Osmanlı Reformcuları ve Bahailik
Tanzimat ve Yeni Osmanlıların Muhalefeti
Devlet görevlerinde çalışan ve Batı`da eğitim gören bu entelektüeller 1860-1870`li yıllarında Tanzimat reformlarını yürüten yüzeysel politikayı ağır eleştirdiler. “Yeni Osmanlılar” adıyla tanımlanan ve İttifak-ı Hamiyyet 1867`de kurulan grupta toplananlar, daha hür şartlar altında yaşamayı ve bir anayasayı (meşrutiyet) destekliyorlardi. Yeni Osmanlılar`ın en tanınmış üyesi şair ve yazar Namık Kemal (1840-1888) ve Ziya Paşa`dır (18. Bu kendi zamanlarına göre modern görüşlü ve devrimci gençlerin ortak gayeleri Avrupa`ya karşı olan ilgileri ve Osmanlı İmparatorlugu`nun çöküşünü durdurmaktı. Ortak düşmanları sultan değil, í‚li Paşa (1815-1871) ve Fuad Paşa (1815-1869) idiler. Kendilerine göre bunlar İmparatorluk`daki yaşayan Müslümanları Batı`ya satıp, Avrupa ülkelerinin emperiyalizm esirleri ve Batı kültürünü körü körüne taklid eden kişilerdi. Yeni Osmanlılar`ın tek istedikleri şey, Osmanlıların hem Batı, hem de İslam kültürüne iştirak etmeleriydi. Tanzimat`ı yürüten paşalar parlamenter hükümeti reddederken, Yeni Osmanlılar değişik milletlerin böyle bir sistemdeki katılımını Müslümanlarda ve gayri Müslümanlarda aynı “vatan” duygusunu uyandıracağından emindiler. Böylece milliyetçiliğe karşı olan ilgi zayıflatılmış olurdu.
Görüşleri yüzünden bazı Yeni Osmanlılar 1867 senesinden sonra Avrupa`ya kaçmak zorunda kaldılar; 1871`de í‚li Paşa`nın ölümünden İstanbul`a geri döndüler. Ancak Namık Kemal`in 1873`te “Vatan yahut Silistre” adlı tiyatrosunun büyük bir heyecan uyandırması ve Namık, Ebüzziya Tevfik ve Menapirzade Nuri`nin bilhassa tahta iddiali olan Murad Paşa`yı destekledikleri için, Sultan Abdülaziz tarafından değişik vilayetlere sürgün edildiler. Böylece Namık Kemal Kıbrıs, Magosa`ya, Ebüzziya Tevfik Rodos`a ve Menapizade Nuri Bey ile Bereketzade İsmail Hakkı da Akka`ya sürgün edildiler. Sürgünleri sırasında oradaki Bahailer`le temasta bulundular.
Yeni Osmanlılar ve Bahailer
Ebüzziya Tevfik Yeni Osmanlı Tarihi adlı eserinde, “Babiler”den yani Bahailerden, onların İstanbul`dan Rodos üzeri Akka`ya sürgün edildiklerinden bahsediyor ve şöyle yazıyor: Daha evvel Babi`lerden kimseler Rodos`a gönderilmiş, çünkü bizim Hükumet kendisi için aldığı zabıta tedbirlerine kanaat etmeyerek, komşu Devletler için de zaptiyelik ederdi. Netekim sırf dini inançla ilgili ve hiçbir vakit sünniliğe saldırmasına imkan olmayan “Babi” mezhebini çıkaranlarla inananlarını da, Rodos`a, oradan da Akka`ya sürgün etmişti. Sırası gelmışken şurasını bildirelim ki, kırkbeş seneden beri Osmanlı topraklarında o-turmakta olan bu adamlar, mezhep ve dini inançlarını kabul ettirmek yolunda, bir kişiye bile tekliflerde bulunmamışlardır. Hiç bir Osmanlı Babi olmamıştır. Çünkü Babi`lik, kim ne derse desin bir mezhep değil, fakat mezhep örtüsü altında bir siyasi inançtır ve sırf İrana mahsus inkilap hareketlerile ilgilidir.
İşte bu kimselerden Bahaeddin Efendi isminde ve ihtimal halen hayatta bulunan bir zatın, insanlık göstermek gayreti sayesinde, Nuri Beyle Hakkı Efendiden, önce bir haber, sonra da yazdığımız mektuba cevap aldık.
Tevfik burada şüphesiz “Bahaullah” ismini “Bahaeddin” ile karıştırıyor. ... Magosa`ya sürgüne gönderilen olan Namık Kemal, öyle görünüyor ki, orada daha cok Ezeliler`le temasta bulunmus; Ezeliler, Bahaullah`ın üvey kardeşi ve O`na karşı çıkan Mirza Yahya “Subh-i Ezel”in taraftarlarıydılar. Bir tarihçiye göre, Namık`ın en yakın arkadası ve “Kuleli Vak`ası”nın asli faili Şeyh Ahmed Efendi, Kıbrıs`ta görünüşte Babiliğe veya Bahailiğe inanmış, ve Namık Kemal 1876`da yazdığı bir mektupta kendisinin de “Babi” olduğu söylentileri reddediyor.
Başka bir mektupta Magosa ve oradaki insanlardan anlattıktan sonra “Babiler”den şöyle bah-sediyor:
``Gah nübuvvet ve gah uluhiyyet davasında bulunan ve hatta haşa Cenab-ı Hakk`ı kendi-leri yaratmış olmak zu`mlarına kadar çıkışan Babiler burada ... Babiler hazaratı, yevmiye namı ile memleket memurlarından ziyade maaş alıyorlar. Yiyorlar, içiyorlar; saye-i seniyyede Memalik-i Osmaniyye`nin taksimine çalışıyorlar; hele Devlet-i í‚liyye`nin kahr-ü izmihlaline duadan bir dakika hali oldukları yoktur.``
Ve daha başka bir mektupta Namık Kemal Babileri “eşerr-i mevcudat” (en kötü yaratıklar) olarak nitelendiriyor. Nitekim Süleyman Nasyonel Sosyalistf`in Nasiru`d-Din Şah ve Babiler adlı eserindeki tespitlerinden, Namık`ın “eşerr-i mevcudat”la Ezeliler`i kasdettigini görebiliriz:
``Kemal Bey`in Babileri “eşerr-i mevcudat” kabul etmiş olması Abbas Efendi`yi [1] yalanlamaz. Çünki evvela Abbas Efendi Babilik`ten ayrılmış, hatta Allah`a sığınıyordu. İkincisi, Babileri Şark daima fena görmüş, fena anlamıştı. Bu mektup yazıldıktan yirmi küsür sene sonra bile, ben bir Fransız edibine Babiler hakkındaki fenaatımı izah ederken, onları “kana susamış bir çift siyah gözle kızıl bir hançer” görü-yordum. ... Şu da doğrudur ki, Subh-i Ezel`in etrafı Babilerin fena ve soysuzlaşmış ta-kımıyla çevrilmiş idi. Kuvvet ve azamet Bahaullah tarafına gitmişti. Nasıl ki hala iyice yerleşmiş ve Avrupa ile Amerika`da itibar sahibi olan yalnız Bahaullah`ın mezhep ve tarikatıdır.``
Nasyonel Sosyalistf`in burada “Abbas Efendi Babilikten ayrılmış” demesinin anlamı, üvey amcası olan ve Bahaullah`ın peygamberliğini reddeden Subh-i Ezel`in ve “Babilerin fena ve soysuzlaşmış takımı”nın yaydıkları Babilikten ayrılmasıdır. Nasyonel Sosyalistf aynı eserinde Namık Kemal`ın Abdülbaha ile mektuplaştığını söylüyor:
``Bahaullah`ın oğlu Abbas Efendi ile iki sene önce [2] Hayfa kasabasında görüştüğüm zaman, Kemal Bey`e birçok mektuplar ilettiğini ve fakat Sultan II. Abdülhamid zama-nında bir aralık takip ve araştırma edilmek endişesiyle bu mektupları yakmış olduğunu bana tam bir kederle söylemiş(ti)...``
Namık Kemal Ezeliler hakkında kötü konuşmasına rağmen, kendisinden, “Gülnihal” adlı tiyatrosunu Subh-i Ezel`in oğlu Ahmed Ezel`e yazdırdığını ve tebyizi onun olduğunu ögreniyoruz. Süleyman Nasyonel Sosyalistf, bazı Batılı tarihçilere göre Ziya Paşa Kıbrıs mutasarrıfı iken Subh-i Ezel ile buluşmuş ve Babiler ile Yeni Osmanlılar arasındaki temasların temelini atmış olmasına işaret ediyor, ancak bunu ıspatlıyacak deliller olmadığını söylüyor. Ayrıca Abdülbaha`nın Yeni Osmanlı hareketinde önemli rol alan Ziya Paşa ile tanışıklığı olduğundan söz ediyor. Şu kesindir ki, Abdülbaha, 1876`ta Meşrutiyet`i hazırlayan Midhat Paşa ile Beyrut`ta buluşmuş. Akka`da sürgünde olan Nuri Bey ve İsmail Hakkı Efendi`ye gelince, bunların Bahailerle şahsi ve iyi tanışıklıkları olmuş. İsmail Hakkı Efendi Yad-ı Mazi adlı hatıratında Babiliği ve Bahai-liği olumlu bir sekilde ele alıyor ve “Mirza Abbas Efendi” yani Abdülbaha`nın “alim, fazil ve asrin ahvaline vakıf soylu yüzlü bir zattir” oldugunu söylüyor. Ayrıca yabancı gazetelerde İran hakkında makaleler okuduğunu ve Bahai çocuklarına yabancı diller okuttuğunu zikredi-yor.
``Biz Akka`da bulunduğumuz müddetçe, Bahaullah Efendi, kirayla oturduğu evde münzevi olup cemaattan baska kimseye görünmez olduğundan cemaatin işlerini Abbas Efendi idare ederdi. Abbas Efendi`nin tavir ve meşrebi incelenirse şeyhane olmaktan çok siyasi bir tarz ve durumu andırdığı ortaya çıkar. Yabancı basında İran hakkında bir makale, dikkatli gözlerine tesadüf edince saatlerce, kendini vererek, düsüncelerini açıklar ve bundan o kadar tat alır ki, bütün bütün uykusunu ve rahatını ona feda eder. Bazen Arapça ve Farsça makaleler yazıp Fransızca tercümeleriyle Avrupa basınına gönderdiği olurdu. Sohbetinin ve insanlarla geçinmesinin güzelliği, cömertliği ve iyiliğiyle Akka`da halkın kalbini elde ettiginden oturdukları evin bulundugu meydancığın karşısında selamlık olarak kullanınan yerde, zengin ve fakir, Müslim ve gayri Müslim ziyaretçiler, sabah akşam eksik olmaz. Misafirlere lezzetli çaylar, Şiraz`ın en nefis tömbeklerinden nargileler ikram edilir. Pek çok olurdu ki, Abbas Efendi sur dışında bulunan bahçeler içinde satın aldığı bahçede bize ziyafetler verirdi. Birlikte çıkıp gezintiler yapılıp yemekler yendikten sonra yine birlikte kaleye dönülürdü.``
Ancak bu konu İsmail Hakkı`nın genel görüşleri ve diğer eserleri de dikkate alınarak bir bütün olarak incelendiğinde görülür ki İsmail Hakkı Bahailik`i inanç veya sistem noktasında tasvip veya taltif eder bir görüş ortaya koymaz. İsmail Hakkı burada sadece onların gündelik hayat içerisinde anormal bir davranışlarının olmadığını,diğer insanlar gibi yaşadıklarını,karşılıklı ilişkilerde saygı ve hoşgörüye önem verdiklerini,misafirperverlik ve gerekli izzet ikram konusunda dikkatli olduklarını, dolayısıyla insani ilişkilerinde problem olmadığını dile getirmektedir.yoksa İsmail Hakkı`nın söylediklerinden Bahaileri sevdiği veya onlara destek verdiği kesinlikle anlaşılamaz.Zaten İsmail Hakkı`nın Bahailerle tanışması da Akka`ya sürgüne gittiği zaman orada tesadüfen karşılaşması şeklindedir.Daha öncesinde hiçbir zaman herhangi bir ilişkisi olmamıştır.Kaldı ki İsmail Hakkı sürgünden döndükten sonra uzun yıllar Akşehir Kaymakamlığı görevinde bulunmuş olan önemli bir Osmanlı alimi ve düşünürüdür. Şerif Mardin`e göre İsmail Hakkı Efendi Akka`daki “Babiler”i ilkel görmüş ve ciddiye almamış, ancak İsmail Hakkı`nın söylediğine bakarsak bunun doğru olmadığını görüyoruz: “...avamın anlattıklarını cemaatinin makul tavırlarına bakarak yalanlamaya layık görürüm. ... Gerek cemaatin gerekse çocukların terbiyeleri, hakikaten takdire layıktır.” Yeni Osmanlılar, İmparatorluk`ta fazla değişim getirmedilerse de, düşünceleri ve fikirlerini kısa bir süre sonra “Jön Türk” adı altında toplanan ve bu sefer Sultan II. Abdülhamid`e karşı olan genç aydınlar miras aldılar.
Abdullah Cevdet ve Bahailik
Bunlardan biri Doktor Abdullah Cevdet`dir (1869-1932). Aile çevresinde aldığı dini eğitimden sonra yüksek tahsilini İstanbul`da Kuleli Askeri Mekteb-i Tibbiye`de bitirdi. Burada, mevcut yönetime karşı yoğunlaşmış tepkiler olan bir ortamda, “...üc sene zarfında fikirler hayli uyandı ve idarei Hamidiyeye karşı dehşetli bir hareketi fikriye ve zemin hazırladı...”. 1889`da kendisi ve birkaç arkadaşı İttihad-ı Osmani Cemiyeti`ni (İttihat Partisi)kurdular. Bu örgüt daha sonra İttihad ve Terakki Cemiyeti adını taşıdı. Tıbbiye`de okuyan gençler Batı ve özellikle Fransız ve Alman maddiyatçı filozofların eserlerinden etkilenerek, hayatı bir ilahi iradenin sonucu olarak değil, değişik biyolojik ve fiziyolojik mekanizmaların neticesi olarak görüyorlardı. “İttihad-ı Osmani Cemiyeti başta biyolojik materyalizm olmak üzere karmaşık düşünsel etkilerden ve a€˜vatanseverlik` fikrinden etkilenen bir ögrenci örgütü durumundadır. Bu örgütte felsefi boyutun ağır basmasına karşılık Cemiyetin daha sonra tam bir siyasal örgüt haline geldiğini” özellikle 1906 senesinden sonra görebiliriz. “Üyelerin bir kısmının yeni Cemiyette de çalışmaları dışında düşünsel boyutlar açısından hiçbir ilgi bulunmamasıdır.” Cevdet`in ve diğer arkadaşlarının inandıkları felsefe Fransız filozof Auguste Comte`un kurdugu “Pozitivizm”dir (Olguculuk). Bu felsefeye göre insanlığın gelişimi din, metafizik ve son olarak ilim aşamalarından oluşuyor, yani insanlık son olarak dini terkedip sadece ilime inanacak ve bütün sorunları sadece bilimle çözecektir.
Abdullah Cevdet yogun siyasal faaliyetleri sonucu birkac defa sürgün edildi ve başka yerler arasında Fransa`ya da kaçmak zorunda kaldı. 20. yy. başından beri Bahailerin bulunduğu Paris`te Cevdet muhtemelen Bahailik`le temas etti. Cevdet`in 1904-1932 senelerinde yayınladığı ve halkı aydınlatma aracı olarak gördügü “İctihad” dergisinde, 1921 senesinin sonunda ve 1922`nin başında üç makale yayınlandı. Yazar Emin í‚li “Bahai hareketi hakkında ilmi bir tetebbu” başlığı altındaki üç makalesinde Bahailik hakkında çok olumlu bir şekilde yazıyor. Abdullah Cevdet bu makalelere dayanarak İctihad`ın 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında “Mezheb-i Bahaullah - Din-i Ümem” başlıklı bir makale yayınladı. “Bir dünya dini olarak kabul edilmesini istedigi Bahailik hakkindaki” bu yazısında “peygambere hakaret ettiği ge-rekçesiyle önce tutuklanarak iki sene hapse mahkum edildi.” Cevdet bu makalesinde Bahailik hakkında şöyle yazıyor:
``Bahailik bir din-i merhamet ve muhabbettir... Her din, merhamet ve uhuvvet tesisi için gelmiştir. Fakat bir insan hangi dinde olarak doğdu ise o dinde kalmasına hiç mani olmaksızın o insana, kendisini din olarak kabul ettirebilecek bir mahiyette bir din görülmemişdir. Bu din ancak, Bahaullah`ın ve oğlu Abdülbaha`nın va`z ve tesis ettiği din-i merhamet ve muhabbettir. Bahaullah: “İnsanlar arasında tohum-i nifak ekmekten, gönüllere reyb ve şüphe dikenleri dikmekten sakınınız. Selsebil-i saf-i aşkı bulandıracak, ıtır-ı muhabbeti uçuracak bir şey yapmayınız. Hayatıma kasem ederim ki, siz aşk ve muhabbet icin yaratıldınız, kin ve nefret icin degil” diyor. Bu sübhani ve hakikaten rahmani söz, her asırda ve bilhassa bu asr-ı insaniyette söylenmesi ve tekrar edilmesi ve ruhlara derinden derine infaz olunması elzem olan bir sözdür... Beynelümem ve beynelbeşer muhabbeti, merhameti, sulhu bir ayin halinde koyan ve buna lazım gelen nur ve harareti veren bir mürşid, Hazret-i Bahaullah`tan evvel görülmedi... Bahaullah`ın tesis, Abdülbaha`nın tanzim ve neşrettigi Bahailik akil ile mütearız hiçbir fikri, hiçbir hükmü ihtiva etmemektedir. Yani Bahailik ziya-nisar bir hararettir. Bir hareket-i muzlime ve gayr-i muzie değildir. Bu seciyyesi onu cihan-ı şümul ve millel-i muhit bir ayin-i sulh ve muhabbet olmağa doğru götürmektedir... “Mum ışık-rizdir: damla damla cevher-i hayatını aktırır, ta ki bu döktüğü yaşları neşr-i nur etsin. İşte bu, sizin için bir misal-i imtisal, bir timsal olmalıdır” diyen Abdülbaha hakikaten bir meşale gibi yanmış, binlerce meşa-leler ikad ettikten sonra başka cihanlarda yine yanmağa gitmiştir... Fakat bu kıvılcımdan ne kadar hararet ve nur intişar edebilir? Cihanı ısıtmak için Bahaullah`ın ruhundaki muazzam yangın lazımdır. Tenvir etmek ve aynı zamanda ısıtmak icin yanan ruhani ve rahmani bir yangın.``
“Abdullah Cevdet`in gördüğü büyük tepkinin nedeni bizzat Sultan`ın bu olaydan dolayı kendisine kızmasıdır”. Bu tepkiler o zamanın muhafazakar gazetelerinden de geldi. Cevdet mahkum edildikten “daha sonra ise giyaben verilen bu karara itirazi sonucunda Cumhuriyet döneminde de uzun süre devam edecek olan Türk basın tarihinin en ilginç yargılamalarından birisi başladı. Abdullah Cevdet kısa sürede olayı bir düşünce ve vicdan özgürlüğü sorunu haline getirerek bu konudan yararlandı. Olayın bu yönünün yanısıra Bahailiğin İmparatorluk kamuoyunda geniş biçimde tartışılmasına neden oldugu görülmektedir.” Tarihçi Şükrü Hanioğlu`na göre Cevdet, Bahailiği İslam ile Materyalizm arasında bir aşama olarak görüyordu. Hanioğlu`nun Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi kitabındaki açıklamaları şöyledir:
"Toplum için yeni bir a€˜ethic` (ahlak) yaratma çabaları Abdullah Cevdet`i Bahailiği bu gö-revi ifa etmek için topluma sunmaya kadar götürmüştü. Kuşkusuz Bahailiğin pasifizme benzeyen içeriği Abdullah Cevdet`in bu mezhebe ilgi duymasında etkili olmuştu. Ancak, ruhban sınıfı ve ayinleri olmayan, nihai amaç olarak dünya çapında sulhu benimseyen bu mezhep Abdullah Cevdet açısından toplumun dinin yerine biyolojik materiyalizmi kabul etmesi sürecinde olumlu gelişme sağlayacak bir basamak olarak kabul ediliyordu. Burada, Bahailiğin Abdullah Cevdet açısından daha evvel İslamin saf hali düşüncesinde olduğu gibi bir aşama olarak benimsediğini görüyoruz... Abdullah Cevdet`in bu düşüncesi nedeniyle karşılaştığı tepkileri görmüştük. Hukuki uygulamaların dışında Abdullah Cevdet`in gördüğü en sert eleştiriler ise gene İslam üleması tarafından kendisine yöneltilmişti. Bahailiğin, İslamiyetle hiçbir ilgisi bulunmadığını belirten bu eleştirilere karşılık Abdullah Cevdet, bir a€˜ethic` olarak düşündüğü bu mezhebi İslamın olumlu içeriğiyle destekleyeceğini ... açıklamasına karşın bu çabasında başarı sağlayamadı. Zaten çok kısa bir süre sonra rejim değişikliği Abdullah Cevdet`e bu çeşit aşamalar yerine topluma biyolojik materiyalizmi dini ikame edecek bir kurum olarak sunma imkanı verdiğinden kendisi tekrar bu konudaki tartışmalara dönmedi.”