Fransa'nın amacı Almanya'yı bir daha savaş yapamayacak duruma getirmekti. İngiltere'ye gelince, esas amacı, Alman tehlikesini ortadan kaldırmak ve Avrupa'nın dengesini bozucu faktörleri yok etmekti. Toprak ve sömürge taleplerinden vazgeçmek istemeyen Fransa ve İngiltere, savaş öncesi benimsedikleri Wilson'un İlkelerini dikkate almadılar.
PARİS BARIŞ KONFERANSI Avusturya’nın 1914 yılı Temmuz ayında Sırbistan’a savaş ilanıyla başlayan Birinci Dünya Savaşı; 11 Kasım 1918’de Almanya’nın yenilgiyi kabul edip Rethondes’da mütarekeyi imzalamasıyla sona ermişti. Bundan sonraki aşama; savaştan galip çıkanların mağlup olan devletlerle yapacakları barış antlaşmalarındaydı. Bu antlaşmalarının hazırlanıp imzalanmaları için toplanan Paris Barış Konferansı’nda karşılaşılan en önemli sorun, bozulmuş Avrupa güç dengesiydi. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığının yıkılması, Avrupa'da bir güç boşluğu yaratmıştı. Ancak en büyük sorun Almanya ile Orta ve Doğu Avrupa'ydı. Avrupa'da kurulacak olan güç dengesi; Almanya'nın tekrar bir militarist ve yayılmacı bir devlet olarak sivrilmesini önlemeliydi. Ayrıca Orta ve Doğu Avrupa'nın sınırları da; ekonomi, güvenlik ve milliyet esasına göre çizilmeli ve bir daha bozulmamalıydı.
KONFERANSIN KURULUŞ AŞAMALARI 1919 yılı Ocak ayının ilk günlerinde İngiliz ve İtalyan delegasyonu; daha önce Paris’e gelen Amerikan delegasyonuyla buluşmuşlardı. 12 Ocak’ta İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan delegasyon başkanları; Fransız Dışişleri Bakanlığı Quai d’Orsay’de yöntem sorunlarının tartışıldığı bir hazırlık toplantısı yaptılar. 18 Ocak 1919’da Fransız Cumhurbaşkanı Raymond Poincare; Barış Konferansı’nın ilk oturumunu Versailles’da açtı. Konferansın başlıca amacı savaştan yenik çıkmış ülkelerle (Almanya, Osmanlı Devleti, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan) barış koşullarını saptamaktı. Ne var ki diğer devletlerle barış koşullarının saptanmasının çeşitli nedenlerle uzaması, sadece Almanya’yla ayrı bir barışın yapılmasına yol açmıştı. Böylece Avrupa açısından önemi başta gelen bu antlaşmanın, diğerlerinden daha önce hazırlanması ve yürürlüğe girmesi sağlandı.
18 Ocak 1919 günü, Alman İmparatorluğu’nun kuruluşunun tam kırk sekiz yıl önce resmen tanındığı yerde, Versailles Sarayı’nın ünlü Aynalar Galerisi’nde toplanan konferansın çalışmaları 7 Mayıs’a kadar üç buçuk ay sürdü. Bu süre içinde Müttefik Devletler; barış koşullarını; savaştan yenik çıkanların katılmadığı oturumlarda hazırladılar. Yirmi yedi devlet ve dört dominyon (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Güney Afrika) temsilcilerinin katıldığı konferanstaki devletlerden birçoğu sembolik bir jest olarak savaşa girmişler ya da savaşın kazanılmasına katkıları ikinci derece olmuştu. Onların barışın kurulmasında eşit rol oynamak istemeleri, savaşın asıl galipleri tarafından hoş karşılanmamıştı. Ayrıca bütün devletlerin katıldığı bir dünya parlamentosunda; tartışmaların uzaması tehlikesi vardı. Bunun üzerine büyük devletler dünyanın geleceğini yalnız başlarına kararlaştırma hakkına sahiplermiş gibi davranmaya başladılar. Konferansın çalışmaya başlamasından hemen sonra Amerikan, Fransız, İngiliz, İtalyan ve Japon Başbakanları ve Dışişleri Bakanlarından oluşturulan “Onlar Konseyi” kuruldu. Bu konseyin içinden de zamanla bütün kararları alma yetkisini kendinde toplayan ve Wilson (ABD), Clemenceau (Fransa), Lloyd George (İngiltere), Orlando (İtalya) ‘dan oluşan “Dörtler Konseyi” veya ikinci adıyla “Crillon Oteli Komisyonu” ortaya çıktı.
Barış Konferansı’nın temel organı “Onlar Konseyi” idi. Çalışmaların programını “Onlar” düzenler, özel sorunların araştırmalarını sağlamak üzere uzmanlık komisyonlarına yollardı. Bu komisyonların sayısı elli ikiyi bulmuştu. Komisyonlarda diplomatların yanında, üniversite öğretim üyeleri ve gazetecilikten gelmiş kişiler de bulunmaktaydı. “Onlar Konseyi”nde çoğu kez alt komisyonlar üyeleri de katılmakta, zaman zaman toplananların sayısı otuz kişiyi geçmekteydi. Toplantılarda delegeler haberlerin sızmasından ve anlaşmazlıkların duyulmasından çekindikleri için konuşamaz olmuşlardı. Böylece fiili bir durum ortaya çıkmıştı. Konferansın toplanmasından bir ay kadar sonra ABD başkanı ve İngiliz ile İtalyan başbakanları önemli kararlar için ayrı ayrı toplanmaya başladılar.
TOPLANTILARA ARA VERİLMESİ Konferansın başlarında Wilson, ülkesinde kendisine karşı başkaldırmaya başlayan Cumhuriyetçileri yatıştırmak için ABD’ye gidince bir ay kadar çalışmalardan uzak durmak zorunda kaldı. Lloyd George ise İngiltere’de madencilerin ekonomik hayatı felce uğratabilecek bir grev tehdidi karşısında üç hafta Londra’da kaldı. Orlando; İtalya’daki sosyal karışıklıklar yüzünden uzun bir süre Roma’da kalmak zorunda kaldı. Clemenceau’ya suikast girişimi yapılınca bir süre yatağa bağlı kalmak zorundaydı. Bu sırada Macaristan’da Komünist İhtilali’nin patlaması; konferansı büsbütün felce uğratmıştı. Bu dönemde konferansın uzamasını anarşi ortamının yaratılmasında önemli bir etken olduğu görüşü yaygındır.
MÜTTEFİK DEVLETLERİN FARKLI TUTUMLARI Clemenceau ve Lloyd George; Wilson’un konferansta kabul ettirmek istediği önerilerini çürütmek için; zaman kazanmak amacıyla Onlar Konseyi’ne küçük devletlerin temsilcilerinin de katılması gerektiğini savunuyorlardı. Fransa ve İngiltere’nin dikkate almak istemediği bu öneriler; Başkan Wilson’un Birinci Dünya Savaşı sürerken Amerikan Kongresi’nde okuduğu bildirideki 14 maddede özetlediği barışın temel koşullarıyla ilgili önerilerdi. Bu maddeler kısaca şöyleydi:
1- Gizli diplomasi terk edilmelidir. 2- Denizlerde mutlak serbestlik sağlanmalıdır. 3- Uluslar arası ekonomik engeller kaldırılmalıdır. 4- Karşılıklı güvence verilerek ordular en aza indirilmelidir. 5- Sömürgelerin bütün talepleri serbest, açık görüşlü ve tümüyle tarafsız bir yaklaşımla ele alınmalı, bu tür egemenlik sorunlarının çözümünde ilgili halkların çıkarlarıyla egemenliği tartışılan devletin adil taleplerinin eşit ağırlık taşıması ilkesine kesinlikle uyulmalıdır. 6- Yabancı askerler Rusya’dan çekilmeli, bu ülke kendi gelişimini ve politikalarını özgürce belirleyebilmeli, özgür uluslar topluluğuna olduğu gibi kabul edilmeli, kendisine gereken yardım sağlanmalıdır. 7- Yabancı askerler Belçika’dan çekilmeli, bu ülke egemenliğe kavuşmalıdır. 8- Fransız toprakları özgürlüğe kavuşmalı, Alsace-Loraine bu ülkeye iade edilmelidir. 9- İtalya’nın sınırları ulusal sınırlar temelinde yeniden çizilmelidir. 10- Avusturya-Macaristan halklarına özerk gelişme olanağı tanınmalıdır. 11- Yabancı askerle Romanya, Sırbistan ve Karadağ’dan çekilmeli, Sırbistan denize çıkabilmeli, Balkan Devletleri’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğü için uluslar arası güvenceler verilmelidir. 12- Bugünkü Osmanlı Devleti’ndeki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Osmanlı yönetimindeki diğer uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. Ayrıca Çanakkale Boğazı uluslar arası güvencelerle gemilerin özgürce geçişlerine ve uluslar arası ticarete sürekli açık tutulmalıdır. 13- Polonya bağımsız olmalı, uluslar arası güvenceye alınmalı, denize çıkabilmelidir. 14- Bütün ulusları içine alan milletlerarası bir teşkilat oluşturulmalıdır.
Fransa ve İngiltere’nin Wilson’a karşı çıktıkları ilk nokta; son maddede değindiği Milletler Cemiyeti statüsünün barış antlaşmaları içindeki yeriyle ilgiliydi. Konferansa şahsen katılan Wilson için bütün mesele, milletlerarası ilişkilerde devamlı bir barışı sağlayacak ve koruyacak bir Milletler Cemiyeti’nin kurulmasıydı. Oysa Fransa ve İngiltere barışı düşünmekten çok, barış düzeninde kendi menfaatlerini en iyi şekilde gerçekleştirecek yolu arama endişesindeydiler. Wilson’un idealizmine ve gerçeklerden uzak tutumuna karşılık, Fransız ve İngiliz Başbakanları; Avrupa’nın klasik diplomasisini temsil etmekteydiler. Konferansta Fransa’nın tek amacı; Almanya’yı tamamen güçsüz bırakmaktı. Clemenceau; bir Fransız-Alman dostluğuna inanmıyordu. İngiltere’ye gelince, onun da öncelikli amacı; Alman donanmasını ortadan kaldırmak ve Almanya’nın bir kere daha Avrupa’nın dengesini bozmasını önleyecek tedbirleri almaktı. Japonya konferansta pasif bir rol oynamıştı, çünkü Avrupa’yla pek ilgilenmiyordu. İtalya ise konferansta üvey evlat muamelesi görüyordu.
Wilson; Milletler Cemiyeti statüsünün barış antlaşmalarının başında yer almasını, statüyle antlaşmaların bir bütün meydana getirmesini istiyordu. Lloyd George; statünün ancak barış antlaşmalarının çerçevesi içine alınmasını onaylıyordu. Fransızlar ise statünün barış antlaşmalarına bağlanmasına karşı çıkmaktaydı. Wilson kendi tezini konferansta 25 Ocak’ta kabul ettirince, komisyon başkanlığını da üzerine aldı.
25 Mart’ta Lloyd George; Fontainbleau Memorandumu’yla bir Alman-Rus yakınlaşmasından çekindiğini Clemenceau ve Wilson’a duyurdu. Bu belgede; özetle Lloyd George; Almanya’nın, imzalanacak antlaşmanın adil olmadığı kanısına vardığında, öç almaktan çekinmeyeceğini belirtmekteydi. Bu yüzden de Lloyd George büyük oranlarla Alman halk topluluklarının başka milletler yararına Almanya’dan koparılmasına karşı olduğunu, tazminat tutarının da ödeme gücünü aşmaması gerektiğini ekliyordu. Clemenceau’ya göre ise Lloyd George tarafından önerilen plan özellikle sömürge sahibi deniz devletlerini ve başta Büyük Britanya’yı kayırıyordu. Çünkü Almanya; sömürgelerini yitirmekte, savaş donanmasını silahsızlandırmakta, ticaret filosunu teslim etmektedir. Oysa bu plan kara devletlerinin isteklerini karşılamıyordu.
Bu polemikler karşısında da görüldüğü gibi liderlerin genel tutum ve eğilimleri ile istekleri birbirinden farklıydı. Bu farklı tutumları; 24 Mart ile 6 Mayıs arasında dört büyüklerin en önemli kararları aldıkları Dörtler Konseyi’ndeki tartışmalarından da anlaşılmaktadır.7 Nisan’da Saar sorunu yüzünden Wilson, konferanstan ayrılma tehdidinde bile bulunmuştu. 24 Nisan’da Wilson’un İtalyan isteklerini geri çevirmesi üzerine; Orlando 15 gün için Roma’ya döndü. Dörtler Konseyi tüm bu çekişmeler yüzünden altmış yedi kez toplanmak zorunda kalmıştı. Ancak Almanya’yla yapılacak olan antlaşmanın ana çizgileri hazırlanabilmiş, diğer devletlerle ilgili sorunların tartışılması ertelenmişti.
Wilson’un amacı sürekli barışın sağlanabilmesi için yeni bir örgüt kurmak, milletlerarası ilişkileri yeniden örgütlemekti. Birinci planda önem verdiği; Milletler Cemiyeti statüsünü barış antlaşmasına katmak, onların başına yerleştirmekti. Ayrıca Avrupa sorunlarını milliyetler ilkesine dayandırarak çözmeyi, böylece azınlıklar sorununa da son vermeyi tasarlamaktaydı. Savaşı başlatan emperyalist Almanya’yla; kurulmasına çalışan liberal, demokratik Almanya arasında ayırım yapmaktan yanaydı. Wilson’un savunduğu ve önem verdiği bir ilke de ticaret ilişkilerinin geniş bir biçimde serbestliğinin sağlanması, devlet müdahalesinin önlenmesiydi.1917 yılında Baş Yardımcısı Albay House’a; savaş sırasında uyuşmazlık çıkarmanın kamuoyunun diline düşeceği ve düşmana böylece güç kazandıracağı yüzünden tehlikeli olduğunu yazmış, ancak barışta düşmanı kendi görüşlerini kabulüne zorlayabileceklerini belirtmişti. Her şeyden önce Wilson; kişisel prestijine güveniyordu, ABD’nin Avrupa’nın toprak sorunlarının çözümünden herhangi bir çıkarı olmayacağı için dünya kamuoyunun kendisini üstün hakem gibi gördüğüne inanıyordu. Ayrıca Fransız ve İngiliz ordusu savaştan yıpranmış olarak çıkmıştı. Oysa ABD’nin elinde daha savaşa sokmadığı yeni kurulmuş birlikler vardı. Ekonomik güç ABD’nin elindeydi ve müttefikleri de ona bağlı durumdaydılar. Kalkınmaları için mal ve krediyi sağlayacak devletin başı oluşu, Wilson’a dünya politikasıyla ilgili ülkülerini gerçekleştirme olanağı vermekteydi. Wilson yengisiz bir barıştan yanaydı. Clemenceau; Wilson’dan etkilenmemiş birkaç kişiden biriydi, ona ‘soylu saf’ yakıştırması yapıyordu. Ünlü İngiliz iktisatçı Keynes de onun için ‘kör ve sağır bir Don Kişot’ demişti. Tarihçiler ve siyaset adamlarının bir bölümü de onu girift Avrupa politikalarından habersiz olmakla suçluyorlardı. Wilson için Barış Konferansı’nın en önemli sorunu Milletler Cemiyeti ve onun nasıl kurulacağı ile nasıl işleyeceğiydi. Oysa Clemenceau’ya göre en önemli sorun Fransa’nın sınırları ve güvenliğiydi. Almanya bir daha bu sınırları ve güvenliği sarsamaz hale getirilmeliydi. Sömürgeciliğe karşı, self- determinasyondan yana olan Fransız Başbakanı; Wilson’un aksine demokrasinin evrenselliğine inanmamaktaydı. Milletler Cemiyeti’nin de Fransa’nın güvenliğini tehlikeye düşürdüğü kanısındaydı. Almanya’nın parçalanmasından yana değildi, Alman toprağı da istemiyordu, self-determinasyon ilkesinin devletlerin homojenliğini bozmasına da karşıydı. Doğuda anti-Alman, anti-Bolşevik bir Polonya kurulmasını istiyordu. Ona göre Almanya’nın federal bir sisteme bağlı kalması daha yararlı olacaktı. Lloyd George ise; İngiliz iş çevresinin etkisiyle Almanlar’dan yana bir düşüncedeydi. İş çevresi bir an önce Almanya’yla ekonomik ve mali ilişkiler kurulması isteğindeydiler. Almanya’yı bölmek ve savaş tazminatının ağırlığı altında ezmek çıkarlarına uygun değildi. Fransa’nın hegemonyasının artmasını önlemek için kuvvetli bir Almanya’ya gereksinim duymaktaydılar. İngiltere için güvenliği; Avrupa’da bir devletin gücünü arttırmasıyla azaltmaktaydı. Avrupa’da iki devletin çarpışması sonucu, denge kurulduğu sürece İngiltere’nin de güvenliği artmaktaydı; Fransa’nın aksine Milletler Cemiyetinden yanaydı. ABD’nin Avrupa dengesine İngiltere’nin yanında ağırlık koyması, Avrupa sorunlarıyla ilgilenmesi için bir çare olarak görüyorlardı bu teşkilatı. Genel olarak İngiliz politikasını amaçları; Alman sömürgelerinden pay almak, Osmanlı sorununu; Boğazlardan serbestçe geçebilme ve Ortadoğu’daki petrol çıkarlarını güvence altına almayı sağlayacak biçimde çözmek, Uzakdoğu’daki üstünlüğünü tekrar ele geçirmekti. Ayrıca Almanya’nın tazminat borçlarını ödemesi ama İngiliz ihracatçılarının aleyhinde olmayacak şekilde ekonomik çöküntüye uğramaması, bolşevizmden etkilenmesini önlenmesi ve ilerde güçlenecek olan Almanya’nın yayılma politikasını doğuya yöneltilmesinin sağlanmasıydı. Barış konferansında İtalyan Delegasyonu’nu iki başlıydı; Başbakan Vittorio Orlando ve Dışişleri Bakanı Sydney Sonnino. Orlando; Wilson’un İtalyan isteklerini hoş karşılamasını sağlamak için Anglo-Sakson mizacını iyi bilen, anne tarafından İngiliz Sonnino’ya güvenmekteydi. İkisinin de amacı; İtalya’nın kendi savunmasına elverişli sınırlar elde etmek ve ülkelerinin Adriyatik’te üstün duruma gelmesine izin verilmesiydi. Fakat tüm bunlara rağmen, İtalya’nın toprak istekleri konferansta bütünüyle karşılanmadı. Ayrıca, İtalya ekonomik güçlükler ve sosyal kargaşa içindeydi, her iki devlet adamı da Roma Parlamentosu’nun kendilerini ne kadar destekleyeceklerini bilmiyorlardı. Yenen devletler arasında İtalya en güç ve en zayıf durumda olan devletti.
Görüş ayrılıkları Barış Konferansı’nın açılış sırasında da biliniyordu. Wilson Aralık 1918’de Paris’e yerleştikten sonra çeşitli yolculuklar yaparak; İngiltere’ye, İtalya’ya gidiyor, buralarda halkla, çeşitli temsilcilerle temaslarda bulunarak kendisine kamuoyunda destek sağlamaya çalışıyordu. Wilson güçlenen milliyetçi akımları karşısında kendi liberal, kozmopolit kapitalizmden esinlenen dünya görüşünün ilk defa üstün gelemeyeceğini anlamıştı.
KONFERANSTAKİ ÇALIŞMALAR Paris Konferansı 3 evreye ayrılabilir: ilki 1919 yılının 13 Ocak’ından 15 Şubat’a kadar süren dönem; bu süre içinde tartışmalar yeni kurulması öngörülen Milletler Cemiyeti üzerinde toplanmıştı. 15 Şubat’la 13 Mart arasında Wilson ABD’ye dönünce, toplantılara ara verilmişti. 14 Mart’la 7 Mayıs arasındaki dönem Dörtlü Konseyin işleri ele aldığı ve Avrupa’nın toprak sorunlarını çözmeye çalıştığı dönemdir. 7 Mayıs’tan 28 Haziran’a kadar uzanan dönemde Alman delegasyonunun antlaşma hükümlerinden haberdar edildikleri, Almanlar’ın ödünler koparmak için çabaladıkları dönemdir. Konferansın sonunda yenik devletlere imzalattıkları antlaşmalar şunlardır: Almanya ile Versailles Antlaşması (28 Haziran 1919), Avusturya ile St. Germain Antlaşması (10 Eylül 1919). Bulgaristan ile Neuilly Antlaşması, (27 Kasım 1919). Konferansta Başkan Wilson'un ortaya attığı Milletler Cemiyeti fikrine ilişkin sözleşme 28 Nisan'da onaylandı. Konferans, Milletler Cemiyeti'nin resmen kurulması ile (20 Ocak 1920) sona erdi.
MİLLETLER CEMİYETİ Aslına barışı sağlayacak bir milletlerarası teşkilatın kurulması fikri çok eskidir. 18. ve 19. yüzyıllarda Abbé de Saint Pierre, Kant, Saint Simon, Hugo gibi pek çok düşünür, yazar ve hukukçular bu görüşü savunmuşlardı. Bu kez de Wilson bu fikrin savunuculuğunu yapmakta, gerçekleştirmek için de bu konunun görüşülmesini, konferansta öne alınmasını istiyordu. Ama bu konuda konferansta umduğu desteği bulamamıştı. Aslında Fransızların bu konuda hazırlıkları vardı. Radikal düşünürlerden Leon Bourgeois; 1910 yılında “Milletler Cemiyeti İçin” adlı bir kitap yayınlamıştı. Buna göre, bu teşkilatın aldığı kararları uygulatabilecek bir askeri gücü olmalıydı. Kararların uygulanmaması cezasız kalmamalı, cemiyetin bir yaptırım gücü olmalıydı. Bu fikre İngiliz ve Amerikalılar karşı çıkıyorlardı. “Onlar Konseyi” toplandığı zaman Fransızlar; askeri yaptırım konusunda Anglo-Sakson muhalefetiyle karşılaşmıştı. İngilizler teşkilat üyelerinin savaşa başvurmayıp uyuşmazlıklarını hakem yoluyla çözmelerini, teşkilat kararlarını çiğneyecek olanlara karşı ise ekonomik yaptırımların uygulanmasını yeterli bulmaktaydı. Amerikan Senatosu’nun ABD’nin bir antlaşma hükmü olmaksızın diğer devletlerle otomatikman bir savaşa girmeyi kabul etmeyeceğini bilen Wilson da askeri yaptırım önerisine katılmıyordu. Onun yerine teşkilata bağlı kurulacak Milletlerarası Adalet Divanı’na uyuşmazlıkların götürülmesini ve barış antlaşmalarının da cemiyet tarafından gözden geçirilmesini önermişti. Bourgeois projesinin geri çevrilişi üzerine Fransızlar milletlerarası bir kurmay örgütünün kurulmasını önerdiler. Kurulacak olan kurmay başkanlığı, yaptırım uygulamasının cemiyet tarafından uygun görülmesi durumunda milli ordulara direktif verecek ve ordular; cemiyete bağlı komutanların emrinde eyleme geçeceklerdi. İngilizler bu önerilere yine karşı çıkmışlar, bunları kendi deniz aşırı sorumlulukları ve çıkarlarıyla bağdaştırmamışlardı. Kolektif bir kuruma fazla yetki tanımak İngiltere’nin hareket serbestliğini kısıtlamak anlamına gelecekti. Ayrıca İngilizler; cemiyetin kurmay başkanlığının Fransız Mareşali Foch’a verilmesinden de çekiniyorlardı. Sonunda Anglo-Amerikan projesi benimsendi. Bu benimsenen biçimiyle Milletler Cemiyeti; Milli Parlamentolar’ın kusurlarını taşıyan bir “Süper Parlamento”dan başka bir şey değildi. Fakat orada da tartışmalar sürecek, karar almak ve uygulamak uzayacak, uygulamalar da ayrıca tartışmaya açık olacaktı. Bu haliyle cemiyetle çelişen milli güçlerin görüşlerinin dile getirilebileceği bir kürsü niteliği taşımaktaydı. Fakat yine de teşkilat bir dünya kamuoyu yaratmak için atılan ilk adım olmuştu. Yeni bir dünya düzenin kurulmasını ve sürdürülmesini sağlayacak güç ve otoriteden yoksundu. Ve en büyük eksiklik de savaştan yenik çıkanların Milletler Cemiyeti’ne katılmayışlarıydı. Bu yüzden bu teşkilat; savaşı kazananların hegemonyalarını ilelebet sürdürebilmek için kurdukları “Yenenler Kulübüne” benzemekteydi. Ayrıca cemiyet statüsünün yenilenlere empoze edilen barış antlaşmalarının başına konması sonucunda antlaşmalara karşı olan revizyonist devletler; hiçbir zaman teşkilatı benimseyememişlerdi, onu yukardan zorla kabul ettirilen bir kuruluş gözüyle bakmışlardı. Böylece Milletler Cemiyeti yer yüzünde barış ve güvenliği sağlayacak bir kuruluş için gerekli saygınlığı sağlayamamıştı. Teşkilattan sadece savaşta yenilen devletler uzak tutulmamış, Sovyetler Birliği’ne de çağrıda bulunulmamıştı. Yenen devletlerin basınına göre Milletler Cemiyeti savaşı kazananların haklarını koruyan, güvenliklerini garantiye alan bir araç; Almanya’nın askeri güç kazanmasını önlemek ve Sovyet İhtilalcilerini durdurmak için, eski müttefik devletlerin kurduğu yeni Kutsal Bağlaşma idi. Fransızlar’a göre ise Milletler Cemiyetinin en önemli işlevi; Prusya militarizmine ve bolveşikliğe karşı bir kalkan görevinde olmasıydı.
KONFERANSIN ARDINDAN Birinci Dünya Savaşı’ndan en kazançlı çıkan ülkenin İngiltere idi. Öncelikle Almanya’yı yenilgiye uğratmakla Avrupa’dan adasına gelebilecek tehlikelerden kurtulmuş oldu. Almanya’yı Ortadoğu’dan uzaklaştırarak güçlü bir rakibini de ortadan kaldırmış oldu, böylece bölgeye de egemen oldu. Rusya’yı etkisiz, Fransa’yı da ikinci planda bırakarak dünyanın bir numaralı devleti haline geldi. Fransa ise Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla sınırlarındaki iki büyük tehlikeden kurtulmuş oldu. Avrupa ve Ortadoğu’da elde ettiği kazançlarla da ikinci büyük devlet oldu. İtalya da Avusturya’dan aldığı topraklarla kuzeye kadar genişledi. Anadolu’da kendisine bırakılan payı az bulsa da, elde ettiği adalar ve yerlerle Akdeniz ve çevresinde etkili duruma geldi. Böylece bu üç devlet, özellikle Akdeniz ve Ortadoğu’da, Japonya ise Uzakdoğu’da geniş çıkarlar elde ederek dünyada söz ve etki sahibi oldular.
Birinci Dünya Savaşının sonucu ile barış antlaşmaları birlikte göz önünde tutulduğunda, Avrupa diplomasisinin ve kuvvetler dengesinin temel unsurlarını teşkil etmiş olan üç imparatorluğun (Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Alman İmparatorluğu) tarih içindeki ömürlerini tamamlayarak Avrupa’da bir boşluk meydana getirdikleri, ulaşılması gereken ilk sonuçtur. Başarının sağlanabilmesi için kuvvetler dengesinin Avrupa’da yeniden kurulması gerekiyordu. Barış antlaşmalarının toprak hükümlerine bakıldığında; milliyetler ilkesinin uygulanması ile yeni devletlerin kuruluşunun milli birlikler üzerine dayandırılmasıyla dengesizlik faktörlerini ortadan kaldırmak istendiği gibi bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Fakat bu ancak Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun kalıntıları üzerine yapılmıştır. Çekoslovakya ve Yugoslavya ise ancak farklı unsurları kapsayarak kurulmuşlardı. Balkanların toprak düzenlemeleri ise, İttifak devletlerinin eskiden kalma arzularını karşılamaktan başka bir şey yapmamıştı. Çarlık Rusyası’nın yıkılmasına ve komünist rejimin kurulmasına Avrupa’nın büyükleri egemen olamayınca, bu devlet; sadece Avrupa’da değil, bütün dünyada da kuvvetler dengesini ilerde köklü bir şekilde değiştirmek üzere kabuğuna çekilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ise, Orta Doğu kuvvetler dengesinde boşluk yaratmıştır. Savaşın galipleri İngiltere ve Fransa bu boşluğu daha makul bir düzenle dolduracakları yerde, kendi emperyalizmlerini gerçekleştirecek bir alan olarak ele almışlardı. Alman İmparatorluğu savaşın sonunda yıkılınca, müttefikler cezalandırmak için Alman milletini ellerine almışlardı. Versailles Barışı bir kin ve intikamın ağır bir belgesi olmuştu. Almanya’nın kuvvetler dengesinde bıraktığı boşluk, kin ve intikam tedbirleriyle doldurulmak istenmiş, bu da yeni bir dengesizlik yaratmıştır.
Böylece barış antlaşmaları harita üzerinde bir düzen yaratmakla beraber, milletlerarası hayatta istikrarsız ve sallantılı düzenin bütün iç unsurlarını kapsamıştır. Bunun içindir ki, barış 1929-1930 yıllarına kadar bir takım kaynaşmalarla ancak korunabilmiş, fakat bu yıllardan sonra artık çekişmeler önlenememiş,1939’da da İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması kaçınılmaz hale gelmiştir.