Nüfus Mübadelesi
Kısaca: Lozan’da, Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan 30 Ocak 1923 tarihli Türk-Rum Nüfus Mübadele Anlaşması gereğince, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yaklaşık olarak 480.000 kadar Yunanistanlı Müslüman Türkiye’ye getirildi ve ülkenin değişik yörelerine yerleştirildiler. ...devamı ☟
Bu göçün en önemli özelliği, isteğe bağlı değil, zorunlu olmasıydı. Yani kitleler, göç etme yolunda gönül rızaları olmasa da, zorunlu olarak karşı tarafa göç ettirilmişlerdi. O tarihlerde Türkiye savaştan yeni çıkmış bir ülkeydi. Zaten geri kalmış bir tarım toplumunda, binbir türlü sorunlar ve yetersizlikler yaşanırken, önce 1.200.000 Anadolu ve Doğu Trakya Rumu’nun Türkiye’den ayrılmasıyla büyük boyutlu ekonomik sıkıntılar yaşanırken, bir de buna sayısı yarım milyona ulaşan, büyük ölçüde varını yoğunu Yunanistan’da bırakarak en başta çoluk-çocuğunun ve kendinin canını kurtarma amacında olan Yunanistan’dan göç ettirilmiş Türk-Müslüman kitlenin yerleştirilmesiyle ilgili sorunlar eklenmişti. O tarihlerde Türkiye nüfusu on-onbir milyon kadardı. Büyük savaşların yükünü yıllardır omuzlarında taşımış bu halk bir de yarım milyonluk bir kitlenin barınma, beslenme, sağlık, üretici duruma getirilme gibi sorunlarını yüklenmek zorunda kalmıştı. Bu göçeden kitleye, Rumlar’dan arta kalan taşınır ve taşınmaz malların verilmesi düşünülmüş; hatta Lozan’da konuyu ilk kez bir raporla gündeme getiren Dr. Nansen’in ve onu destekleyen İngiltere’nin tezi, karşı tarafta bulunan terkedilmiş malların, yerleştirme işlerini kolaylaştıracağı biçiminde oluşturulmuştu. Bu ilk bakışta doğru bir yaklaşım gibi görünebilir. Öyle ya! Düz bir mantıkla, 1.200.000 kişinin terkettiği mal varlığı nasıl olsa Türkiye’ye getirilen yarım milyon insanın yerleştirilmesini karşılar diye düşünülebilir. Oysa tarihsel gerçeklerin dayattığı koşullar hiç de buna olanak vermiyordu. Bir kere, Rumlar’ın Türkiye’de iken yaşadıkları önemli yerleşim merkezleri, Yunan ordusunca, yenilginin arkasından çekilirlerken yakılıp-yıkılmıştı. Örneğin Batı Anadolu’nun kentleri, kasabaları ve köyleri büyük ölçüde bu yakılıp yıkılmadan paylarını almışlardı. Aynı şek, Kuzey Anadolu için de geçerliydi. Çünkü Pontus çeteleri, Kurtuluş Savaşı boyunca bu yörede büyük bir yıkıma neden olmuşlardı. Örneğin, dönemin resmi makamlarının verdiği bilgiye göre, Türkiye’yi terkeden Rumlar’dan büyük bir olasılıkla 200.000-250.000 ev kalması gerekirken, yanıp yıkılanların dışında kalan ev sayısı 100.000 kadardı. Bunların da büyük kısmı onarıma gereksinim olan evlerden oluşuyordu. İş bununla kalsa, yine de iyi sayılırdı: Ama asıl sorun, bu terkedilen evlerin yerli halk tarafından yağmalanmasıyla ortaya çıkmıştı. Sonuçta, hükümet güçlerinin eline geçebilen ev sayısı 25.000 kadardı. Elbette bu sayının, Türkiye’ye getirilen yarım milyon Yunanistan’dan göçettirilmiş Mübadil Türkler’in yerleştirilmesine olanak yoktu.
Nitekim bu sorunlar, Mübadil Türkler’e barınacakları ev, işleyebilecekleri bağ-bahçe dağıtılırken büyük oranda kendisini gösterdi. Oluşturulan Muhtelit Mübadele Komisyonu, Türkler’in Yunanistan’da kalmış mallarının oranını ve altın lira üzerinden değerini kaydetmekteydi. Eğer göçmen daha Yunanistan’dan ayrılmamışsa bu kayıtlar onun kendisinin yanında yapılıyordu; yok eğer Yunanistan’daki baskılara dayanamayıp ayrılmak zorunda kalmışsa, bu kez onun arkası sıra yapılıyordu. Dört nüsha olarak oluşturulan bu mal beyannamelerinin bir nüshası göçmenin kendisine, birisi gittiği ülke temsilciliğine, birisi ayrıldığı ülke temsilciliğine veriliyor; bir nüshası da komisyonun kendi arşivinde kalıyordu. Güya göçmen bu beyanname ile karşı tarafa göç ettiğinde, uyrukluğunu kazandığı yeni ülkenin hükümetinden, ayrıldığı ülkede bıraktığı malların değerinde mal alabilecekti. Oysa bu büyük ölçüde gerçekleşemedi. Bunun en önemli nedeni, az önce de vurgulandığı gibi, Rumlar’dan kalan malların yağmalanması, ilgisiz kişilerin düzmece belgelerle bu malların önemli bir kısmının mülkiyetini üzerlerine almalarıydı. Ayrıca, Yunanistan’da bırakılan mallara eşdeğerde bu insanlara mal verilmesi de mümkün olmuyordu. Üstelik, pek çok göçmen, komisyon kendi yörelerine gelmeden baskılar nedeniyle Yunanistan’dan ayrılmak zorunda kaldıkları için, ellerinde Türk Hükümeti’nden mal-mülk isteyecek bir resmi kayıt bulunmuyordu. Türk Hükümeti de, bir anlamda ihtiyatlı davranmak üzere, mal dağıtımını bir anda yapmadı ve zamana yayarak gerçekleştirdi.
Ortalama beş kişilik bir çiftçi göçmen ailesine verilecek arazi ve yemiş veren ağaçlar, türü ne ve değerine göre şu biçimde dağıtıldı:
1- Araziler: “Ala, evsat ve edna” (yüksek, orta, düşük) nitelikli topraklar olmak üzere üçe ayrılmıştır. Birinci derecede verim gücüne sahip tarım arazisi olarak benimsenen ‘Ala araziden, beş kişilik bir aileye en az 50, en çok 75 dönüm; ikinci derecede verimlilik gücüne sahip tarım arazisi olan “evsat” araziden en az 75, en çok 100 dönüm; üçüncü derecede verimlilik gücü olan “edna” araziden en az 100, en çok 140 dönüm arazi veriliyordu. Bir göçmen ailesi, bu gruplardan yalnız birisinin niteliğine sahip araziden pay alabiliyordu.
2- Tütün Alanları: Birinci derecede tütün yetiştirilen Samsun ve Bafra gibi yerlerde, beş kişilik bir aileye en az 12, en çok 15 dönümlük toprak veriliyordu. İzmir ve İzmit gibi ikinci derecede tütün yetiştiren topraklardan ise en az 15, en çok 20 dönüm toprak dağıtılıyordu.
3- Sebze Bahçeleri: Büyük kentlerde ve kentlerin çevresinde en az 5 en çok 10, uzak yerlerde olan bahçelerle, bahçe olma niteliğine sahip yerleşim arazilerinden en az 10, en çok 15 dönüm arazi beş kişilik bir aileye verilmekteydi.
4- Bağlar: Birinci derecede üzüm yetiştiren İzmir gibi yerlerden en az 6, en çok 10 dönüm, ikinci derecede üzüm yetiştiren yerlerden merkezlerden uzaklığına ve üretim derecelerine göre, en az 10 en çok 15 dönümlük toprak dağıtılmaktaydı. Bu nitelilklere uymayan arazilerden de, bunlarla orantı kurularak pay veriliyordu.
5- Zeytinlikler: Birinci derecede üretime uygun ve değerli zeytin bölgelerinde 100-120, ikinci derecede üretime uygun ve değerli zeytin bölgelerinde 120-150, üçüncü derecede üretime uygun ve değerli zeytin bölgelerinde 150-200 zeytin ağacı göçmenlere verilmekteydi. Yabani ve aşısız genç zeytin ağaçlarının beş tanesi bir zeytin ağacı sayılıyordu.
Bunların dışında portakallık ve limonluk olan yörelerin bölünmesi ve dağıtılması, yerel geleneklere uygun olarak, beş nüfuslu bir ailenin gereksinimini kaç ağaç ya da kaç dönüm portakallık ya da limonluk karşılayabilecekse, komisyonca bu oran dikkate alınarak yapılmaktaydı. Dut ağaçları ve dutluklar da, bunların seyreklik ve sıklığına göre mahallince belirleniyor ve geçimi yalnız dutluklarla sınırlı bulunan beş nüfuslu bir aile için en çok dönüm dutluk veriliyordu. Nüfusu beşten fazla olan bir ailede, fazla olan her nüfus için şu miktarda arazi ve ağaç vcrilmekteydi: Birinci derecede verimli araziden 8-10, ikinci derecede verimli araziden 10-15, üçüncü derecede verimli araziden 15-20; tütün arazisinden 2-3, bağlardan ve bahçelerden 1,5-3 dönüm, zevtinliklerden de 20-30 ağaç...
Mübadele göçmenlerine tarla, bağ, bahçe, zevtinlik vb. taşınmazların dağıtımıvla ilgili olarak, hükümetçe hazırlanmış olan genelgede ayrıntılı bir dağıtım ve paylaştırma planı oluşturulmuştu. Bu yöntemle, yerleştirilmiş olan mübadele göçmenlerine, 5.000.000 dönüm arazi, 4.300.000 adet de zeytin, incir ve meyve ağacı dağıtıldı. Yalnızca İzmir’de, mübadele kapsamına giren göçmenlere ve onların dışındakilere 3.815 dönüm bahçe, 59.015 dönüm bağ, 280.599 dönüm tarla, 433.305 adet zeytin ağacı paylaştırıldı.
Lozan Barış Konferansı, Türkiye ile batılı ülkeler arasında, yıllardan beri süren savaş ortamına son vermek amacıyla toplanmış bir konferanstı. Bu Konferansta, tarafları savaşa sürükleyen pek çok etkenin bir arada ele alınması; örneğin siyasal sınırları yeniden belirleme çabalarının yanında, ekonomik, siyasal ve hukuksal sorunların da çözülmesi gerekiyordu. Savaş yıllarında ortaya çıkan nüfus hareketleri, bu aşamada, tarafları gerçekten de endişeye sürükleyecek ölçüde büyüktü.Dolayısıyla, nüfus hareketlerini uluslararası zeminde, hukuksal çözüm boyutuyla ele almak ve irdelemek, ardından da kalıcı bir çözüm ortaya koymak son derece önemliydi.
Balkan Sorunu’nun, Türkler için ne büyük kanayan bir yara olduğu, yakın tarihteki kanlı olaylarla ortaya çıkmıştı. Uluslaşma Süreci’ne koşut olarak, bu coğrafyada halklar, kendi ulusal devletlerini kurmak amacıyla, yüceltilen ulusçuluk ideolojisine koşut olarak eyleme geçmişlerdi. Bunun sonucunda, Balkanlar’da bir çok ulusal devlet kurulmuştu. Bu yeni ulusal devletler, Türk ve Müslüman kitleleri, kendi toplumsal yapıları için tehlike olarak görüyorlardı. Karmaşık duygular ve yaklaşımlar, kurulan yeni devletlerin sınırları içinde kalan Türkler’e yönelik, baskı unsuru temelinde biçimlenmiş politikalar yaratılmasına neden oluyordu. Böylece, kurulan yeni devletlerin yarattığı baskılar, Türk ve Müslüman unsurların, Balkanlar’dan koparak, Anadolu’ya yönelik göçlerinde en belirleyici etken olarak ortaya çıkmıştı. İ. Tekeli’nin yerinde bir saptamasıyla, bu baskı ve göçe zorlama olgusunun başında, bir kısmı Balkanlar’daki etnik ve din ayırımlarıyla temellendirilmiş ulusçuluk kavramı gelmekteydi. Bu nedenle onlar, imparatorluk gibi, farklı etnik ve dini gruplara hoşgörü ile bakmamışlardı. Ulus olarak gelişimleri, Türk-Müslüman kitlelere düşmanlıkla temellendirilmişti. Her yeni kurulan ulusal devlet, toprak egemenliğini sağlamak çabasıyla, toprak sahipliğini genellikle ellerinde bulunduran Türkler’in, yöredeki gücünü kırmak için, onları göçe zorlamayı gerekli görmüşlerdi. Yeni bağımsızlığını elde eden bu uluslar, ulusal egemenliklerini pekiştirmenin yolunu, ülke nüfusunun hoşojenleşmesinde buluyorlardı. Böylece, imparatorluğun eski topraklarından, bir Türk-Müslüman nüfus göçü başlamıştı.
Bu süreç, elbette kanlı bir süreçti. Üstelik bu süreç, halkalanarak, tarihsel dalgalanmalar biçiminde tekrarlanıp duruyordu. Balkanlar’dan Türk ve Müslüman kitleler, büyük yığınlar halinde Anadolu’ya doğru kopup geliyorlardı. Bu çekilişte yaşanan kanlı sahneler nedeniyle de, gelecekte oluşacak yeni düşmanlıkların ve hesaplaşmaların tohumları serpiliyordu.
Türk Kurtuluş Savaşı, bir anlamda bu süreci tersine çevirdi. O tarihe kadar, genellikle Balkanlar nüfus boşalmasına neden olurken, bu kez, Balkanlar’a yönelik bir büyük göç dalgası kendini gösterdi.Anadolu’daki Yunan yenilgisinden sonra, Türkler’in kendilerinden intikam alacaklarından korkan Rumlar, yığınlar halinde Yunanistan’a göçettiler. Yunanistan’a perişan biçimde yığılan Rumlar’ın sayısı, bir iki ay sonra 850.000’e kadar ulaşmıştı. Bu kez, Yunanistan’da yaşamakta olan Türk-Müslüman unsurlara baskılar başladı. Böylece, Yunanistan’a Rum nüfus yığılırken, Yunanistan’da yaşayan Türk-Müslüman unsurlar da, Resmo, Kandiye, Hanya, Selanik gibi kentlerden kalkarak, Türkiye’ye gelme telaşına düştüler. Karşılıklı nüfus boşalması, özelde göç eden kitleler için büyük bir yıkım anlamına gelmekle birlikte, genelde de her iki devlet için, önemli bir sorun boyutuna çoktan ulaşmıştı. Bu soruna, kalıcı bir çözüm bulmak, gerçekten barış isteniyorsa, kaçınılmaz görünüyordu.
İşte Lozan Barış Konferansı, böyle bir ortamda toplandı. Milletler Cemiyeti, daha konferansın toplanmasından önce, Norveçli Dr. Friedtjof Nansen’i, nüfus boşalması sonucu ortaya çıkan yeni görüntüyü yerinde incelemek üzere görevlendirmişti. Nansen, hem Yunanistan’a hem de Türkiye’ye gelerek incelemelerde bulundu. İlgili kişilerle görüşerek, çözüm yolunun ne olabileceği konusunda düşünceler geliştirdi.
Nansen ilk olarak, Yunanistan’daki Müslümanlar’la, Anadolu’daki Ortadokslar’ın isteğe bağlı olarak değiş tokuşunu öngörmüştü. O, İstanbul’da yaşayan Rumlar’ın değişim tışı tutulmasını öneriyordu. Türkiye Nansen’in bu görüşüne karşı çıktı. Türk yetkililer, İstanbul’daki Rumlar’ın değişim dışı tutulmasının kabul edilemeyeceğini belirttikleri gibi, Batı Trakya Türkleri’nin değişim dışı tutulmasını da istiyorlardı. Çünkü Türkiye, Batı Trakya’daki Türkler’in azınlık değil, çoğunluk olduğu tezini ileri sürüyordu. Çoğunluk olan bir kitlenin, bulunduğu yerden göçe zorlanmasının kabul edilemez olduğunu vurguluyordu. Yunanistan ise, daha çok, Türk-Yunan Savaşı’nın eylemli evresinin ardından Yunanistan topraklarında görülen yoğun nüfus yığılmasına ilgileri çekerek, ortaya çıkan yerleşim yeri ve barınma sorunlarını gündeme getiriyor ve önlem olarak derhal 350.000 Türk’ün Anadolu’ya, Rumlar’dan boşalan yerlere gönderilmesini istiyordu.
Nansen, her iki ülke görüşünü de dikkate alarak, raporunu yeniden biçimlendirdi. Rapor, 1 Aralık 1922’de, Lozan’daki Barış Konferansı’nda okundu. Raporunda, mübadele uygulamasının göçmenler için çok iyi bir çözüm olacağı belirtiliyordu. Daha şimdiden nüfus, çok yoğun olarak yer değiştirmişti. Ekononik durum, Yakındoğu’da çok kötüydü. Bir milyondan fazla insan, yurtlarından ayrılarak, başka ülkelere kaçmıştı. Nansen, bu duruma bir çözüm bulunmazsa, ekonomik durumun her iki ülke için felaket olacağına dikkat çekiyordu. Azınlıkların çabuk ve etkili mübadelesi, bu felaketi her türlü önlemden daha kolay önleyebilirdi. Türkiye, ayrılıp giden Rumlar’dan artakalan toprakları işlemek için gereken nüfusu sağlayabilecekti. Yunanistan’dan Müslümanlar’ın ayrılması, o sırada Yunanistan’ın çeşitli şehirleriyle kasabalarına sığınmış göçmenlere önemli ölçüde kendi gereksinimlerini kandi başlarına sağlama olanağı verecekti. Her iki ülke için gelecek yaz tarım ürünlerinin elde edilmesi yaşamsal önem taşıyordu. Başka bir deyişle, Türkiye için verimli Trakya topraklarının, 1923’te de her zamanki ürünü vermesi ne kadar önemliyse, Yunanistan için de, tarımcı göçmenlerin gelecek yazdan önce kendi ürünleriyle kendilerini besleyebilmeleri öylesine önemliydi. Nüfus mübadelesi işinin, hiç olmazsa bir kısmının şubat sonundan önce, üç ay içinde sonuçlandırılması zorunluydu. Çünkü bu tarihten sonra, tarım mevsimine yetişmek artık olanaksızdı. Doğu Trakya başta olmak üzere, Anadolu’da boşalmış köyler çoktu. Giden Rumlar’ın bıraktıkları araç gereç de kullanılabilirdi. Dolayısıyla Yananistan’dan mübadele edilecekler, hemen bu köylere yerleştirilmeliydi.
Türk ve Yunan delegelerinin bu önerilere yakşalışımında farklılıklar vardı. Gündemde bulunmadığı halde, iki ülke arasında esir değişimi konusunda görüşmelerin yapılacağı bir sırada, mübadele konusunun gündeme getirilmesi, kendisinin belirttiğine göre, İsmet Paşa’yı hem şaşırtmış, hem de memnun etmişti. Türkiye bu dönemde Milletler cemiyetinin üyesi olmadığına göre, rapora kendi durumu açısından yaklaşıyordu. Konferans boyunca, Türk tezinin içeriğini, İstanbul Rumları’nı da mübadele kapsamına aldırmaya çalışmak oluşturuyordu. Türk tarafına göre, İstanbul Rumları mübadele kapsamına alınırken, Batı Trakya Türkleri, bu kapsamın dışında bırakılmalıydı. Yunanistan ise, mübadelenin zorunlu değil, isteğe bağlı olmasını önermişti. Lord Curzon, İsmet Paşa’nın yaklaşımından ve mübadele fikrine temelde olumlu yaklaşımından memnun kaldığını özellikle vurguluyor; bir kaç ay sürme olasılığı nedeniyle, gönüllü mübadele fikrinde olmadığını belirtiyordu. Curzon şöyle diyordu: “Gönüllü (isteğe bağlı) mübadeleye karar verilirse, bunun uygulaması aylar gerektirecektir; oysa, her şeyden önce istenen, Türk nafusun gelecek yılın başında toprakları işleyebilmek üzere Türkiye’ye getirilebilmesidir. İkinci olarak, Yunanistan’a her yandan yığılmakta olan göçmenlerin bu ülkede yerleşmesini sağlamak gerekmektedir. Mübadele zorunlu olursa, gidenlere arkalarında bırakmak zorunda kalacakları mal ve mülklerinin değereni ödemek kolaylaşmış olacaktır”
Konu, Venizelos ve İsmet Paşa’nın önerisiyle, bir Türk ve bir de Yunanli üyenin yer alacağı bir komisyona gönderildi. Nansen, bu komisyona danışmanlık yapacaktı. İtalyan delegesi Montagna’nın başkanlık ettiği bu komisyon, 2 Aralık 1922 günü toplandı. Bu toplantıda, İsmet Paşa başkanlığındaki Türk delegasyonu, değişimden batı Trakya Müslümanlarının ayrı tutulmasını, İstanbul’daki tüm Rumlar’a değişimin uygulanmasını, ayrıca, İstanbuldaki Rum patrikhanesinin de kaldırılmasını istedi. Bu görüş ve isteğe Yunan, Amerikan ve İngiliz delegeleri katılmadılar. Tartışmaların sonunda Türk heyeti, “établis” deyimiyle nitelenen Rumlar’ın, İstanbul’da kalmasını onaylarken ilke olarak, Yunanistan’a göç eden ailelerden ayrı, Anadolu’da alıkonulan Rum erkeklerin ailelerininin yanına gönderilmesi, ayrıca zorunlu değişimin, 1923 yılı Mayıs ayına kadar uygulanmaması kararında diretmişti. Bu istekler, diger taraflarca da benimsendi. Buna ek olarak, değişime uğrayacak nüfusun sahip olduğu mülklerin, ayrı bir komisyon tarafından ele alınması da kararlaştırıldı.. İlk görüşmelerde ortaya çıkan ayrıntılı değerlendirmeler, başkanlarının tarafsız ülkelerden olmasına özen gösterilen 11 alt komisyonun çalışmalarıyla devam etti. Kurulan bu komisyonların dördüne Danimarkalı, üçüne Hollandalı, ikisine İsviçreli, birine Norveçli, birine de İsveçli başkanlar seçilmiş, bunlar çalışmalarını Göçmenleri Yerleştirme Komisyonu ile bağlantılı yürütmüşlerdi.
Bu gelişmelerden sonra, 30 Ocak 1923 tarihinde, Türk-Rum Nüfus Mübadelesi’ne ilişkin sözleşme imzalandı[1]. M.İsmet, Dr. Rıza Nur Türk tarafı adına, E.K Venizelos ve D. Caclamanos Yunan tarafı adına, sözleşmeyi imzaladılar. Sözleşmeye göre; Türk topraklarında yerleşmiş Rum-Ortadoks dininden Türk uyrukları ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu mübadelesi gerçekleştirilecekti. Bu kimselerden hiçbiri, Türk Hükümeti’nin izni olmadıkça Türkiye’ye ve Yunan hükümenin izni olmadıkça, Yunanistan’a dönerek, oraya yerleşemeyecekti. Mübadele, İstanbul’da oturan Ortadoksları ve Batı Trakya’da oturan Müslümanlar’ı kapsamayacaktı. 1912 yılı yasası ile sınırlandırıldığı biçimde, İstanbul Belediyesi sınırları içerisinde, 30 Ekim 1918 gününden önce yerleşmiş “établis” bulunan tüm Rumlar, İstanbul’da oturan Rumlar; 1913 Bükreş Antlaşması’nın saptamış olduğu sınır çizgisinin doğusundaki bölgeye yerleşmiş tüm Müslümanlar da, Batı Trakya Müslümanları sayılacaklardı. Sözleşmede kullanılan “emigrant” (göçmen) terimi, 18 Ekim 1912 tarihinden sonra göç etmesi gereken ya da göç etmiş bulunan tüm gerçek ya da tüzel kişileri kapsamaktaydı. Mübadele uygulamasında, her iki halkın mülkiyet haklarına ve alacaklarına hiç bir zarar verilmeyecek, mübadele edilecek halklara mensup bir kimsenin hangi nedenle olursa olsun gidişine hiç bir engel çıkarılmayacaktı. Zanlı ya da suçu kesinleşmiş kişiler, kovuşturma yapan ülkenin makamlarınca göçmenin gideceği ülkenin makamlarına teslim edileceklerdi. Göçmenler, bırakıp gideçekleri ülkenin uyrukluğunu yitirecekler, vardıkları ülkenin topraklarına ayak bastıkları anda, bu ülkenin uyrukluğunu edinmiş sayılacaklardı. Göçmenler, her çeşit taşınır mallarını yanlarında götürme ya da bunları taşıttırmakta serbest olacaklardı ve bu mallardan giriş-çıkış vergisi alınmayacaktı. Aynı zamanda, cami, tekke, medrese, kilise manastır, okul, hastane, dernek, birlik gibi tüzel kişiler ve başka kurumlar personellerini de kapsamak üzere, kendi topluluklarınının taşınır mallarını serbestce götürmeye, taşıttırmaya hak kazanmışlardı. Her iki ülke, karma komisyonun önerisi üzerine, taşıma işlerinde en geniş kolaylıkları sağlayacaktı. Taşınır malların tümünü ya da bir bölümünü yanlarında götüremeyecek olan göçmenler, bunları oldukları yerde bırakacak, bu durumda yerel makamlar, bu malların dökümünü ve değerini ilgili göçmenin gözleri önünde saptayacaktı. Göçmenin bırakacağı taşınır malların dökümünü ve değerini gösteren tutanaklar dört nüsha olarak düzenlenecek, bunlardan biri yerel makamlarca saklanacak, ikincisi karma komisyona sunulacak, üçüncüsü gidilecek ülkenin hükümetine, dördüncüsü de göçmenin kendisine verilecekti.
Bu sözleşmenin yürürlüğe girişinden başlayarak, altı aylık süre içinde, bağıtlı yüksek taraflardan her birinden dört ve Birinci Dünya Savaşı’na katılmamış devletlerin uyrukları arasından Milletler Cemiyeti Konseyi’nin seçeceği üç üyeden oluşan ve Türkiye’de ya da Yunanistan’da toplanacak olan bir karma komisyon (Muhtelit Mübadele Komisyonu) kurulacaktı. Bu karma komisyonun başkanlığını, tarafsız üç üyeden her biri sıra ile yapacaktı. Karma komisyon, gerekli gördüğü yerlerde, her biri bir Türk ve bir Yunanlı üye ile, komisyonca atanacak tarafsız bir başkandan oluşacak, kendisine bağlı olarak çalışacak alt komisyonlar kurmaya da yetkili olacaktı. Karma Komisyon, bu alt komisyonlara verilecek yetkileri kendisi saptayacaktı. Tasfiye edilecek mallara, haklara ve çıkarlara ilişkin tüm itirazlar, karma komisyonca ve kesin hükmüyle karara bağlanacaktı. Komisyon ilgilileri dinledikten ya da dinlemeye çağırdıktan sonra, tasfiye edilecek mallara değer biçilecekti. Komisyon, ilgili mal sahibine elinden alınan ve bulunduğu ülkenin hükümeti emrinde kalacak olan mallar için, borçlu bulunan para tutarını belirten bir açıklama belgesi verecekti. Bu açıklama belgeleri temel sayılarak, borçlu kalınan para tutarları, arıtımın yapılacağı ülke ile hükümetin, göçmenin bağlı olduğu hükümete karşı bir borcu olacaktı. Göçmenin, ilk olarak göç ettiği ülkede bırakacağı mallarla eşdeğerde ve nitelikte mal alması gerekecekti. Her altı ayda bir, yukarıda belirtilen biçimde açıklama belgeleri temeli üzerinden, her iki hükümetçe ödenmesi gereken paraların hesabı çıkarılacaktı. Arıtım hükümleri bütünlendiği zaman, karşılıklı borçlar birbirine eşit çıkarsa, bunlarla ilgili hesap denkleştkirilmiş ve kapatılmış olacaktı. Bu denkleştirme işleminden sonra, hükümetlerden birisi diğerine borçlu kalırsa, bu borç peşin para ile ödenecekti. Borçlu hükümet, bu ödeme için bir süre tanınmasını isterse, komisyon, yıllık en çok üç taksitte ödenmesi koşulu ile, bu süreyi tanıyabilecek, bu süre içinde ödenmesi gereken faizleri de saptayacaktı. Her iki taraf da mübadele edilecek halklara, gidişleri için saptanmış günden önce yurtlarını bırakıp gitmelerine yol açmak, ya da mallarını elden çıkarmak üzere doğrudan ya da dolaylı hiçbir baskıda bulunmamayı karşılıklı olarak yükümleniyorlardı. Mübadele dışı bölgelerde oturanların, bu bölgelerde kalmak ya da oralara yeniden dönmek hakları ile Türkiye’de ve Yunanistan’da özgürlüklerinden ve mülkiyetlerinden özgürce yararlanmalarına hiç bir engel çıkartılmayacaktı. Bütün bu konuların çözümü boyunca, karma komisyonunun ve bağlı kurulların çalışmaları ve işlerinin yürütülmesi için gerekli giderler, komisyonlarca saptanacak orana göre, ilgili hükümetlerce karşılanacaktı.
Konunun en ilgi çeken yönü, Türk ve Rum halklarının karşılıklı göçünün, isteğe bağlı değil, zorunlu oluşuydu. Dolayısıyla, insan ve mülkiyet hakları açısından konuya bakıldığında, kendine özgü tarihsel dokusu içinde, değilinilen haklar, elbette büyük ölçüde askıya alınmış oluyordu. Özellikle göçün zorunluluğu, bu niteliği güçlendirmekteydi. Yukarıda açıklandığı gibi, mübadelenin yürütülmesini sağlayacak ilke, kuram, kuruluş ve yöntemler, gereklilik ve zorunluluk temeli üzerinde biçimlenmişti. Daha açık bir deyimle, bu tarihsel gelişmelerin ve uzantıların ortaya çıkardığı bir sonuçtu. Zorunlu göçün, kişiye yüklediği psikolojik, toplumsal ve hatta ekonomik yük, diğer sorunları gölgede bırakacak ölçüde büyüktü. Göçün zorunlu oluşu, konuyu hem kuramda, hem de uygulamada ayrıntılardan ve değişik, çarpraşık sorunlardan arındırıp sade ve kesin bir niteliği soktu. Böylece, türlü zorluklar getirmiş olmasına karşın, bu nitelik göçü kolaylaştırdı ve uygulamayı hızlandırdı.
Böylece, Türk-Rum Mübadelesini gerekli kılan koşulların en önemlisi sayılacak hukuksal ve uluslararası ilişkiler boyutu, çözüme kavuşturulmuş oldu.
Artık, konunun başarı sürecini, uygulamada karşılaşılan güçlükler ve yeni durumlar belirleyecekti.
Bu göç hareketinin sonunda, yaklaşık 1.700.000 insan, zorunlu olarak, yaşadığı topraklardan koparılmış ve bir başka ortamda yerleşmeye zorlanmıştır. Bu sayının l.200.000’ini, Anadolu’dan Yunanistana göç etme durumunda kalan İstanbul dışındaki Türkiye uyruklu Ortadoks Rumlar; 500.000’ini de, Yunanistandan Türkiye ‘ye gelmek ve yerleşmek zorunda bırakılmış Batı Trakya dışındaki Yunanistan uyruklu Müslümanlar oluşturmaktadır. Ne var ki, 30 Ocak 1923 Tarihli Rum ve Türk Ahali’nin değişimini öngören protokol, 18 Ekim 1912 yılından sonra doğup büyüdüğü bağlı olduğu toprakları terkeden kişileri de kapsamına aldığından, gerek Türkiye’ye gelen ve gerekse Türkiye’den ayrılan göçmenlerin sayısını çok daha yukarılara çekmek olanaklıdır.
Sorun, yalnızca nedenleri ve sonuçları açısından değil, yöntemi açısından da önemli ve ilginçtir. Göçün, gerek göç veren ülkeler; ve gerekse doğup büyüdüğu, içinde yaşadığı, bedensel, duygusal ve zihinsel gelişimini ve beslenmesini sağladığı doğal ve toplumsal çevreden isteği dışında zorla göçe zorlanan kişiler ve gruplar üzerindeki etkileri başlı başına inceleme konusu yapmaya değecek ölçüde önemlidir.
Öyle ki, mübadele sürecinin iki tarafı olan Türkiye ve Yunanistan’da, zorunlu göç olgusunun etkileri kısa görülmüş, ülkelerin sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal yapılarında büyük bunalımlar, kırılmalar ve parçalanmalar yaşanmıştır. Yeni oluşan toplumsal yapıyıda, zorunlu göçün kapsamı içinde yer alan kitleler, önemli yapı taşları misyonu üstlenmişlerdir. Toplumbilim verileri açısından, toplumsal yapıyı oluşturan etkenlerin çok çeşitli, karmaşık ve çoğu zaman da birbirleriyle iç içe geçmiş ya da birbirlerine bağlı oldukları düşünüldüğünde, bu yeni etkenin, oldukça ağırlıklı bir yer tuttuğu görülebilir. Dolayısıyla, bu sorunlar yumağının süreç içinde çözümü yolundaki gelişmeler, çok çeşitli diğer etkenlerin etki alanı içinde biçimlenmiş; buna koşut olarak da, göç olgusunun kendisi de toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal yapının yeniden oluşumunda, olumlu ya da olumsuz yönleriyle belirleyici etkenlerin en başında yer almıştır.
Türkiye’de yeni yeni oluşmaya başlayan siyasal ve toplumsal sınıflar; bu dönemde pek çok etkenin belirlediği dönüşüm ve değişim süreçlerinden etkilenmiş ve bu etkilerin belirlediği çerçeveye göre, yeni konumlarını almışlardır. Bu aşamada kendini gösreten yeni kurumsal örgütlenmeler ve özellikle yeni bir ideolojik eğilime girmiş bürokrasi vb pek çok üst yapı kurumu
oplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde kendisini gösteren kurumsal örgütlenmeler, devlet yapısı içinde yeniden örgütlenmeye çalışan ve yeni bir ideolojik eğilim içine girmiş olan bürokrasi v.b pek çok üst yapı kurumu, pek çok kaynaktan olduğu gibi, yoğun göç dalgalarının ve bu dalgaların neden olduğu sorunların, ortadan kaldırdığı ya da doğası gereği yarattığı; ya da yeni bir biçim ve içerik verdiği sorunların ve olanakların içerisinde kendine bir yön belirleme, amaç ve işlev edinebilme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu etkiler, sözgelimi; yarı feodal nitelikli geri kalmış bir tarım ülkesinde, örneğin sanayileşme, yeni bir sermaye sınıfı ve güçlü bir özel sektör-devlet kapitalizmi yaratma süreçlerinde, eski dönemlerde devletin kaderini belirleyecek ölçüde güçlü bir sermaye oranını elinde bulunduran, göreceli de olsa, bilgi birikimleri, becerileri ve alışkanlıkları açısından, diğer kesimlere göre batı kapitalizmine uyum sağlayabilmiş on bir milyonluk Türkiye’den, 1.2 milyon kişilik yüzde sekseni kent kökenli bir kitlenin ayrılmasının ne türlü etkiler, etonomik ve toplumsal yapıda ne oranda kırılmalar ve çökmeler yaratabileceğini kestirebilmek hiç de zor olmasa gerekir. Aynı belirleme, üç aşağı beş yukarı Türkiye’ye getirilen yarım milyonluk Müslüman nüfus için de yapılabilir. Getirilen bu insanların yüzde otuzu kentlerden, yüzde yetmişi kırsal alanlardan gelmişlerdi. Türkiye’de nüfus boşalmalarıyla ortaya çıkan iş gücü, sermaye ve dolayısıyla üretim eksilmelerini önemli ölçüde sağlayacak nitelikte bulunuyorlardı; ticaret, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinde önemli bir ağırlığı omuzlayacaklardı. Ama bu kez de, göç olgusunun doğasından kaynaklanan zorluklar, içine katıldıkları toplumsal yapı içinde zaman zaman yaşanan oldukça yoğun dışlanmışlık duygusu ve eğimimi, yitirilen şeyleri yeniden elde etmeyi son derece zorlaştırıyor ve geciktiriyordu. .
Bir anlamda mübadele göçünü yaşamış olan kitleler, diğer etkenlerden kaynaklanan ama bütünüyle kendilerini de ilgilendiren sorunlar ortasında bir varoluş savaşımı vermek gibi bir yazgıyla karşı karşıya bulunuyorlardı.
Doğal olarak bu aratabilecek bu göç süreçlerinin öncesinde ve sonrasında ayrı göç dalgaları da ortaya çıkmıştır.
Türk Kurtuluş Savaşı’nın bitiminde, Türkiye’de yoğun bir hareketlilik gözlemlenmekteydi. Bu dönemde görülen göç hareketlerini, oluşum sırasına göre üç ana başlıkta toparlamak olanaklıdır: 1- Türkiye’den Türkiye dışına yönelik göçler; 2- Türkiye’de işgalden kurtarılmış yörelere yönelik içgöçler; 3- Türkiye dışından Türkiye’ye yönelik göçler...
Elbette bu göç süreçlerinin her birinin kendine özgü oluşum süreçleri, nedenleri ve sonuçları vardır.
İlk ana başlıkta belirtilen göçler, Türk Kurtuluş Savaşı’nın hemen bitiminde, Türkiye Rumlarının Türkiye’yi terk etmeleriyle ortaya çıkan göçlerdir. Aynı oranda olmamakla birlikte, Türkiye’den ayrılan Ermeni ve Musevilerin göçlerinin de bu kategoride ele alınması gereklidir. Bu süreçte, yaklaşık 1 milyon 300 bin insan, Türkiye’yi terk etmiştir. Bu sayının 1 milyon 200 binini Anadolu’yu terk eden Rumlar, 100 bin kadarını da Ermeniler ve Yahudiler oluşturmaktadır. Ikinci ana başlıkta belirtilen göçler, işgalden kurtulmuş yöre insanlarından büyük grupların, Rumlardan kalan malları yağmalamak amacıyla, Batı’ya doğru hareketleriyle oluşan göçlerdir. Bunların sayısının 200-250.000 arasında olduğu düşünülmektedir. Üçüncü başlık altında değinilen güçler ise, Yunanistan’dan mübadele yoluyla getirilen Müslüman Türk asıllı göçmenlerin neden olduğu göçlerdir. Bunların sayısı da 450.000’dir. Bu dönemde Türkiye’nin nüfusu yaklaşık olarak 11-11,5 milyon kadardı. 1 milyon 700 bin kişinin doğduğu topraklardan koparak, zorunlu olarak sınır ötesine göç edişinin, 250.000 kişinin de ülke içinde değişik nedenlerden dolayı yer değiştirmesinin, büyük bir tarihsel kargaşa ortamından sıyrılmış Türkiye’nin toplumsal, ekonomik, etnik ve kültürel yapısında ne denli derin etkileri olduğunu tahmin etmek zor değildir. Pek çok etkenle birlikte yaşanan bu göçler, değinilen boyutlarda yeniden oluşum, biçimlenme ve gelişme süreçlerinin nedeni olmuştur.
Toprak Dağılımından Kimler Yararlandı?
Türkiye’den ayrılan göçmenlerin bıraktığı tarla, bağ, bahçe, değirmen, fabrika ve taşınır türden tohumluk, tarım araç gereci, atölye tezgahları gibi malzemelerin göçmenlere dağıtılmasıyla, bu konuda önemli bir adım atılmış olacaktı. Böyle olmakla birlikte, yarım milyona yakın göçmenin yüzde yetmişinin tarım kökenli olması nedeniyle, toprak dağıtma ve paylaştırma işlerinin çok kapsamlı, güç ve sorunlarla dolu bir süreç olacağı açıktı.
Türkiye’den ayrılan Rumlar, Türkiye’ye gelen mübadele göçmenlerine göre iki kat daha fazlaydı. Oysa tarım toprakları, aynı oransal dağılıma uygun değildi. Bunun nedeni, Türkiye’den ayrılan göçmen Rumların ancak yüzde 30 kadarının tarımla uğraşmakta oluşuydu.. Bir anlamda, yeni göç dalgaları karşısında Türkiye, göçmenlerin üretici duruma getirilme sürecinde Yunanistan’a oranla, tarım konularına daha fazla ilgi göstermek zorunda kalmıştı. Çünkü Türkiye’yi terk eden nüfusla, Türkiye’ye gelen nüfusun ekonomik potansiyel ve sektörel dağılım yönünden özellikleri, bunu gerektirmişti. Böylece, Rumların Türkiye’de bıraktıkları tarla, bağ, bahçe, değirmen ve fabrika gibi taşınmaz üretim araçlarının devlet eliyle dağıtılması zorunluluğu doğdu.
Tekelı, savaş sırasında Anadolu’yu terk edenlerın toprak ve gayri menkullerının devlet elıyle dağıtılmasının -herhalde- yeni rejimin siyasal destek sağlamasında, kadrolarını oluşturmasında etkili araçlardan birisi olduğunu belirtir. Siyasal destekten kasıt, göçmen kitlelerin yeni rejime siyasal yönden destekleriyse, böyle bir beklenti, yeni rejimi kuran siyasal ve bürokrat kadrolarda pek görülmedi. Üstelik gelen göçmenlere Türkiyede toprak dağıtılması ile ilgili tasarruf, Türk hükümetlerinin kendi inisiyatiflerine bağlı bir yetki olmadı. Gerçek bunun tam tersiydi. Bu durum, Türkiye’yi olduğu kadar, Yunanistan’a giden Rum göçmenlerinin lehine kullanılmak üzere Yunanistan hükümetini de bağlayan uluslararası bir yükümlülüktü. Bu konuda ilginç bir yorum da Çağlar Keyderden gelmektedir. Key- der, Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında, Rum ve Ermenilerin geride bıraktıkları mülklere ve ekonomik olanaklara el konulmasının, 1920’lerde yeni bir kapitalist sınıfin palazlanmasın da en önemli etken olduğunu belirtmektedir. Bu el koyma, ticarileşmenin başlangıcından beri süregelen karmaşık bir yoğunlaşma-parçalanma dinamiğine katkıda bulunmuştur. Keyder, terk edilen toprakların çok düşük fiyatlarla ya hemen satın alındığını ya da topraklara hemen el konulduğunu tahmin ediyor. Ona göre, her iki durumda da sahnede olanlar, güçlü yerel toprak sahipleriydi. Türk hükümeti, nüfus mübadelesi sırasında Rumların bıraktıkları topraklara resmen el koymuş, üzerinde resmi bir yerleşim olmayan topraklar, hemen yerli halka satılmıştı. Keyder, bu düşüncelerinden sonra, genel kanısını şöyle ifade eder: “Bir kez daha bu satışlar, toprağın birkaç toprak sahibinin elinde yoğunlaşmasına katkıda bulunmuş olsa gerek.” Güçlü mahalli eşrafın topraklarını genişletip, bunu da sağlama bağlama amacıyla hareket ettiğini söyleyen Keyder, terk edilmiş toprakların daha sonra nasıl bölüşüldüğüne ilişkin verilere sahip olmadığımızı belirtmektedir. Keydere göre bu topraklar, Anadolu’nun en yüksek düzeyde ticarileşmiş, bu nedenle de en çok kazanç sağlaması beklenen bölgelerinde bulunduğundan, Rum köyleri ve emlakının tamamen tahrip edildiği söylentilerinin tersine, bu toprakların yeni sahiplerince ekilmeye baş landığını kabul etmek daha mantıklıdır. Savaş sonrası Anadolu’da, toprak-emek oranının yüksek olduğu koşullar altında, toprağın adil bölüşümü doğrultusunda fazla baskı gelmemiş olması ve terk edilmiş topraklara el konulmasının yanında, işletmenin yoğunlaşmasını hızlandıran başka faktörler de olsa gerektir.
Rumlardan geriye kalmış toprakların, şu ya da bu yolla, güçlü yerel toprak sahiplerinin eline geçtiği yolundaki düşünce, kimi örneklerle doğrulanabilir. Özellikle, kendi niteliklerine uymayan alanlara yerleştirilen göçmenlerin topraklarını ya iskan hakkından vazgeçip terk ederek ya da bir süre sonra çok küçük fiyatlara satarak başka yörelere göç etmesinden sonra, bu toprakların büyük ölçüde değinilen kesimlerin elinde yoğunlaştığı görülmüştür. Ama bunun, genel ve kesin bir sonuç olduğunu benimsemek pek mümkün değildir. Hele hele devletin, bu toprakları Rumların terk etmesinden sonra hemen yerel halka sattığı yolundaki düşüncenin, yukarıda da değinildiği gibi, tarihsel gerçeğin kendisi olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
30 Ocak 1923 tarihli mübadeleye ilişkin sözleşme ve ek protokol, uluslararası zeminde, Türkiye’yi ve Yunanistan’ı bağlayan ve bağımsız bir komisyonu denetçi olarak benimseyen ilkeler getirmişti. Yukarıda da belirtildiği gibi; bu sözleşme ve ek protokolde, Türkiye’de Ortodoks Rumların terk ettiği bütün malların, Türkiye’ye gelecek olan göçmenlerin yerleştirilmesinde kullanılacağına ilişkin açık bir hüküm hulunmaktaydı. Türkiye’nin bu hükümleri aşarak, terk edilmiş toprakları elden çıkarmaya hiçbir zaman yetkisi bulunmadı. Bunun dışında bir oldubitti ise, Türkiye’nin işine gelen bir sonuç yaratacak gelişmeler olarak görülemez. Çünkü Türkiye, Lozan Barış Antlaşması’nı imzaladıktan sonra, kendi iinsiyatifı ile mübadele konusu üzerinde samimi olarak durmuş ve terk edilmiş toprakları, büyük çoğunluğu tarımsal kökenli göçmenlerin yerleştirilmesi için hazır bir kaynak olarak düşünmüştü. Mübadele uygulamasından önce yaşanmış olan mal vurgunları ise, büyük ölçüde otorite boşluğundan kaynaklanmış, zaten bir süre sonra, hükümet otoritesi kurul dukça, bu vanlışlıkların önüne geçilmek için de çaba harcanmıştı.
Ama topraklara fiilen el koyanlardan ayrı olarak, bu toprakları hükümetten kiralayanların durumu çok farklıydı. Toprakları kiralayanların haklı nedenleri yok değildi: Bir kere bunların çoğu, savaş nedeniyle büyük zararlara uğramış, ama savaştan sonra kendi ekonomik durumunu düzeltmeye çalışan çalışkan insanlardı. Bunlar yasalara karşı gelerek, bir toprağa zorla el koymuş da değillerdi. Maliye Vekaleti bu malları kiraya vermiş, onlar da kimi zaman borçianarak, kimi zaman da ellerindeki son parasal birikimlerini vererek bu malları kiralamışlardı. Ama şimdi, henüz bir tarım dönemi bile geçmeden hükümet aniden politika değiştirmiş, kira kontratlarını iptal etmek istemişti. Böylece, Rum topraklarını kiralamış olanlar, hem büyük oranda para, hem de büyük bir zaman yitirmişlerdi. Hükümet ise yanlışlığının farkındaydı; çünkü bu kiraya verme işleri, henüz mübadele anlaşması gerçek leşmeden yapılmıştı. Ama bir yandan uluslararası sözleşmenin kuralları, bir yandan da gelen göçmenlerin gerçekten perişan durumları ve hükümetin bunları Rum topraklarına yerleştirme zorunluluğu, adeta iki elini bağlamıştı. Bu durum kamuoyunda kimi karşı seslerin çıkmasına da neden olmuşu. Kamuoyundaki genel kanı, bu malların gelen mübadele göçmenlerine ait olmakla birlikte, kiralayanların da yerden göğe kadar haklı olduğu biçimindeydi. Sorun hükümetten kaynaklanıyordu; hükümet konuyu başından bu yana net bir biçimde değerlendirip belli bir programa bağlayamamış, yanlış politikalar oluşturmuş, böylece bu malları kiralayan insanların zarar görmesine neden olmuştu. Bir İzmir gazete si yazarlarından Mehmet Şevki şunları söylüyordu: ‘Bir bağ, bir bahçe, bedel-i icar iade edilmek şartıyla, senenin herhangi bir mevsiminde müstecirlerden geri alınamaz. Mesela müstecir, bir sene mütemadiyen çalışır, çalıştırır. İsticar ettiği malı güzelce imar eder. Bağ yetişir, mahsul mevsimi gelir, üzüm toplanacağı anda, müstecirden bağ geriye istenir ve ‘bedel-i icar iade olunacak’ denir. İşte bizim hususiyetle demek istediğimiz bu noktadır ki, böyle şey olmaz.
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN İSLAM DÜNYASINI MÜBADELE GÖÇMENLERİ İÇİN YARDIMA ÇAĞIRAN BEYANNAMESİ
Türk Milleti Allah'ın inayetine güvenerek, hayatını kurtarmaya; yaşamak hakkına malik olduğunu dünyaya göstermeye azmettiği gün, biliyorsunuz ki, bütün vesaitten mahrum, yalnız iman ve aşk-ı istiklal kuvvetine malikti...
Türkler; bu sayede istihsal ettikleri zaferle mücadelelerini tenviç ederlerken, alem-i islamın pek ulvi bir alaka ile mütehassis olduklarını şükranla görmüş ve bunu daima minnetle yadetmekte bulunmuştur.
İşte bu alakaya istinaden şimdi de din kardeşlerimizden yine kendi kardeşleri için şefkat ve merhamet riva ve tevassutta bulunuyorum.
Türk Milleti zafere kavuştu; fakat elyevm muazzam bir iş karşısındadır.
Yunan idaresi altındaki dindaşlarımızın mübadelesi ve Türk toprağında iskanları. Bu kardeşlerimiz bugün Yunan zulmü altında inliyor. Bütün gün muhtelif mahallerden gelen feryadnameler, her Müslüman kalbini refte getirecek, her Müslüman'ı ağlatacak derecede acıklıdır. Bunların bir an evvel kurtarılmaları arktık her şeyden evvel bir vecibe-i diniye olmuştur.
Bizler gibi birer yuva sahibi olan ve yekunu altıyüzbini geçen kardeşleri Türk toprağına kavuşturmak, ızdıraplarına, sefaletlerine hitame vermek pek büyük bir iştir. Kardeşler, Türk Milleti ne kadar vesaite malik olursa olsun, bu vesait yine kafi değildir; harp esnasında Yunanlılar'ın ayak bastıkları Anadolu mamureleri bugan birer virane olmuştur; Yunan hırs-ı cinayetine kurban giden kardeşlerin toprakları da harabeye dönmüştür.
İşte dindaşlar; bu yerleri imar etmeye, duçar oldukları mahrumiyet ve sefaletten bir an evvel halas edilmeleri lazım gelen Yunan idaresindeki Müslümanlar'ı buralarda iskana, altıyüzbin kişiye ekmek vermeye, meva bulmaya çalışan Türkler, kardeşlerinin sefaletten telef olmalaları için alem-i islamın mürüvvetine müracat ediyor...
Dindaşlık rabıta-i kudsiyesinin feyyaz tecelliyatına ümidvar ve muntazır bu zavallı kardeşlerimiz için, müşterek bir hayır ve şefkat müessesi olan Hilal-i Ahmer'in vaki olacak teşebbüsatına bütün allem-i islamın seve seve ve kemal-i memnuniyetle zahir olacağından şüphem yoktur. Hilal-i Ahmer, bu dini vazifesinde de muvaffak olması için alem-i islamın lütuf ve muavenetine arz-ı ihtiyaç ediyor. Yapacağınız en ufak bir muavenetin bir kaç Müslüman ailesinin hayatını kurtaracağını düşününüz; doğrudan doğruya aynen ve nakden gönderilecek ianet de şükranla kabul edilecektir..
Bugün ezici bir harman içinde bulunan ve yarın iskan ve iaşe edilmek için bin müşkilatla pençeleşecek olan Rumeli Müslümanları'nın yegane istinadgahları imanları ve yegane ümidleri din kardeşlerinin ulviyet ve necabetidir.
Cenabı- kebira cümlemizin yardımcısı olsun.
Gazi Mustafa Kemal
Nüfus Mübadelesi
3 yıl önceNüfus mübadelesi genellikle iki ülke ve siyasi oluşum arasında kararlaştırılan ve kitlelerin zorunlu yer değiştirmesi olarak genellenebilecek göç hareketi...
Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, 1923, Anadolu, Batı Trakya, Bozcaada, Dido Sotiriyu, Girit, Gökçeada, Hristiyan, I. Dünya Savaşı, KaraferyeTürkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi
3 yıl önceTürkiye'den, geri kalanı ise diğer ülkelerden gelmiştir. Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi hakkındaki eleştiriler genel olarak iki husus üzerinde toplanmaktadır...
Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, Sedat Alp, Karaferye, Dido Sotiriyu, Urla, Necati Cumalı, Kaylar, 1923, Anadolu, Batı Trakya, BozcaadaGirit Türkleri
3 yıl önceBu toplumun 19. yüzyıl sonlarında başlayan ve Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ile tamamlanan Anadolu'ya (veya komşu coğrafyalara) göç hareketinin...
Girit Türkleri, 1645, 19. yüzyıl, 1908, 1923, 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi, Ahmed Resmİ® Efendi, Ali Fuat Cebesoy, Aliye Berger, Almanya Türkleri, AnadoluKaracaoğlu, Ondokuzmayıs
6 yıl önceMayıs ilçesine bağlı bir mahalledir. Karacaoğlu mahallesi, Rumeli'den, nüfus mübadelesi ile gelen halktan oluşmaktadır. Mahallenin halkı tamamen muhacirdir...
Karacaoğlu, Ondokuzmayıs, 1984, 1989, 1994, 1997, 1999, 2000, 2004, 2007, Alaçam, Samsun, Asarcık, SamsunArdıçlı, Niksar
6 yıl önceargustostan geldiği rivayet edilir.Köy aslında bir Rum köyüdür ancak 1923 nüfus mübadelesi ile SELANİK'in KAYALAR kazasından getirilen Trakya Türkleri yerleştirilmiştir...
Ardıçlı, Niksar, 1984, 1989, 1994, 1997, 1999, 2000, 2004, 2007, Akgüney, Niksar, Akıncı, NiksarKaradağ, Kavak
6 yıl önceKaradağ isim ve tarih olarak Rum kökene sahiptir.Yunanistan-Türkiye nüfus mübadelesi sonucu Selanik,Kavala,Drama,dan gelen müslümanlar mahallenin nüfusunu...
Karadağ, Kavak, 1984, 1989, 1994, 1997, 1999, 2000, 2004, 2007, Ahırlı, Kavak, Akbelen, KavakGüvercinlik, Havza
6 yıl öncebağlı bir mahalledir. 30 Ocak 1923'te imzalanan nüfus mübadelesi anlaşması ile mahallede yaşayan Rum nüfus mübadeleye tabi tutulmuştur.[kaynak belirtilmeli]...
Güvercinlik, Havza, 1984, 1989, 1994, 1997, 1999, 2000, 2004, 2007, Alaçam, Samsun, Armutlu, HavzaYalıntaş, Mustafakemalpaşa
6 yıl öncehaline geldi. Türkiye ve Yunanistan arasındaki Nüfus Mübadelesi anlaşmasından sonra (1923), yerleşim Türk nüfusa bırakıldı. 16 Aralık 1995 tarihinde belediye...
misafir - 9 yıl önce