1907’de İttihat ve Terakki Cemiyetine giren şair, güçlü hatipliğiyle şöhret kazandı. Bir yıl sonra, İttihatçıların Edirne mebusu oldu. İsyancı mizacıyla, çok geçmeden İttihatçılardan ayrılarak onların karşısına geçti. Balkan Harbinin İttihatçılar yüzünden çıktığına inanıyor ve hele Birinci Dünya Harbine girilmesini hiç istemiyordu. Bu sebepten İttihatçılara muhalefeti bir kin haline geldi. Onlarla mücadele için Hürriyet ve İtilaf Partisine katıldı. Bu sırada, vaktiyle çok hakaret ve iftira ettiği Sultan Abdülhamid Handan özür dileyen şiirler yazdı. Şura-yı Devlet (Danıştay) reisliği, Darülfünun müderrisliği ve son Osmanlı kabinesinde Maarif Nazırlığı (Eğitim Bakanlığı) yaptı.
Osmanlı delegesi olarak, Sevr Antlaşmasını (1920) imzalayanlar arasında bulundu. Kuva-yı Milliye hareketine karşı çıktığı için yüzellilikler listesine alındı. Bu sebeple 1922’de vatanından ayrılmak zorunda kaldı. 21 yıllık ömrünü, vatan hasretinin sızlanışları içinde Mekke ve Amman gibi yerlerde geçirdi. Af Kanunu’ndan istifade ederek, 1943’te kendi ifadesiyle, “Hesaplaşmak için değil vedalaşmak için” yurda döndü. 31 Aralık 1949’da vefat etti. Kabri Zincirlikuyu Asri Mezarlığındadır.
Rıza Tevfik, düzensiz ve uzun süren okul tahsiline rağmen şaşılacak kadar geniş bilgi sahibidir. Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Latince, İspanyolca, Arapça ve Farsça gibi sekiz lisanı okur, yazar ve konuşurdu. Tarih bilgisi, hafızası, sohbeti, zekası, nüktesi bütün tanıyanlarca övülür. Bundan başka hatip, şair, pehlivan, doktor, sahne sanatçısı... kısacası eskilerin deyimiyle hezarfen (bin hünerli) bir adamdı.
Rıza Tevfik, okul hayatından beri isyancı, ferdiyetçi, o gün için dillerde dolaşan hürriyete tutkun, disiplinsiz ve her şeye muhalif mizacı ile tanınır. Felsefi nesir, edebi inceleme, tenkit ve şiir türlerinde eser vermiştir.
Eserleri:
Felsefi sahada: Felsefe Dersleri, Mufassal Kamus-ı Felsefe (c harfine kadar), Abdülhak Hamid’in Mülahazat-ı Felsefiyesi.
Tenkit ve incelemeleri: Ömer Hayyam, Tevfik Fikret.
Bir kısım hatıralarını, Biraz da Ben Konuşayım adıyla kaleme almış, şiirlerini Serab-ı Ömrüm adıyla toplayıp bastırmıştır. Birçok mizahlı ve taşlamalı şiirlerini bu kitaba almamıştır.
Şiirlerinde Yunus Emre’den Dertli’ye kadar, Halk ve Tekke şairlerinin kullandığı canlı dili ve hece veznini örnek almıştır. Bu yüzden, halk ve gençler üzerinde etkisi büyük olmuş, 1914’ten sonra yetişen Beş Hececiler de az çok onu takip etmişlerdir.
Çocukluğundan beri başına gelenler ve bilhassa gurbette geçen acı yılların tortusu, çoğu şiirlerine bezginlik, hüzün ve kötümserlik halinde sinmiştir. Her zaman içli ve ilhamcı şiire meylettiği için bilgiçliğe sapmamış, didaktik (öğretici) şiiri benimsememiştir. En çok, koşma nazım şeklini kullanmıştır.
Hece veznini ısrarla savunduğu halde, aruz ve heceyi birlikte kullanmıştır. Mecaz dünyası zengin ve tazedir. Şiirinde konu ve temalar çok geniştir. Gurbet üzüntüsüyle karışık vatan ve gençlik özleyişlerini sanki gözyaşı damlaları halinde şiirleştirmesi bakımından Rıza Tevfik edebiyatımızda benzersizdir.
KOCA HASAN DAYI
Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın bu şiiri, otuz kıtalık bir manzum hikayedir. Şair, Rumeli’de bir köyde dolaşırken, ihtiyar bir çınara yaslanmış, asırlık bir köylüye rastlar. Şairin İstanbullu olduğunu öğrenince ihtiyar konuşmaya başlar: Sultan Mahmud sağ mı? dedi, sonra birden coşarak: Tam beş yıl askerlik ettim, ekmeğini yedimdi. Hey devletli koca sultan, hey celalli arslan hey! Bir kır ata biner gelir, gelen şahin sanırdım. Bin yiğidin arasında bir görüşte tanırdım. Ak sakallı vezirleri karşısında titrerdi, Ardı sıra derya gibi kullar yürür giderdi. Fermanına yedi kral baş eğermiş derlerdi. Evliya kuvveti vardı, ona “ermiş” derlerdi. Biz ne mutlu günler gördük, de hey deli devran hey! Delikanlıydım o zaman kapısında çavuştum. Beş sene hizmetten sonra geldim köye kavuştum. Bir daha çıkmadım artık, tarla takım edindim, Elli sene şu toprakla güreş ettim, didindim. Çocuklar askere gitti, biri geri gelmedi. Hiçbirinin bugüne dek bir haberi gelmedi.
Hürriyet ve adalet nutukları ile idareyi ele geçirdikten sonra ülkeyi ne hale koyduklarını, bir de ihtiyarın ağzından dinleyen şair, büyük bir üzüntü içinde onu İstanbul’a götürmek isterse de şu cevabı alır:
Dedi: Oğlum, bu dünyada artık nedir umudum! Allah senden razı olsun, ben köyümden hoşnudum. Gönlüm gözüm bu yerlerde ne şenlikler görmüştür, Hepsi yalan, geldi geçti; fani dünya bir düştür. Arslan gibi üç oğlumu feda ettim uğrunda, Çifti sattım, evi barkı viran ettim uğrunda, Altmış sene oldu belki, ben bu köyden çıkmadım, Ormanından, deresinden, kuşlarından bıkmadım. Oğul arzum budur benim, burda ölmek isterim, Yadellerde neylerim? (Serab-ı Ömrüm, 1915)
SULTAN ABDÜLHAMİD HANIN RUHANİYETİNDEN İSTİMDAD
Nerdesin, şevketli Sultan Hamid Han, Feryadım varır mı bargahına? Ölüm uykusundan bir lahza uyan, Şu nankör milletin bak günahına!
Tarihler adını andığı zaman, Sana hak verecek, hey koca Sultan; Bizdik utanmadan iftira atan Asrın en siyasi padişahına.
Divane sen değil, meğer bizmişiz, Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz. Sade deli değil edepsizmişiz, Tükürdük atalar kıblegahına.
Sonra cinsi bozuk, ahlakı fena, Bir sürü türedi, girdi meydana. Nerden çıktı bunca veled-i zina? Yuh olsun bunların ham ervahına.