin ihsanın pür Hacı Bektaş
Gider (Derdimi Dökersem)
Derdimi dökersem derin dereye Doldurur dereyi düz olur gider Irakipler geldi girdi araya Korkarım yar benden yoz olur giderIlgıt ılgıt yeller eser seherde Yar beni düşürdü onulmaz derde Yar ile buluşsak bir tenha yerde Duyar düşmanlarım söz olur gider
Pervane ateşten sakınmaz canı Uğruna koymuşum başı bedeni Doldur tüfengini hedef al beni Yaram doksan dokuz yüz olur gider
Veysel der çıkayım bir yüce dağa Ağaçlar bezenmiş yeşil yaprağa Bir gün olur tenim düşer toprağa Karışır toprağa toz olur gider
Bir Dert Ehli
Bir dert ehli bulsam derdim söylesem İy’ olmaz dertlerim halim n'olacak Hekimler derdime derman bulamaz Bir değil beş değil dert kucak kucakEl vurma yarama yaklaşma kardaş Derdimi söylesem tükenmez baş baş İçimde yanıyor tütünsüz ateş Ceset soba gibi kalbim bir ocak
Aşıklar alemde gülmez dediler Akar gözyaşlarım silmez dediler El elin derdini bilmez dediler Kimler gelip hatırımı soracak
Katlan bu cefaya sabreyle gönül Bu dünyanın isi hep böyle gönül Başından geçeni sen söyle gönül Neler geldi geçti oldu olacak
Veysel'in derdine bulunmaz çare Etseler vücudun hem pare pare Bir arzuhal sundum hakiki yare O yar gelip yaralarım saracak
Çamlıbel’e Yaslandım
Bir yar için diyar diyar dolandım Yoruldum da Çamlıbel’e yaslandım Irmak oldum çalkalandım bulandım Duruldum da Çamlıbel’e yaslandımGahi gönül oldum yüksekten uçtum Ferhat oldum aşk uğruna çalıştım İrenk irenk çiçeklere karıştım Derildim de Çamlıbel’e yaslandım
Yıldızdağı Pir Sultan’ın yaylası Kılıç kalkan kırat beylerin süsü Kulağıma değdi Köroğlu sesi Dirildim de Çamlıbel’e yaslandım
Feleğinen çok oynadım ütüldüm Bir zalimin tuzağına tutuldum Haraç mezat dost uğruna satıldım Verildim de Çamlıbel’e yaslandım
Veysel der bir yarin derdine düştüm Aşkın dolusunu elinden içtim Kendi kaçtı hayaline ulaştım Sarıldım da Çamlıbel’e yaslandım
Seni
Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı Avlasam çöllerde saz ile seni Bulunmaz dermanı yoktur ilacı Vursam yaralasam söz ile seniKurulma sevdiğim güzelim deyin Bağlama karayı alları geyin Ben bir çoban olsam sen de bir koyun Beslesem elimde tuz ile seni
Koyun olsan otlatırdım yaylada Tellerini yoldurmazdım hoyrada Balık olsan takla dönsen deryada Düşürsem toruma hız ile seni
Veysel der ismini koymam dilimden Ayrı düştüm vatanımdan ilimden Kuş olsan da kurtulmazdın elimden Eğer görse idim göz ile seni
Gelen Yok Giden Yok
Gelen yok giden yok uzadı ara Ilgaz Dağı yol vermiyor geçilmez Havalansam yoldaş olsam kuşlara Kollarım yok kanadım yok uçulmazBahar gelsin turnalara eş olam Yağmur olam gözden akan yaş olam Ala gözlü bir sunaya eş olam O zamanlar bana kıymet biçilmez
Bu sene de Gölköy bana yurt oldu Ilgaz Dağı aramızda perd’oldu Senden ayrıldığım bana dert oldu Derdim senden başkasına açılmaz
Dert bir yana çeker sevda bir yana Yanmak için dolaşıyor pervana Her baktıkça seni gördüm her yana Veysel yardan yar Veysel’den seçilmez
Olmasa
Güzelliğin on par' etmez Şu bendeki aşk olmasa Eğlenecek yer bulaman Gönlümdeki köşk olmasaTabirin sığmaz kaleme Derdin dermandır yareme İsmin yayılmaz aleme Aşıklarda meşk olmasa
Kim okurdu kim yazardı Bu düğümü kim çözerdi Koyun kurt ile gezerdi Fikir başka başk' olmasa
Güzel yüzün görülmezdi Bu şak bende dirilmezdi Güle kıymet verilmezdi Aşık ve maşuk olmasa
Senden aldım bu feryadı Bu imiş dünyanın tadı Anılmazdı Veysel adı O sana aşık olmasa
Beni Hor Görme
Beni hor görme kardeşim Sen altınsın ben tunç muyum Aynı vardan var olmuşuz Sen gümüşsün ben saç mıyımNe var ise sende bende Aynı varlık her bedende Yarin mezara gidende Sen toksun da be aç miyim
Kimi molla kimi derviş Allah bize neler vermiş Kimi arı çiçek dermiş Sen balsın da ben çeç miyim
Topraktandır cümle beden Nefsini öldür ölmeden Böyle emretmiş yaradan Sen kalemsin ben uç muyum
Tabiata Veysel aşık Topraktan olduk kardaşık Aynı yolcuyuz yoldaşık Sen yolcusun ben baç mıyım
Doğru (Ala Gözlü)
Ala gözlü benli dilber Bir gün gelsen bize doğru Seni sevdim can u dilden Çekme kendini naza doğruNe pervam var ne de perdem Sanma beni hali bir dem Söyler seni teller her dem Kulak versen saza doğru
Aşıka Zülfikar isen Gülşende güle zar isen Hakikatli bir yar isen Ben geleyim size doğru
Gönülleri bir edelim Gayrileri biz nidelim İkimiz de bir gidelim Yürüyelim ize doğru
Birgün için feryadı zar Bülbül eder her dem seher Aç sinemi gel gör ne var Arttı derdim yüze doğru
Kafi derdim bir dert katma Veysel'i yabana atma Kerem eyle çok uzatma Kavuşalım yaza doğru
Dostlar Beni Hatırlasın
Ben giderim adım kalır Dostlar beni hatırlasın Düğün olur bayram gelir Dostlar beni hatırlasınCan kafeste durmaz uçar Dünya bir han konan göçer Ay dolanır yıllar geçer Dostlar beni hatırlasın
Can bedenden ayrılacak Tütmez baca yanmaz ocak Selam olsun kucak kucak Dostlar beni hatırlasın
Ne gelsemdi ne giderdim Günden güne arttı derdim Garip kalır yerim yurdum Dostlar beni hatırlasın
Açar solar türlü çiçek Kimler gülmüş kim gülecek Murat yalan ölüm gerçek Dostlar beni hatırlasın
Gün ikindi akşam olur Gör i başa neler gelir Veysel gider adı kalır Dostlar beni hatırlasın
Beğenmedi
Memlekete destan oldum Karım beni beğenmedi Esten oldum dosttan oldum Yarim beni beğenmediNe söylesem deli dedi Meyve vermez çalı dedi Açma bana kolu dedi Sarım beni beğenmedi
Ben gönlümün valisiyim Altı çocuk velisiyim Bir güzelin delisiyim Durum beni beğenmedi
Yine düştüm dilden dile Gözyaşlarım sile sile Attı beni gurbet ele Yerim beni beğenmedi
Geçti güzelliğin çağı Gölköy'e kurdum otağı Güz geldi doktu yaprağı Dalım beni beğenmedi
Veysel yönüm yare dondum Lodos değmis kara dondum Yeşillenmiş yare dondum Pirim beni beğenmedi
Ben Olmazdım
Sen bir aşksın ben bir Mecnun Sen olmasan ben olmazdım Sen bir gülsün ben bir bülbül Sen olmasan ben olmazdımKalbimde yaşarsın her an Varım yoğum sensin inan Kalbimdeki aziz mihman Sen olmasan ben olmazdım
Ansızın kalbime girdin Türlü türlü dertler verdin Beraberce çeker derdin Sen olmasan ben olmazdım
Sensin benim cümle varım Yoktur başka kisb ü karım Hem yazımsın hem baharım Sen olmasan ben olmazdım
Bağrımdaki açan çiçek Türlü koku türlü irenk Bu bendeki olan gerçek Sen olmasan ben olmazdım
Dokun Veysel tele dokun Coştu gönül etti akın Sensin bana benden yakın Sen olmasan ben olmazdım
Gibi
Mecnun gibi dolaşırım çöllerde Hayal beni savuruyor yel gibi Ah çeker ağlarım gurbet ellerde Durmaz akar gözüm yaşı sel gibiHesapsız günlerim gelip geçiyor Varıp sırrın yad ellere açıyor Evvel benim idi şimdi kaçıyor Beni görüp saklanıyor el gibi
Aşkın beni deryalara daldırır Bir dem ağlatır da bir dem güldürür İster azat eder ister güldürür Aşık Veysel kapısında kul gibi
misafir - 9 yıl önce
Sana ne lan google - 4 yıl önce
Cemre - 3 yıl önce