Irk terimi, zooloji ve botanikte son derece açık ve anlaşılabilir olmasına rağmen, insan topluluklarının sınıflandırılmasında çok karmaşık bir durum kazanır. Bu sebeple de insan ırkları bazan boylarla, milletlerle, hatta dil gruplarıyla karıştırılır. İnsanoğlu yeryüzünün her tarafında yaşamıştır. Mevcut şartlar ve aradan geçen uzun yüzyıllar, topluluklar üzerinde çeşitli tesirlerde bulunmuş, bunların fiziki yapısında değişiklikler meydana getirmiştir.
İnsan türünün özelliği yani beyaz, sarı, siyah derili gibi çok çeşitli olması, insanların yeryüzünde yaygın bulunmasındandır. İnsanların karakterlerine göre insan grupları ve bu grupların vücuda getirdiği ırklar vardır.
Irk biyolojik bir terim olup, millet, kavim; dil ise tarih, kültür ve toplum ile ilgili terimlerdir. Kavim ve millet insanlardan meydana geldiğine göre, ırk esas temel olmaktadır. Bir milleti teşkil eden fertlerin bütünü ana bir ırka ve onun tali ırklarına mensub olabildikleri gibi, bu topluluğun içine başka bir ana ırkın mensupları da karışabilir.
İnsan ırkları organik ve biyolojik bir gerçektir. Bu realitenin varlığını ve devamını sağlayan başlıca amil bütün canlı varlıklara hükmeden verasettir. Veraset değişmedikçe ırk da değişmez. Beyaz, sarı ve siyah derili insanlar eski devirlerden beri olduğuna göre, ırki verasetin değişmediğine hükmetmek gerekir.
İnsan ırklarını ayırdetmek için birçok karakterler vardır. Bu ayrılıklar deri renginde, saçlarda ve gözlerdedir.
Bugün ırkların sınıflandırılmasında başvurulan bir usul de, kafatasının yapısını esas tutar. Bunda da kafanın tepeden bakılınca görünümü esas alınır. Kafa uzunluğunun genişliğe oranına göre ırklar ayrılır. Kafatasının uzunluğu 100 ise genişliğe oranı 75’ten aşağı olan tipteki kafalara “dolikosefal” (yani uzun kafa), oran 80’den yukarı ise “brakisefal” (yani kısa kafa), bunların ortalaması olan gruba da “mezosefal” (orta kafa) adı verilir.
Yeryüzünde bulunan insanlar, üç grup ırktan meydana gelirler.
1. Kara ırk (Mlenoderm): Bu ırka mensup insanların derileri ile gözündeki iriste ve kıllarda melanin denilen kara madde vardır. Alt çene kemiğinin ileri doğru uzun olması, yassı burun olması, kafanın ön-arka çapının nisbi uzunluğu, yani dolikosefal olması, bedeninde çok az kıl bulunması, kıvırcık saç, kalın dudaklar ve küçük kulakların olması gibi özellikler taşır. Afrika zencileri bu ırka mensupturlar.
2. Sarı ırk (Ksanthoderm): Bu ırktan olan insanların derileri sarımtrak veya bakır rengindedir. Bu ırkın başlıca karakterleri şunlardır: Yüzün kısalığı ve enliliği, elmacık kemiklerinin büyüklüğü, gözün ve kılların koyu rengi, beden kıllarının azlığı, saçların kabarık ve dik oluşu, boynun kısa oluşu, kafanın brakisefal oluşudur. Sibiryalılar, Moğollar, eskimo ve Amerika kızılderilileri bu ırka mensupturlar.
3. Beyaz ırk (Leukoderm): Bu ırktan insanlar Avrupanın tamamında, Afrika, Amerika ve Asyanın bir kısmında bulunurlar. Diğer ırklar gibi bazı kesin vasıfları yoktur. Saçlar düz, dalgalı veya buklelidir. Hiçbir zaman kıvırcık değildir. Beden, boy, kafa ve yüz ölçüleri, göz ve deri rengi, burun şekillerinde oldukça çok değişen vasıflara rastlanır. Irk farklarını küçümsemek yanlış olduğu gibi, bunları büyütmek de doğru değildir. Çünkü her ırk belirli bir ortama uymuş durumdadır. Fakat başka bir ortama da uyabilir.
Irkçılık: Bilim adamları ırk kavramının M.Ö. 14 ve 15. yüzyıllara kadar uzandığını ifade etmektedirler. Mısır’da Firavunlar devrine ait mezar duvarlarındaki resimlerde, o zamandaki ırk anlayışını görmek mümkündür. Bu resimlerde yerliler (Mısırlılar) başka renkte, yabancılar başka renkte tasvir edilmiştir. M.Ö. 200 yıllarında Çin’de Çi-in hanedanı devrinde de insanları deri rengine göre farklı gruplara ayırmışlardır. Eski Yunan tarihinde bunlara benzer kabileci anlayışlarla karşılaşılır. Yunanlıların ırk ve renk ayrımları, “eşitsizlik” anlayışına dayanır. Yunanlılar birlikte yaşadıkları kendi toplumlarını üstün görerek diğer toplumlara “Barbar” demişlerdir. Yunanlılardaki bu tabakalaşma ileride diktatoryaların ve köle sisteminin kurulmasına sebeb olmuştur.
İsveçli botanikçi Linneaus, insanları Afrikalı, Amerikalı, Asyalı, Avrupalı olarak sınıflandırırken, kendisinin “Avrupalıları Asyalılara, Amerikalıları Afrikalılara tercih ettiğini”belirtmiş ve böylece ileride doğabilecek bir ırkçı doktrine kapı açmıştır. Bir müddet sonra Freiderich Blumenbach (1776-1840) “İnsanlığın başlangıcında üstün ve ari olan tek bir toplumun bulunduğunu (Kafkasyalılar), daha sonra gelenlerin bu tek ırktan türemelerine rağmen tabii faktörler (iklim, hayat şartları vb.) yüzünden farklılaştıkları” tezini ileri sürerek, Linneaus’un açtığı yolda yürümüş ve onun tezini desteklemiştir.
On yedinci yüzyılda Fransız bilgin Bernier, ırk kavramına bazı açıklamalar getirmiş, bunu müteakiben natüralistler tarafından da antropolojik manada ırk kavramı kullanılmıştır.
Tarihte bir ırkı diğer ırklardan üstün görerek, bu üstün ırkın mensuplarının diğer ırktan olanlara göre fazla haklara sahip bulunması gerektiğini savunan kimseler ortaya çıkmıştır. Bu siyasi cereyana ırkçılık denir. İnsanları ırklara göre sınıflandırarak belirli bazı ırkları diğerlerine üstün tutan ırkçı görüşler, aşağı saydıkları diğer ırklara, kendilerine hizmetçi olmalarını teklif etmişlerdir. Bu ırkçılar, zaman zaman dünya politikasına hakim ve tesirli olmuşlardır. Hatta düşüncelerini, uygulama alanına bile dökmüşlerdir.
Genetiğe göre yeryüzünde yaşayan bütün insanların renkleri, ırki hususiyetleri ve kısmen psikolojik yapıları, üreme hücrelerinde bulunan kromozom iplikleri üzerindeki “genlere” bağlı olarak değişmekte, farklılık göstermektedir. Genler, her canlı varlığın ve insanın özelliklerine etki eden ve o canlının türüne tam benzemesini sağlayan baş faktördür. Mikroskopla görülemeyecek kadar küçük olan bu kimyevi maddelerin böylesine önemli bir işi nasıl başardıklarının izahı, bugünkü fen bilgilerimize göre özetle şöyledir:
“Genler, bütün canlılardaki cinsiyet hücrelerinde bulunan atomların, ultramikroskobik bir şekilde düzenlenmiş olmalarından ibarettir. Yapı projesini, geçmişlerin sicilini ve her canlının kendisine has özelliklerini genler muhafaza etmektedirler. Genler, insan da dahil olmak üzere bütün hayvanların şeklini, iskeletini, kıllarını, saçını... ve kanatlarını tesbit eder.”
Bütün genlerin görevleri aynıdır. Bu genler ırkları meydana getirmekte olup, bu olayın tayininde insanın elinde hiç bir kuvvet yoktur.
Genetik bilimi, insanın “çok kökenli” olduğunu ileri süren ırkçı teorilerin aksine, insanın “tek kökenli” olduğunu ortaya koymuştur. Irklar da bu tek türün bir alt türü, diğer bir tabirle tek türün farklı “variation”larıdır.
Değişik ırklara ve renklere ayrılmalarına rağmen, bütün insanlar, aynı genetik yapıya sahiptirler ve aynı “gelişim devreleri”nden geçerek olgunlaşırlar. Farklı ırklar, kendi aralarında evlenerek üreyebilmektedirler. Hiç şüphe yoktur ki, bütün insan ırkları, bir tek türü ifade ederler. Yani bütün insanlar, Âdemoğulları’dır.
Âdemoğullarının, böyle değişik renklere ve ırklara ayrılmasının sebep ve hikmeti elbette, henüz tam manası ile bilinememektedir. Ama, şüphesiz, değişik renkler, farklı iskelet yapıları ve kan grupları, bir tek türün “variation”larıdır. Yani, biyoloji dili ile ifade edilirse, insanlar “monojenik” tirler ve tek kaynaktan çıkıp dağılmışlardır.
Irkların nasıl teşekkül ettiği konusu, ayrı bir araştırma sahasıdır ve bu konuda önemli yayınlar da yapılmaktadır. Irkların teşekkülü, ister İbn-i Haldun ve Lamarck gibi düşünerek “coğrafi ve kozmik etkiler” ile, ister Darwin ve taraftarları gibi “tabii eleme” (séléction natural) ile yahut “mutation”lar ile açıklansın, ırklar, daima bir türü ifade ederler.
Bu hususu, bütün canlı tabiatta müşahade etmek mümkündür. Aynı tür bitki ve hayvanlar arasında da değişik renk ve biçimlere, yani ırklara rastlamak, her zaman mümkündür.
En son araştırmalar ve incelemeler göstermiştir ki, bir tür, şu veya bu sebeplerle, farklı ırklara bölünebilmekte ve fakat başka bir türe dönüşememektedir. Çünkü, buna, “veraset kanunları”engeldir. “Bir türe mensup fertler, öteki türden fertlerle kendiliklerinden çiftleşemezler, çiftleşseler bile döl meydana getiremezler; döl meydana getirseler bile, bu döl yaşama gücünden mahrumdur; döller yaşasalar bile kendi aralarında üreyemezler, kısırdırlar. Türlerin vasıflarının sabitliğini sağlayan bu mekanizmadır”.
Şu halde “ırk”, ırkçıların düşündüğü gibi kültürel, etnik, dile bağlı, psikolojik nitelikler taşıyan bir kavram değildir. Tam manası ile biyolojik bir kavramdır.
Irkçılığın tarihi seyri: Irkçılık anlayışları, milattan önceki çağlara kadar uzanmaktadır. Eski çağlardaki ırkçılık, genel olarak eşitlik veya eşitsizlik olarak değil, içtimai yaşayışı düzenleyen tipik kabileci anlayışlar şeklindeydi. Ancak Yunanlılarda durum farklıdır. Mesela meşhur Yunan filozofu Eflatun (Platon)un aşağıdaki ifadeleri dikkat çekicidir:
“Yunanlı olmayanlar, aşağı adamlardır. Bunlar için en büyük şeref Yunanlılar tarafından idare edilmektir. Çirkin, hasta ve cılız olanlara da yaşama hakkı tanınmamalıdır”. Eski Yunanlılar, kendilerinden olmayan kavimlere “Barbar” diyorlardı. Avrupa’da ortaçağa kadar ırkçı doktrinlerde fazla değişiklik olmamıştır.
Rönesans ve reform hareketleriyle birlikte başlayan ilimde, fende inkişaf ve coğrafi keşifler sonucunda, Avrupalılar o zamana kadar bilinmeyen yerlere gittiler. Bu hal, aynı zamanda farklı ırkların birbirleriyle tanışması demekti. Ancak bu tanışma Müslüman milletlerdeki gibi müsbet yönde olmadı. Zira Avrupalılar asırlarca kısır düşünce çerçevesinden dışarı çıkamadığı için, yeryüzünde kendilerinden başka insanların olabileceğini hiç düşünmemişlerdi. Nihayet Amerika ve Afrika’da fizyolojik yapıları ve içtimai yaşayışları kendilerininkinden farklı olan insanlarla karşılaştıklarında şaşkına döndüler. Bu insanlar da iki ayağı üzerinde yürüyebiliyor ve konuşabiliyordu. Ne var ki, Avrupalı zihniyete göre bunlar insan değil, olsa olsa köle olabilirdi. Değer yargıları, renkleri, siyah ve sarı olan bu insanları, insan olarak kabul edemiyordu. Bir İspanyol bilgininin Güney Amerika yerlilerini gördüğünde söylediği şu sözler enteresandır: “Köle seviyesinde, mantıksız kimseler, insanlar, maymunlardan ne kadar farklı ise, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar.”
Gene batı dünyasının ünlü politikacılarından Thomas Moore’nin şu ifadesi de onun insan haysiyetine olan saygısının derecesini göstermesi bakımından gayet açıktır:
“Bütün zahmetli ve iğrenç işler kölelere verilsin!”
Irkçı düşünce sahipleri Allah’ın beyazlara dünyayı yönetme ve uygarlık yayma gücünü verdiğini, diğerlerini de aşağılığa ve sefalete mahkum ettiğini iddia eder. Bu iddia, dini kılıf yapmaktan başka bir şey değildir.
Gene batılı ırkçı düşünce sahiplerine göre; tarih daima üstünlerle, aşağıların savaşlarına şahit olmuştur. Halbuki dünya tarihinde vuku bulan savaşların çoğunun dini sebeplere bağlı olduğunu bizzat tarih söylemektedir.
Batılının bu anlayışı, koloniciliğin tipik bir sembolü olmakla beraber; on sekizinci yüzyılda, kapitalizm ve emperyalizmin meydana çıkışı ile ırk kavramı bugünkü manada eşitlik-eşitsizlik doktrinine dönmüştür. Irkçılık, kapitalist sistemin yardımları ile renk farklılığı veya üstün soy gibi düşünce satıhlarını aşarak, mali yönden de insanları sınıflaştırma yoluna girmiştir.
Yirminci yüzyılda Amerika’da vuku bulan zenci aleyhtarı faaliyetler, kendi tarihi içinde ırkçılığın ulaştığı en yüksek noktalardan biridir. Bunun yanısıra Almanya’da Nasyonel Sosyalistler (Hitler), İtalya’da Mussolini, Doğuda İslavlar, asrımız ırkçılık faaliyetlerinin başını çekmişlerdir. Hatta G. Afrika Cumhuriyeti bunu resmileştirerek, ırk ayrımını içtimai ve siyasi kurumların temel ilkesi olarak kabul etmiştir.
Birleşmiş Milletlerin 1948’de yayınladıkları İnsan Hakları Beyannamesi’nde, bütün insanların ırk ayrımı gözetmeksizin eşit haklara sahib olduğu kabul edilmesine rağmen, ırkçılık faaliyetleri devam etmektedir.
Irkçılığın tenkidi: Tarifinden de anlaşılacağı üzere, ırkçılık bir aldatmacadan ibarettir; biyolojik, genetik ve antropolojik açıdan kendine bir temel ararken; “ari ırk”, “genetik kalite”, “saf kan” gibi teorilerle biyoloji, genetik ve antropoloji ile tenakuza düşmüştür.
Üstün ırk olduğunu savunanlar, bu üstünlük ve özel haklarını ırklarının saflığına borçlu olduklarını zannetmektedirler. Halbuki saf ırklar yeryüzünden silineli çok zaman olmuştur. Biyoloji, insanların çağlar boyunca birbirleriyle münasebet halinde olduğunu ve birbirleriyle kaynaştığını, bunun sonucunda ari bir ırkın varlığının söz konusu olmayacağını kabul eder. Buna mukabil ırkçı düşünce ise, saf ırk, insanlık farkı arayışları içinde dönüp dolaşmaktadır.
Irkçı ideolojiye göre; insanları birbirine bağlayan duygular millet olmak, aynı kültürü paylaşmak, aynı dili konuşmak, aynı dine sahip olmak... vb. değil, ırk ve kan birliğine sahip olmaktır. İnsanları birbirinden ayıran yegane fark da ırktır. Ahlak ve fazilet değerleri ise ırka tabi olup, eğer kişinin ait olduğu ırk, ari bir ırksa o kişi, yüksek ahlaklı ve seciyeli, eğer değilse, ahlaksız ve adi demektedir.
Irkçı düşünce ilimden uzak olmasına rağmen, ilmi ve ilim adamlarını sömürerek kendine alet etmiştir. Irkçılığa alet olan bilimler (veya teoriler) arasında en başta geleni Darwinizm’dir. Yanısıra antropoloji, fizyoloji, psikoloji, sosyoloji, filoloji gibi ilim dalları da çeşitli şekillerde ırkçılığa alet edilmiştir. Irkçılık sadece kafalarda ve kitaplarda kalmamış; dünyanın çeşitli yerlerinde örnekleri görüldüğü gibi pratikleşip, resmileşerek devlet sistemi olarak kabul edilmiştir. Yakın tarihte ırkçı devletlerin misalleri mevcuttur. Irkçılığı temel alan devletler; tarih, millet, kültür gibi kavramları yozlaştırdığı gibi demokrasiye ve insan haklarına da karşı olmuşlardır.
Irkçı devlet; milli kültürü sadece kan bağının bir realitesi; ırki saflığı medeni terakkinin temeli; ilmi, gayr-i ilmi teorilerin aleti; milleti devletin kölesi kabul ettiği için, o bu haliyle devlet sistemi olmaktan da esasen çok uzaktır. Çünkü devlet, millet için vardır. Devlet, milli menfaatleri koruduğu gibi, hangi ırktan, milletten olursa olsun, insan haklarını ve hukukunu çiğnemez.
Ayrıca ırkçı devlet, fertleri haiz oldukları öz değerleri ile değil de, daha önce belirlenmiş bazı kategoriler içinde yer almış olmaları bakımından ele aldığı ölçüde “totaliteryalizm”e de yaklaşmaktadır.
Kısaca ırkçılık, hiç bir yönden savunulamayacak durumda, insan şeref ve haysiyetine kasteden, parçalayıcı, bölücü; medeni milletlerin kabul edemeyeceği çağdışı bozuk bir felsefeden ibarettir. İnsanı, insan olarak kabul etmek, insanlığın bir gereğidir.
Fen bilgilerinin bu sınıflamalarından başka, İslam dininde de ırklar hakkında bilgi verilmektedir.
İslamiyette ırk ve ırkçılık: Kur’an-ı kerimde, bütün insanlar ve bunların mensup olduğu ırkların bir tek anne ve babadan (hazret-i Âdem ile Havva’dan) meydana geldiği bildirilmektedir. Bunların çocukları, torunları, torunlarının çocukları ve torunları şeklinde çoğalarak, zamanla ırkların teşekkül ettiği, tefsir kitaplarında yazılıdır. Daha sonradan kendilerine gönderilen peygamberlere ve dinlere inanmayan, azgınlaşan insanlara Allahü tealanın azap olarak gönderdiği Nuh tufanından sonra insanlar, Nuh aleyhisselamın oğullarından ve gemiye binerek kurtulan çok az sayıdaki inananlardan çoğalarak yeryüzüne yayıldı. Nuh aleyhisselam insanlığın ikinci babası sayılmaktadır. Hazret-i Nuh’un kendisine iman etmiş olan üç oğlundan Sam’dan Arap, Fars ve Rum; Ham’dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı; Yafes’ten de Asyalılar ve Türkler (Bkz. Türkler) meydana geldi. Bunlardan bazıları Bering Boğazından geçerek Amerika’ya yerleştiler. Biyolojik yapıları birbirlerine benzeyen insanlarda ırk sınıflaması, sonradan ortaya çıkmıştır. İslamiyette insanların ırklar ve bunlar içinde kavimler (milletler) halinde bulunduğu red edilmemektedir. Kur’an-ı kerimde; bunun böyle olmasının insanların nizam ve intizam içinde rahat yaşamaları için faydalı olduğu bildirilmiştir. Allahü teala Kur’an-ı kerimde mealen; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık (Yani hazret-i Âdem ile Havva’nın çocukları ve torunları olmak üzere vücuda getirdik). Ve sizleri milletlere ve kabilelere ayırdık (yani, bir ana ve babaya mensup olan büyük tabakalara ve onun içinde çeşitli taifelere ayrılmış bir halde teşkilata kavuşturduk) ki, birbirinizi tanıyasınız, aranızdaki yakınlığı anlamış olasınız! (Birbirinize düşmanlık yapmak ve kendi topluluğunuz ile öğünmek için yaratmadık.) Şüphe yok ki, sizin Allah katında en kıymetli, en üstün olanınız, takvası en çok olanınızdır.” (Hucurat suresi: 13) buyurmaktadır.
Dikkat edilirse, bu ayet-i kerimede belli bir millete veya belli bir dinin inananlarına hitap edilmeyip, genelde bütün insanlar muhatap alınmakta; insanların birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamaları ve böylece tanışmaları için milletlere, kabilelere taksim olunduğu açıklanmaktadır. Yoksa bu tanışma; üstünlük ve bir diğerini tahkir ve zulüm için değildir. Çünkü insanlar; aynı kökten, hazret-i Âdem ve Havva’dan oldukları cihetle yaradılışta eşittir, yani birdirler. Yine Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanlar bir tek ümmetti. (Kimi iman etmek, kimi küfre sapmak suretiyle ihtilafa düşünce) Allahü teala, müjde verici ve azab ile korkutucu peygamberleri gönderdi...” (Bakara suresi: 213). İslamiyet eşitlikten bahsederken yaradılıştaki eşitliği kasdeder. Yani insanlar, insan olmak bakımından, siyah veya beyaz, zengin veya fakir, efendi veya köle hep eşittir. Lakin ahlak açısından, cömertlik, cimrilik, namuskarlık, dürüstlük, hilebazlık gibi kavramlar açısından insanları eşit tutmak, hepsini aynı kefeye koymak mümkün değildir. Eğer bu yapılırsa iyilere zulüm olur. Diğer dinlerde içtimai sınıflaşmanın derecelerine göre peşin hükümler de farklılıklar gösterir. Hindu kast sistemindeki alt kast ve üst kast arası münasebetler veya ABD ve bazı ülkelerde beyazların içtimai ilişkilerde zencileri fert olarak kabul etmemeleri; siyahların beyazların bindiği otobüse binip binemeyeceği, aynı hastahanede kalıp kalamayacağı, beyazların gittiği lokantalara, kiliselere, berberlere gidip gidemeyeceği şeklinde yapılan tartışmaların hepsi, ırkçı peşin hükmün farklı tezahürleridir. İslamiyette ise peşin hüküm kesinlikle yoktur. İslamiyette insanlar belli bir sınıf veya gruba mensup olmaları bakımından ele alınmayıp, tek tek değerlendirilir. Yani İslam, kişinin hürriyetini tanır. Bu, İslamiyetin içtimai sınıflaşmayı reddettiği manasına gelmez. Zira bu çeşit sınıflaşma zaruri ve faydalıdır. İnsanların ahlak, bilgi ve kabiliyetleri farklı olduğu müddetçe sınıfsız bir cemiyet düşünmek mümkün değildir.
İslamiyette mühim olan, insanların böyle sınıflaşmalarda haiz oldukları kudret ve imtiyazı diğerlerinin üzerinde nasıl kullanacağıdır. Nitekim İslamiyetin reddettiği sınıflaşma da, insan akıl ve mantığına sığmayan ırkçı, marksçı, aristokratik vs... sistemlerin sınıf anlayışlarıdır. İslamiyet herşeye layık olduğu değeri verir. Bu hususta Kur’an-ı kerimden iki ayet meali şöyledir:
Biz ateşe atılmaya, ateşte yakılmaya en fazla layık olanı en iyi biliriz. (Meryem suresi: 70)
Bu dünya hayatında maişetleri dağıtan, birini diğerine iş gördürmek için, birinin derecesini ötekinden üstün kılan biziz. (Zuhruf suresi: 32)
Âlemlerin efendisi Peygamber efendimiz, hayatları boyunca insanlara, rengine veya mevkisine göre farklı muamele yapmamıştır. O, insanları haiz oldukları ahlak nisbetince değerlendirmiştir. Kendisine bir Sahabe-i kiram; “İnsanların en hayırlısı kimdir?” diye sorunca; “Ahlakı en güzel olan.” buyurmuşlardır.
Peygamber efendimiz, bütün Müslümanları kardeş ilan etmiş ve bu kardeşliği kan (soy) kardeşliğinden üstün tutmuştur.
Bu anlayışı, İslamın beş şartından biri olan Hac farizasında cemaatle kılınan namazlarda müşahhas olarak görmek mümkündür (Bkz. Hac). Her yıl muayyen bir vakitte yüzbinlerce müslüman Mekke-i mükerremeye akmakta, hac vazifelerini ifa etmektedirler.
Dünyanın dört bir ucundan gelen Çinli, Afrikalı, Amerikalı, Asyalı, Avrupalı, Arap, Acem; siyah, beyaz, sarı; yüzbinlerce Müslüman orada huşu içinde yanyana, omuz omuza ibadet etmektedir. Orada gözün gördüğü her insan, hep tek tip elbise, yani ihram giyinmiştir. (Bkz. İhram)
Dünyada bir başka örneği görülmeyen ve büyük ibretlerle dolu bu manzara, kardeşliğin en güzel ifadesi, insan birliğinin belki de en yüksek sembolüdür.
Ayrı ırkta, ayrı renkte, ayrı dilleri konuşan, fakat aynı imanı paylaşan bu insanları biraraya getiren ve kardeşliği hiçbir fark gözetmeksizin ümmet anlayışı içinde kalblere nakşeden din, İslamiyet olmuştur.
İsevilik, Musevilik, diğer inanç ve ideolojilerin hepsi ırkçılığa ve benzeri marazi cereyanlara alet edildiği halde, 1400 yıl önce gelen İslamiyet, ırkçılığa alet olmadığı gibi, böyle bozuk ve sapık ideolojilere de en büyük savaşı açmıştır.
Bugün insanlar arasındaki dil, fiziki yapı ve renk farklarında, henüz fen bilginlerinin bulamadığı, tesbit edemediği bazı incelikler vardır. Zamanla meydana çıkacak olan bu bilgiler hakkında, Allahü teala Kur’an-ı kerimde mealen; “Gökleri ve yerleri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin ayrı olması, onun varlığının delillerinden, belgelerindendir. Doğrusu, burada bilenler (yani ilim adamları) için dersler vardır.” (Rum suresi: 22) buyurmaktadır. Bu sözler, bugün genetik ile uğraşan ilim adamlarına İslamiyetin yol gösterici bir işaretidir.
Netice olarak, İslamiyette insanların ve milletlerin birbirlerine üstünlüğü, biyolojik yapılarına göre değil; İslamiyete inanmaları ve dinin emirlerine daha çok sarılmalarına göredir (Bkz. Takva). Irkçılığa dayanan üstünlük iddiası yasaklanmıştır. Bununla beraber milletlerin, tarih boyunca uğrunda fedakarlık yaptığı ve insanlığa öğretmeğe çalıştığı faydalı şeylerle iftihar etmesinin, öğünmesinin bir zararı yoktur.