Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibaren dilencilere ilişkin politikalarda değişme başlamıştır. Bu değişim, tek tek bireylerin üretken kapasitesinin önemsenmesine ve bedensel ve fiziki cezalandırmalardan, daha çok ıslan ve terbiye eksenli bir uygulamaya doğru yavaş da olsa bir geçiş olarak değerlendirilebilir. Bu yönelimle dilenciler, devletin “ pozitif sosyal politikalarının “ doğrudan muhatapları haline dönüşme yoluna girmişlerdir.
Bu tarihlerde devletin, meşru gördüğü yoksullara ilişkin yaklaşımında da önemli değişiklikler vardır. 18.yy’dan önce meşru dilencilerin dilencilik yapmalarına göz yumulurdu, hatta rencide edilmemeleri konusunda hassasiyet gösterilirdi. Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bu kimselere nakdi yardımlar yapılmaya başlandı. Bu uygulamalar tekil olmakla birlikte merkezi devletin dilenciliği meşru ve gayr-i meşru biçimleriyle topyekun ortadan kaldırmaya niyetlendiği durumlar olması son derece önemlidir. Galata kadısı, topçu başısı ve Voyvadasına gönderilen 1792 tarihli hüküm bu konuda ilginç bir örnektir. Hükümde çalışamayacak durumda olan hasta, yaşlı ve sakat kimselerin hastanelere yerleştirilmeleri ve mümkünse tedavi edilmeleri, çalışabilecek durumda olan dilencilerin ise memleketlerine gönderilmeleri istemiştir. “Devletin öncelikli gündemini, kamusal mekanları dilencilerden temizlemek ve gelip geçenlerin dilenciler tarafından rahatsız edilmelerinin önünün alınması oluşturmuştur”. Osmanlı açısından dilenciler ekmekle sorumlu oldukları toprakları terk edip İstanbul’a gelmişlerdir. “ çubuk kaçkunu” ve hemen ait oldukları yere geri gönderilmeleri gerekmekdir.
Yine onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren çalışamayacak durumda olan kişilerin de dilenmesine artık izin verilmemeye başlanılmıştır. Bu kişilerin kamusal mekanda gezinmeleri önlenmekte ve geçinmeleri için de nakdi yardımlar yapılmaya başlanılmıştır.
Devlet dilencilere yeni uygulama yapmakla beraber eski uygulamalarda devam etmiştir. Meşru görülen yoksulların dilenmesine müsaade edilmiştir. 1788 tarihli bir belgede belirtildiği üzere, Anzur Çeşri Mustafa Paşa Mahallesinde oturmakta olan ve tamamen kör olan Makro adlı kişi, arzuhalinde geçimini dilencilikle sağladığını ve cizyesini ödeyemediğini belirtmiştir. Makro’nun dilencilik yapmasına izin verilmiş ve ismi de cizye defterinden silinmiştir.
II.Mahmud dönemi İstanbul’unda yeni düzenlemelere gidilmiştir. II.Mahmud “ se’ele” ( dilenciler ) Müdürlüğü veya “ Fukara Müdürlüğü “ adı altında birim oluşturmuş ve 1834 tarihinde Süleyman Ağa adlı birisini bu göreve atamıştır. Bu kişi ayriyeten maaşı da devlet tarafından karşılanıyor. Bu yenilik dilenciler kethüdalığından fukara müdürlüğüne geçiştir. Bu yenilik, İkinci Mahmud döneminde Merkezi devletin, dilenciliği denetim altında tutma arzusunda olduğunun bir işaretidir.
Devletin dilencilere yönelik bir politik değişimlerinin bir etkeni de, kırsal kesimlerden özellikle 18.yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir göç başlamıştır. Devlette bu göçün önüne geçebilmek için tam önlem alıyor.
19.Asrın ikinci yarısından itibaren, ekonomideki iyileşme, İstanbul’a göçü azaltmıştır. Ancak yüzyılın son çeyreğinde bu istikrarlı ortam bozulmuştur. Maliye bir kriz ortamına girmiştir. Devlet borçlarını ödeyemez hale gelmiştir. Özellikle 19.asırda kaybedilen savaşlar yüzünden bir göç dalgası olmuş ve İstanbul yoğun bir nüfus göçüne maruz kalmıştır. Devletin bu göçle baş edebilmesi oldukça zor olmuştur.
1890’lı yılların gazetelerinde, dilencilerle ilgili kaygılar ortaya konmuştur. Bir çok gazetede dilencilerin şehrin görüntüsünü bozduğu ileri sürülmüştür. Bu durumun Osmanlı’nın dışardaki imajını zedelediği belirtilmiştir. Meclis-i Vükela 26 Ekim 1905 tarihli oturumunda bu konuyu gündemine almıştır. Dahiliye Nezareti, köprü üzerinde dilenciliğin önlenmesine ilişkin bir talimatname hazırlamıştır. Teklife göre Darülaceze görevlileri yakalanan her bir vakayı dikkatle inceleyecekler ve gerçekten yoksul olanları Darülaceze’ye taşralı olanları da memleketlerine göndereceklerdir. Anne baba sahibi çocuklar ailelerinden kefalet alınmak şartıyla iade edileceklerdir. Cüzzam hastalığına sahip olanlar ise Üsküdar’daki Miskinler Dergahına gönderileceklerdir.
Osmanlı elitinin dilenciler hakkındaki görüşlerini gazetelerden öğrenebiliriz. 28 Ekim 1900 tarihinde Sabah gazetesinde yer alan bir yazıda, dilenciler dört sınıfa ayrılmakta. Yazıda belirtildiği üzere birinin kategori “ aile sahibi olmayarak alil, sakat, velhasıl maişetlerini tedarike gayri muktedir olan mesakinlerden “ oluşmaktadır. Bunlar için yapılacak olan “müessesat-ı aide-i hayriyesine“ göndermektir. Bu kişilerin sayısı fazladır. Dolayısıyla vilayetlere gönderilmesi uygun görülmüştür.
İkinci sınıf “ alil ve sakat fakat aile sahibi bulunanlar” oluşturmaktadır. Bunların kendileri Darülaceze’ye çocukları da Darüleytan, Darüşşafaka veya ıslahhanelere konulmalıdır.
Üçüncü sınıf, “ çocuklar, genç kızlar ve velisiz kadınlar” oluşturmaktadır. Bunlar “tese‘ül eden ( dilenen ) hamisiz çocuklar ile genç kızlar ıslahhanelere ve diğer “ müessesat-ı münasibe-i hayriyye’ye” gönderilmelidir. Burada ayrıca bazı genç kızların dilencilik maskesi altında fuhuş yaptığı vurgulanıyor.
Son sınıfa da çalışmaya gücü yettiği halde dilencilik yapanlar oluşturmaktadır. Sabah gazetesinin yazarına göre dilencilerin çoğu bu sınıfa dahildir. Bu kimseler en önemli tehlike olarak görülmekte, sadece memleketlerine gönderilmesi yetmemekte bunların üretken hale gelinmesi için uğraşılmalıdır. Fakat halen dilencilik yapacak olurlarsa cezai tedbirlere başvurulması önerilmektedir.
Sabah gazetesinde çıkan yazılardan anlaşılacağı üzere, Abdülhamid rejimi, dilencileri önlemediği gerekçesiyle eleştirilmektedir. Habere göre ; “ Dilencilerin sokaklardan toplanılması hakkında artık nafile yere söz söylemeyeceğiz. Fakat hiç olmazsa geceleri köprü üzerindeki dilencilerin toplanılması hakkında zabıtanın nazarı dikkatini celb etmek arzusundan kendimizi men edemedik” haberiyle belirtilmektedir.
Abdülhamid döneminde dilencilere barınak olarak, Darülaceze kurulmuştur. Devrine göre oldukça modern sayılan bir yapıdır. Abdülhamid bu kurumu dilenciliği kontrol altına almaktan oldukça uzaktır. Darülaceze, bir yandan Abdülhamid’in yoksul halkın yegane koruyucu olduğu şeklindeki imajı güçlendirmek diğer yandan da Osmanlı Devleti’nin modern görüntüsünü pekiştirmek üzere gündeme gelmiştir.
Darülacezenin her ne kadar Abdülhamid’in iktidar sembolü ise de , dilenciliğe karşı mücadele kapsamında gündeme alınmış. Zira Darülacezenin açıldığı gün 31 Ocak 1896 tarihinden birkaç gün sonra konuyla ilgili iki ayrı nizamname yayınlanmıştır. “ Tese’ülün Men’ine Dair Nizamname”, diğeri de dilencilikle ilgili madde olan Darülaceze’nin “Nizamname-i dahilesidir. Bu nizamname’de gazete yazarlarının yazdıklarından pek farklı değildir. Ancak çalışamayacak durumda olanların dilencilik yapmalarına izin verilmiştir. Nizamnamede çalışabilecek durumda olanlar için, ilk yakalandıklarında kefaletle bırakılacaklarına, taşralı olanları memleketlerine geri göndereceklerine aynı kişiler ikinci kez dilencilik yaparken yakalandıkları taktirde, İstanbullu olup olmadıklarına bakılmaksızın taşraya sürüleceklerdir.
II.Meşrutiyet devrinde dilenciliğin ve serseriliğin önlenmesi konusunda Osmalı eliti ile hükümet arasındaki ayrılıklar ortadan kalkacaktır. Meşrutiyet rejimi öncelikle, Abdülhamid döneminden miras kalan sosyal refah sisteminin paternal (tek kişi) ve monarşik görünümünü ortadan kaldırıp, refah sistemini bürokratik ve seküler (dünyevi) bir zemine oturtmak arzusunda olmuştur.
II.Meşrutiyet’te ayrıca dilencilik serserilik ve potansiyel suçluluk kavramları kapsamı içinde değerlendirilmeye başlanılmıştır. Bu yeni yasa daha çok şehirdeki yoksul ahaliyi kontrolünü sağlamaya yöneliktir. Bu konuda ayrıca, Osmanlı polisine sosyal ve ahlaki kontrolleri yükleyerek polisin toplumdaki konumunu yükseltmiştir.