İran ve Irak

Kısaca: Tarih boyunca pek çok imparatorluklar ve medeniyetler gelip geçti. ABD geçen yüzyılın ilk yarısı boyunca önce Kuzey ve Orta Amerika’da, ardından Güney Amerika’da kendi imparatorluğunu inşa etti. ...devamı ☟

Irak’ı İran’a Bağlayan Nedir?

Tarih boyunca pek çok imparatorluklar ve medeniyetler gelip geçti. ABD geçen yüzyılın ilk yarısı boyunca önce Kuzey ve Orta Amerika’da, ardından Güney Amerika’da kendi imparatorluğunu inşa etti.

İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra ABD, 1943–1945 yıllarında Almanya ve Japonya’ya karşı kazandığı zafer, Sovyetler Birliği’nin büyük bir yıkıma uğraması ve savaş nedeniyle İngiltere’nin büyük bir borç ve mali sıkıntı altına girmesi karşısında elde ettiği avantajı ve gücü maksimize etmeye çalıştı. ABD bir yandan Sovyetler Birliği’ni çevreleyerek ve Komünist devrimin Sovyet Blok’unun sınırlarını aşmasını engelleyerek Batı dünyası içinde liderlik rolünü üstlendi, bir yandan da Batı dünyasındaki tartışılmaz üstünlüğünü garanti altına aldı.

Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin Batı dünyasındaki egemenliğine karşı herhangi bir ciddi meydan okuma gelmedi. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte ABD’nin küresel stratejisinin temel hedefleri açığa çıktı. Komünist tehdit ortadan kalkınca Amerikan egemenliği Batı sistemi için bir ihtiyaç olmaktan çıktı.

Amerikan hükümeti 20 Eylül 2002 tarihinden itibaren daha önceleri uyguladığı küresel sorunlara çok yönlü yaklaşımı terk etti ve Bush doktrini olarak bilinen bir emperyal yaklaşımı uygulamaya soktu.

Bu yeni yaklaşım bazı teokratik özellikler içeren militarist ve emperyal değerlere dayandırıldı. Bugünkü yöntem, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında Karaipler Havzası, Orta Amerika ve Batı Pasifik’te egemenlik kurmaya çalışan Amerikan dış politikasına benziyor.

Yeni Amerikan doktrini, Bush doktrininin ilanından altı ay sonra yeni muhafazakar Amerikan hükümeti tarafından Irak’a karşı başlatılan savaşın bir meşrulaştırma aracı olarak uygulamaya sokuldu. Amerika’nın geleneksel müttefiklerinden gelen sert muhalefetin gözleri önünde BM’nin herhangi bir desteği olmadan Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi, tek taraflı yeni Amerikan dış politikasının açık bir göstergesi oldu. Bağdat’ta yapılan rejim değişikliği başlı başına bir olay değildi, daha kapsamlı bir yeni muhafazakar projenin ilk kıvılcımı idi.

Yeni muhafazakarlar, Amerikan değerlerinin ve çıkarlarının gerekirse zor kullanılarak savunulacağı bir paradigma değişimini savunuyorlar. Bu yeni paradigma, Amerikan hegemonya pratiğini, yeni post-kolonial (sömürgecilik sonrası) siyasi ve askeri araçlar kullanaraktan eski emperyal doktrinlere göre yeniden şekillendirmeye çalışıyor.

2005’ten itibaren İran üzerine üretilmiş bir kriz durumu mevcuttur. “İran tehlikesi hayaleti” medya aracılıyla dünya çapına yayıldı. İran’a karşı bir askeri operasyonu meşrulaştırmak amacıyla, ABD’nin yeni muhafazakar yöneticileri - Irak işgali öncesinde Saddam Hüseyin’e karşı uygulanmış olan yöntemdeki gibi - bu ülkeye karşı bir şeytanlaştırma kampanyası başlattılar. Bu kişiler, İran’ın, nükleer bomba yapmaya çalışan ve bir veya birkaç Amerikan kentini bombalama konusunda tereddüt etmeyecek olan tehlikeli çılgınlar tarafından yönetildiğine, insanları inandırmak için büyük gayret sarf ettiler. Bu tehlikeye karşı verilecek tek cevap ise önleyici savaştır. İran’a karşı muhtemel bir ABD-İsrail saldırısı hakkında üretilen spekülasyonlar Batı medyası tarafından yapılan bir savaş propagandasına dönüştü. Oxford Araştırma Grubu’nun yayınladığı son rapor, herhangi bir Amerikan veya İsrail bombardımanının çok sayıda masum insanın öleceğini göstermiştir.

Çok sayıda gözlemci Amerikan yeni muhafazakar kimliğini ve yeni doktrini bir komplo olarak görüyor. Fakat bu makale, yeni muhafazakar yönetimin ve yeni doktrinin, küresel ekonomik ve politik koşulların oluşturduğu büyük denklemin bir parçası olduğu tezine dayanıyor. Bu durum, yönetim ile iç içe girmiş olan enerji, elektronik, silah, medya ve komünikasyon endüstrilerinin çıkarları ile ilgilidir. Bu çıkarlar, sahip oldukları üstün ve ayrıcalıklı konumlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Amerikan iktisadi ve siyasi elitleri, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle değişen küresel koşullara doğrudan karşılık veriyor.

Bu bir komplo değildir. Bu, olağan bir iştir.

ABD Soğuk Savaş sonrasında dört – Irak’ta iki, Yugoslavya’da bir ve Afganistan’da bir –savaş yapmıştır ve daha yenilerine hazırlanmaktadır. Tüm bu saldırılar paranoyak bir teorinin ürünü değildir; siyasi ve iktisadi çıkarların “teröre karşı savaş” başlığı altında birleşmesidir. Bu durum, birkaç kötü insanın kendi kötü niyetlerini gerçekleştirmek amacıyla insanlığa karşı gerçekleştirdikleri bir komplo değildir. Komplo teorilerinden ayrılan bu makale, gerçekte var olan komploları, suçları ve diğer bir takım yasadışı faaliyetleri görmezden gelmiyor. Özellikle Amerikan siyaset sahnesi, Watergate ve Iran-Contra skandalları gibi yasadışı siyasi ve hükümetsel faaliyetlerle doludur.

Komplo teorilerine inanmayı, konunun odak noktasından uzaklaşma ve enerjinin boşa harcanması olarak değerlendiriyorum. Her ne kadar tarih boyunca komplolar var olmuşsa da, tarih kendi başına bir komplo değildir.

Soğuk Savaş’ın bitişinden itibaren Amerika’nın gücü azalmaktadır. Özellikle Amerika’nın dünya ticareti ve üretimindeki payı, Soğuk Savaş dönemindeki payından daha azdır ve ABD’nin, AB, Japonya, Çin ve Güneydoğu Asya’ya karşı sahip olduğu görece iktisadi güç Soğuk Savaş sonrası dönemde gerileme içindedir. ABD’nin sürekli silah gücüne başvurması, sadece Soğuk Savaş sonrası jeopolitik duruma bir tepki olarak değil, bu iktisadi gerilemeye karşı bir reaksiyon olarak görülebilir. Amerikalı yeni muhafazakar liderler, ABD’nin askeri gücünü ‘rakiplere karşı kullanılabilecek bir koz’ ve iktisadi gerilemeyi durdurabilecek bir araç olarak görüyorlar. Bu bağlamda Bush yönetimi, kuralları Amerikan askeri gücü tarafından belirlenen militarize edilmiş bir dünya kurmayı amaçlıyor. Bu durum, bir komplo değildir; açık bir hedef ve spesifik bir yöntemdir. Bu, içinde sistemin sürekli işlediği bir yöntemdir ve ABD mevcut yapısal olanaklardan/imkanlardan faydalanmaktadır. Bu makale, yeni muhafazakar Bush yönetiminin şekillendirdiği bugünkü Amerikan politikalarının kökenine ilişkin bir makroekonomik açıklama sunmaya yöneliktir.

AMERİKA’NIN “DOLAR” EMPERYALİZMİ

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Amerika üstünlüğünün üç temel ayağı vardı: (1) rakipler karşısındaki askeri üstünlük; (2) Amerikan tarzı üretim yöntemlerinin üstünlüğü ve Amerikan ekonomisinin göreli gücü; (3) küresel rezerv para olarak işlem gören Amerikan doları vasıtasıyla küresel iktisadi pazarlar üzerinde kontrol.

Bu üç unsur arasından en büyük rolü oynayan dolar olmuştur. Günümüzde Amerika elinde herhangi bir yabancı rezerv tutmadan tüm dünyadan borç para almaktadır. Dolar de facto küresel rezerv parası olduğu için, ABD’nin resmi değişim rezervinin yaklaşık üçte ikisini Amerikan parası oluşturuyor. Amerika faiz oranları alanlarında diğer paralarla rekabet etmek zorunda kalmıyor ve düşük faiz oranlarında bile sermaye dolara yöneliyor. Daha fazla miktarda dolar ABD dışında dolaşıyor ve dünyanın geri kalan kısmı daha fazla miktarda bu dolarlar karşılığında Amerika’ya mal ve hizmet sunmak zorunda kalıyor. Ayrıca ABD, kendi para birimi üzerinden borç alma lüksüne sahip oluyor.

Bu durum nasıl işliyor?

• ABD ödemeler dengesi açığını, kendi ülkesinde harcadığından daha fazla parayı diğer ülkelerde harcayarak (diğer ülkelerin ürünlerini satın alarak, diğer ülkelere yatırım yaparak, diğer ülkelere dolar vererek) kapatıyor.

• Diğer ülkelerin merkez bankaları ellerinde ekstra dolarlar tutuyor. ABD, bu dolarları geri almak için başka bir para birimi veya altın vermek zorunda kalmıyor. Yabancı merkez bankaları doları kabul edip elde tuttukları sürece dolar, rezerv para olarak işlem görmeye devam ediyor.

Amerikan ekonomisi 20. yüzyılın başlarında dünya ekonomisini kontrol etmeye başladı. Amerikan doları altına bağlanınca, doların değeri altının değeriyle aynı kaldı. Böylece doların değeri ne yükseldi ne de düştü. Paranın büyük kısmı, altın karşılığı olan kağıt paralar olarak basıldı. Kağıt paranın sahip olduğu bu konvertibilite, enflasyonu önlemek amacıyla hükümetin basabileceği para miktarının üst limitini belirledi. Kağıt para ile altın arasındaki bu bağ, geleneğin olduğu kadar yasanın da bir ürünü idi. Federal Rezerv, her bir dolar kağıt paranın en az kırk altın sent ile desteklendiği konusunda garanti vermek zorunda idi. Günümüzde olduğu gibi sürekli enflasyon geleneği yoktu. Büyük Buhran (1929–1931) yıllarında oluşan büyük enflasyon oranları ve astronomik düzeylere çıkan kamu açıkları, Amerikan dolarını altın ile destekleme politikasını imkansız kıldı. Bu durum, Amerikan Başkanı Roosevelt’i 1932’de dolar ile altını birbirinden ayırmaya yöneltti. Bu zamana kadar ABD, dünya ekonomisinin hakim gücü idi, fakat iktisat bilimi bakış açısına göre, bir imparatorluk değildi. Dolar değerinin altına sabitlenmiş olması, Amerikan yönetiminin, dolar arz etme yoluyla diğer ülkelerden karlar elde etmesine izin vermiyordu.

İktisat biliminin tanımladığı anlamında bir Amerikan İmparatorluğu, 1945 yılında Bretton Woods sistemi ile birlikte doğdu. 1945 sonrasında Amerikan doları bir bütün olarak değil, sadece yabancı devletler için altına konvertibilite haline getirildi. Bunun sonucunda dolar, kendisini küresel rezerv para olarak inşa etti. Hiç kimse bu gelişmeyi planlamamıştı. Bu gelişme, Amerika’nın hakim dünya gücü olması gerçeğinden kaynaklandı: uluslararası parasal işlemlerin yarısından fazlası dolar ile finanse edildi; dünya üretiminin yarısından fazlasını ABD üretti; ABD ayrıca dünyadaki altın rezervinin büyük bir kısmına sahip oldu. ABD’nin elinde büyük bir altın rezervinin oluşması II. Dünya Savaşı’nın sonucudur. Savaş yıllarında ABD, müttefiklerine altın karşılığında ihtiyaçları olan ürünleri ve teçhizatı veriyordu. Böylece dünya altın rezervinin önemli bir bölümü ABD’nin elinde birikti. 1945’e gelindiğinde, ABD dünya altın rezervinin yüzde 80’ine, dünya üretiminin yüzde 40’ına sahipti.

1960’ların saldırgan politikaları dolar üzerinde artan bir baskı oluşturdu. Amerikan ekonomisi gittikçe artan bir rezerv açığı ile karşılaştı. Özellikle dolar arzı Vietnam Savaşını finans etmek için sürekli arttırıldı. ABD, sahip olduğu altın rezervinden çok daha fazla para basmaya ve harcamaya başladı. 1963’e gelindiğinde, Manhattan’daki Amerikan altın rezervi, yabancı ülkelerin merkez bankalarına karşı olan sorumluluğunu ancak karşılayabiliyordu. 1970’e gelindiğinde mevcut dolarların altın karşılığı %55’e ve 1971’de %22’ye düştü. Vietnam Savaşı’ndan önce ABD, altın rezervlerinde 30 milyar dolara sahipti, fakat sadece savaş sürecinde 500 milyar dolardan daha fazla para harcadı. Bu dönemde, II. Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılanma süreci tamamlanmak üzereydi ve Avrupa ile Japonya ekonomileri Amerika karşısındaki ekonomik pozisyonlarını güçlendirmişlerdi. Bu gelişme Amerikan doları üzerindeki baskıyı arttırdı. Bu durum, yabancı merkez bankalarının sahip oldukları dolar rezervlerini altına dönüştürmeye çalıştıkları 1970–1971 yıllarında bir kriz noktasına ulaştı. Kitlesel dolardan kaçış hareketine cevap olarak Amerikan hükümeti, 15 Ağustos 1971 tarihinde dolar ile altın arasındaki bağı keserek ödemeler konusundaki sorumluluğunu yerine getirmedi. Çünkü Amerikan hükümeti, yabancı merkez bankaların elinde bulunan dolarları altın karşılığında geri alabilecek durumda değildi. Yabancı hükümetler ve merkez bankalar her hangi bir zamanda ellerinde bulunan dolar rezervlerinin çeyreğini altına çevirmek isteselerdi, Amerika Birleşik Devletleri kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getiremezdi.

Bu durum Amerikan dolarına olan güveni yok eden çok ciddi bir kriz idi. Bunun sonucunda Amerikan doları uluslararası para piyasasında ‘dalgalanmaya’ bırakıldı. Böylece, doların egemen para olma pozisyonu zayıfladı. Bu andan itibaren ABD, ihtiyacını duyduğu iktisadi ürünlerin, değeri düşürülmüş olan dolarlar karşılığında değiştirilmesi konusunda geri kalan dünyayı ikna etmek için bir yol bulmak zorunda kaldı. ABD, diğer ülkeleri ellerinde Amerikan dolarları tutmaları konusunda ikna edebilmek amacıyla bir iktisadi neden bulmak zorundaydı: petrol bu iktisadi nedeni sağladı ve böylece petrodolar son derece önemli bir bağlantı haline geldi.

Petrodolar, bir ülkenin petrol satışı neticesinde kazandığı dolar anlamına gelir. Amerikan hükümeti 1972–1974 yıllarında Suudi Arabistan yönetimi ile bir dizi anlaşmalar imzaladı. Bu anlaşmalar ile Suudi Arabistan sahip olduğu petrolü dolar karşılığında satmayı kabul etti ve böylece Suudi Saray (the House of Saud)’ın gücü arttı. Suudi Arabistan dünyanın en büyük petrol üreticisi ve OPEC’in lideri idi. Aynı zamanda Suudi Arabistan, üretim kotasına sahip olmayan tek kartel ülkesidir. Bu ülke “salıncak üreticisi (swing producer)” konumundadır, yani dünya pazarındaki petrol kıtlığını veya bolluğunu düzenlemek amacıyla petrol üretimini artırabilen veya azaltabilen ülke konumundadır. Bu özel konumundan dolayı Suudi Arabistan, petrol fiyatlarını belirleyen ülkedir. Amerika’nın Suudi Arabistan ile yaptığı anlaşma OPEC tarafından da kabul edildi.

Bu anlaşmadan hemen sonra, petrol ticareti dünya pazarında Amerikan doları üzerinden yapılmaya başlandı. Bu durum neden önemlidir? Petrol, uluslar arası alanda ticareti yapılan en önemli ürün değildir sadece. Petrol, aynı zamanda modern ekonomide kan işlevini görüyor. Eğer petrolün yoksa onu satın alman gerekir, ve satın almak istiyorsan dolar ile satın almalısın. Diğer ülkeler altın satın alıp elde tutar gibi, dolar satın alıp elde tutarlar. Çünkü dolar olmadan petrol satın alamazlar. Amerikan dolarının uluslararası petrol ticaretinde küresel rezerv para haline gelmesi dolara olan talebi son derece arttırdı. Bu sistem sayesinde ABD artan askeri harcamalarını ve ithalat ihtiyaçlarını dolar basarak karşılama imkanını elde etti. ABD, diğer ülkelerin ciddi meydan okuması ile karşılaşmadığı sürece ve diğer ülkeler Amerikan dolarına güven duyduğu sürece bu sistem çalışmaktadır.

Bu sistem ve durum, 1970’li yıllardan itibaren devam eden Amerikan iktisadi hegemonyasının en önemli temelidir. Hiç kuşkusuz bu sistem, Amerikan yönetimine dünya petrol piyasasını kontrol etme olanağını sağlamıştır. OPEC petrolleri Amerikan doları üzerinden fiyatlandırıldığı sürece ve OPEC ülkeleri elde ettikleri dolarları Amerikan enstrümanlarına yatırdığı sürece, Amerikan yönetimi iki yönden kazançlı çıkıyordu.

Birincisi, bizzat petrol ticareti ile ilgilidir. Amerikan yönetimi, petrol satın almak için para (dolar) basabilme imkanını yakalamıştır. Yani bu sistem içinde OPEC ülkeleri ihtiyaç duydukları mal ve hizmetleri ithal etmek için dolar kullandıkları sürece, Amerika dışarıdan petrol satın almak için bir takım mal ve hizmetler üretmek zorunda kalmıyordu. Tabi ki bu sistem, eğer dolar petrol ticaretinin aracı olmasaydı düzenli biçimde işleyemezdi. Amerikanın bu sistemden elde ettiği ikinci kazanç ise diğer tüm ekonomilerden geliyordu. Dolar basma yetkisine sahip olmayan diğer tüm ülkeler, petrol satın almak için petrol karşılığında dolar ödemek zorunda idiler. Dolayısıyla diğer ekonomiler, petrol karşılığında OPEC ülkelerine dolar ödeyebilmek için, dolar üzerinde mal ve hizmet ticareti yapmak zorunda kalıyorlardı.

Bu sistem, hem Amerikalı iktisadi ve siyasi elitler için reddedilemez kazançlar sağlıyordu, hem de Amerikan ekonomisini doların küresel rezerv para olma rolüne bağlı kılıyordu.

1999 yılının sonunda Euro’nun ortaya çıkmasıyla birlikte küresel finans sistemine yeni bir aktör eklendi. Tedavüle girmesinden birkaç yıl sonra Euro, dünya finans piyasasının ikinci önemli parası haline geldi ve dolara karşı gerçek anlamda alternatif bir para olarak belirdi. Eğer dünya petrol ticaretinin önemli bir kısmı dolar yerine Euro kullansaydı, çok sayıda ülke kendi rezervlerinin daha büyük bir bölümünü Euro olarak tutmak zorunda kalırdı. HSBC’nin Haziran 2003 raporuna göre, küçük düzeyde dolardan kaçma bile, son derece önemli değişimler yaratabilecektir. Böyle bir durumda dolar, küresel sermaye olma konusunda Euro ile önemli bir rekabete girmek zorunda olacaktır. Sadece Avrupa değil, ayrıca petrolünün %80’inden fazlasını Ortadoğu’dan ithal eden Japonya da, sahip olduğu dolar rezervlerinin büyük bir bölümünü Euro’ya çevirmekle zorunda kalacaktır. Hatta dünyanın en büyük petrol ithalatçısı olan ABD bile önemli bir miktarda Euro rezervini elinde bulundurmak zorunda kalacaktır. Böyle bir durum, Amerikan para politikası ve yönetimi için büyük bir yıkım olabilecektir.

Günümüzde Amerikalılar, yılda ürettiklerinden 700 milyar daha fazlasını harcıyorlar, yani yılda 700 milyar dolar borç almak zorundalar. Bu durum, her Amerikalı vatandaşın yılda kazandığından 3000 dolar daha fazla değerdeki ithal ürünü tükettiği anlamına gelir. Amerikalılar bu paranın büyük kısmını ellerinde dolar rezervleri bulunduran Çin, Japon ve Avrupalı ülkelerin merkez bankalarından alıyorlar. Dünyanın geri kalanı Amerika’ya yatırım yapıyor, ihracat yapıyor, Amerika’ya yönelik üretim yapıyor ve Amerika’ya gittikçe daha fazla borç para veriyor. Amerikan ekonomisinin kırılgan yapısı IMF’nin 2005 Raporu tarafından vurgulanıyor. Bu rapor, Amerikan ekonomisinin gittikçe artan biçimde yabancılardan gelen – IMF raporunun ifadesiyle – “karşılıksız borçlar (unprecedented borrowing)” tarafından desteklendiğini gösteriyor. Rapor, Amerikan açığının uzun vadede sürdürülemez olduğunu söylüyor.

Peki, tüm bunların Irak ve İran ile olan bağlantısı nedir?

2003 IRAK İŞGALİ

Doların rezerv parası olma işlevi ile petrol üreticisi ülkeler arasındaki ilişki ve bağa son Irak çatışmasında gözlemlenebilir. 6 Kasım 2000 tarihinde, Amerikalıların başkanlık seçimleri sırasında yaşanılan tartışmalı Florida oylarının sayımı ile ilgilendikleri bir sırada, Irak yönetimi, sahip olduğu petrol rezervlerini bundan böyle dolar üzerinden değil – Irak’ın “gizli silahı” olarak nitelendirilen - Euro üzerinden fiyatlandıracağını ilan etti. Bu karar, OPEC ülkelerinin, petrolün dolar üzerinden fiyatlandırılması kuralını çiğneme cesareti gösterdikleri ilk vaka olmuştur. Bu olaydan itibaren Euro’nun değeri sürekli bir artış ve doların değeri sürekli bir düşüş kaydetmiştir. Libya petrolün dolar yerine Euro ile fiyatlandırılmasını talep etmiş, İran, Venezuela ve diğer ülkeler de kendi petrollerini Euro üzerinden fiyatlandırmak istediklerini bildirmişlerdir. Petrol ticareti doların hegemonyasını sağlayan temel faktör olduğu için, tüm bu gelişmeler, Amerikan ekonomisinin gücüne ve ABD’nin küresel hegemonyasına karşı son derece önemli tehditler idi.

Amerika müttefiki İngiltere ile birlikte Mart 2003’te Irak’a girdi ve ülkeyi yönetmek için kendi otoritesini kurdu. Irak’ın işgali “birinci petrol para savaşı” olarak hatırlanabilir. Irak işgalinin, Saddam’ın WMD programına ve uluslararası terörizme karşı olmaktan çok, Irak petrolleri üzerinde kontrol sağlamak ve Amerikan dolarını uluslar arası petrol piyasasının hakim parası olarak korumak amacıyla gerçekleştirildiğini iddia etmek için çok sayıda kanıt mevcuttur. Amerikan dolarını petrol ticaretine yön veren para birimi olarak muhafaza etme amacı, Irak işgalinin temel nedenidir. Bu neden, sadece Irak petrolünü kontrol etme amacından daha önemlidir.

İşgalden iki ay sonra Irak’ın Euro hesapları tekrar dolara çevrildi ve Irak petrolleri için ödemelerin Amerikan doları üzerinden yapılması gerektiği duyuruldu. Fakat hikaye burada bitmedi. Paradoksal olarak, Amerika’nın Irak üzerinde gerçekleşen askeri ve siyasi başarısına ve Amerikan askeri gücünün Avrasya’daki yükselişine rağmen, Ortadoğu ve Latin Amerika’daki petrol üreticisi ülkeler ile Rusya, petrol ticaretinin dolar yerine Euro üzerinden veya bir “para sepeti” aracılıyla yapılması konusunda konuşmaya başladılar. Bunun gerçekleşmesi durumunda, Amerikan dolarının düşüşü hızlanacak ve Euro’nun dünyanın ikinci rezerv parası olma iddiası güçlenecektir.

Eğer bir ülkenin ekonomisi sadece parası kadar iyi ise ve eğer dolar değerini kaybetmeye devam ederse, Amerikan ekonomisi bu şartlar altında sert bir düşüşe girecektir. Amerika’nın ve diğer Batılı devletlerin askeri üstünlüğü Irak’ın (ve İran’ın) petrollerini alabilir, ama kontrol altına alamaz. Amerika’nın saldırganlığı ve küstahlığı doların düşüşünü geçici olarak engellemek yerine, OPEC ülkelerini kitlesel olarak Euro’ya yönlendirebilir. Aynı zamanda, çok sayıda insan öldürülecek ve yaralanacak.

Örneğin, Irak’ta ‘... işgali takiben gelen Amerika liderliğindeki işgalci silahlı kuvvetlerin varlığı süresince sivil ölüm bedeli sürekli biçimde artmıştır ve artmaya devam etmektedir’. Irak’taki Amerikan askeri zaferinin daha barışçıl bir dünya yaratacağını ümit edenler, sert ve acımasız biçimde uyanmış olmalılar. Irak Sayım Heyeti (Iraq Body Count - IBC) projesi tarafından 9 Mart 2006 tarihinde açıklanan rakamlar, 1 Mayıs 2003 (Başkan Bush’un savaşın bittiğini açıkladığı tarih) tarihinden itibaren ölen sivillerin toplam sayısının yıldan yıla sürekli artmakta olduğunu gösteriyor.

DEJA VU - KİTLE İMHA SİLAHLARININ ARAŞTIRILMASI (İRAN’DAKİ DURUM)

Bu cümleleri yazdığım sırada artan bir deja vu anlayışı mevcuttu: Son beş ay içinde medya yayınları, Washington’un İran’ın yeraltında gizlediği nükleer tesislerini yok etmek amacıyla bu ülkeye yönelik saldırgan, önceden önleyici bir nükleer bombardıman düzenlemeyi düşündüğü konusunda spekülasyonlar yaptı. İran belki nükleer bomba elde etmeye çalışıyor olabilir.

Ayrıca, radikal milliyetçi demagoji kullanan İran’ın yeni seçilmiş başkanı Ahmedinecad’ın kendisinden önceki başkanlara oranla daha çatışmacı bir politika izlediği de doğrudur. Fakat İran rejimi zannedildiği gibi son derece tehlikeli ve ölümcül bir rejim değildir. Şimdiye kadar, İran’ın nükleer bomba üretmeye yaklaşmış olduğunu gösteren her hangi bir kanıt bulunamamıştır. Tahran sadece nükleer enerji sanayisi ile ilgilendiğini deklare etti ve Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza atmış bir ülke olarak nükleer enerji üretme hakkına sahip olduğunu vurguluyor.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) başkanı Muhammed el-Baradei 3 Ekim 2004 tarihinde şu açıklamayı yaptı: “İran’ın herhangi bir nükleer silah programı yoktur... Şimdiye kadar yakın tehlike olarak nitelendirilecek bir durum görmedim. İran’da her hangi bir nükleer silah programı görmedim. Gördüğüm şey, İran nükleer yönden zenginleştirilmiş teknolojiyi elde etmeye çalışıyor. Dolayısıyla bu zamana kadar İran’da her hangi bir tehlike mevcut değildir.” Bu açıklamadan sonra Amerikalı yetkililer ve yöneticiler, UAEA’nı sorumsuzluk, İran’a karşı yumuşak bir tavır sergileme ve yalancılık ile suçladılar. ABD’nin Birleşmiş Milletler büyükelçisi John Bolton 5 Mart 2006 tarihinde, son derece etkili bir İsrail lobi grubu – Amerikan İsrail Kamu Sorunları Komitesi – önünde yaptığı provakatif konuşmasında, Washington’un isteklerini tamamıyla kabul etmediği takdirde İran’ın “son derece kötü sonuçlar” ile karşılaşacağını belirtti ve İran’ı açıkça tehdit etti.

Irak savaşında olduğu gibi, İran’a karşı düzenlenecek muhtemel bir askeri operasyonda, Tahran rejiminin sahip olduğu “hayali Kitle İmha Silahları” ile ilgili her hangi bir şey yapılmayacaktır. Bu askeri operasyon, petrodolar makro ekonomiği ve Amerikan dolarının egemenliğine karşı petrol ticaretinde kullanılan alternatif para olarak Euro’dan gelen meydan okuma ile ilgili olacaktır. İran, 2000 yılında Irak petrollerinin ihracatı konusunda Euro’ya dönen Saddam Hüseyin’den daha büyük bir suç işlemiştir.

İran’ın planı, sadece elindeki petrolleri Euro üzerinden satmayı değil, aynı zamanda tüm ilgili tarafları - petrol üreticisi ülkeleri olduğu kadar petrol tüketici ülkeleri de - içine alacak olan Euro’ya dayalı bir petrol değişim piyasası oluşturmayı amaçlıyor. İranlı yetkililer Haziran 2004’te, Euro’ya dayalı uluslar arası petrol ticareti mekanizmasının kullanılacağı yeni bir değişim sistemi vasıtasıyla şu anda mevcut olan iki değişim sistemi – New York merkezli NYMEX ve Londra merkezli IPM – ile Mart 2006’dan itibaren rekabet etmeyi planladıklarını açıklamışlardı. Amerikalı şirketler tarafından kontrol edilen NYMEX ve IPE dünya petrol fiyatlarını dolar üzerinden belirleyen yerlerdir. Makroekonomik düzeyde İran petrol borsasının önemi büyüktür. İran’ın planladığı girişim başarılı olursa, 1945 yılından itibaren ilk defa, satın alıcıların ve satıcıların dolar dışında başka bir para üzerinden petrol ticareti yaptıkları ilk uluslar arası değişim sistemi kurulmuş olacaktır ki, bu durum, New York (NYMEX) ve Londra (IPE) tarafından kontrol edilen şu anki uluslar arası petrol ticareti tekeline karşı ciddi bir meydan okuma olacaktır. Bu alternatif petrol borsası, Euro’nun alternatif petrol ticareti parası (petroeuro) olarak sahip olduğu pozisyonunu güçlendirecektir. Bu durum ise, küresel petrol para olarak petrodoların hegemonik statüsünü sona erdirecektir.

İran, Suudi Arabistan’dan sonra OPEC’in ikinci büyük petrol üreticisidir. Dünyada ise Rusya, Suudi Arabistan ve ABD’den sonra dördüncü sıradadır. İran, uluslar arası petrol ticareti konusunda son derece avantajı bir coğrafi konuma sahiptir: Ortadoğu ve Hazar Denizi petrol kaynaklarına oldukça yakındır ve Çin, Hindistan ve Avrupa Birliği gibi başlıca petrol ithalatçılarına çok uzak değildir. İran’ın Euro bazlı petrol ticaretine kayması iktisadi yönden oldukça anlamlı bir durum yaratmaktadır: İran yaptığı petrol üretiminin yüzde 30’unu Avrupa’ya ve geri kalanının büyük kısmını Hindistan ile Çin’e satmaktadır. Ayrıca Euro bazlı petrol borsasının gelişmesi, İran petrol sektörüne yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını arttırabilecektir. Eğer Euro’nun dolar karşısındaki düşü devam ederse, daha fazla sayıda devlet elde tuttukları rezervlerin içindeki Euro’nun payını artıracaklardır. Kaldı ki, ülkelerin Forex Rezerv Fonu’ndaki varlıklarının yarısından fazlası Euro olarak tutulmaktadır. Böyle bir durumun gelişmesi, İran Parlamentosu Kalkınma Komisyonu üyesi Mohammad Abasspour’a göre İran’a büyük fayda sağlayacaktır.

Bu yeni girişimi önemli kılan bir başka husus, günümüzde petrol talebinin büyük bir kısmının doğudan ve özellikle Çin’den geliyor olmasıdır. Küresel para rezervleri için gerçek bir etki, Çin Merkez Bankası’nın elinde tuttuğu büyük yabancı para rezervleri dolardan kaçtığı zaman hissedilecektir. Çin Merkez Bankası kararlı ve kesin bir biçimde dolardan uzaklaştığı zaman diğer merkez bankalar da bu yeni duruma ayak uyduracaktırlar ve böylece dolardan kaçış hareketi para piyasaları üzerindeki etkileri büyük ölçüde arttıracaktır.

Ülkelerin Euro alanına girmeleri ve Rusya’nın petrol ticaretinde dolar yerine Euro’yu tercih etmesi için pek çok neden vardır. Amerikan dolarının değerindeki değişkenliğin yüksek olması ve paraları diğer paralara dönüştürmenin maliyeti petroeuro’yu cazibeli kılabilir. Tabii ki, bu durumun gerçekleşmesi için aşılması gereken çok sayıda siyasi engel mevcuttur. Fakat günümüzde petrolün hem dolar hem de Euro üzerinden fiyatlandırılması kolaylıkla görülen bir gerçekliktir.

Yüz yıl önce İngiliz poundu dünyanın birinci parasıydı. Büyük Britanya ilk modern sanayi ülkesi olduğu için pound bu üstünlüğe ulaştı. İngiliz sanayisinin sahip olduğu yüksek verimlilik düzeyi sayesinde ve sanayi ürünleri henüz yeni yeni piyasaya çıkmaya başladığı için, İngiliz malları hem fiyat hem de miktar olarak dünyanın geri kalan ülkelerinin mallarının yerini aldı. Tüm dünya Britanya’ya hammadde satıyordu ve – kullanılan meşhur tabirle – Britanya “dünyanın atölyesi” idi. Britanya’nın askeri (özellikle donanama) gücü ve sömürgelerde sağladığı servet birikimi poundun üstünlüğünü ve dünya finans merkezi olarak Londra’nın pozisyonunu güçlendirdi. Fakat bu durum sonsuza kadar sürmedi: diğer ülkelerdeki sanayisel gelişim Britanya ekonomisinin üstünlüğünü azaltmaya başladı ve rakip ülkeler üretim verimliliği konusunda Britanya’yı geçmeye başladılar. Ve nihayet, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yeni dünya ekonomisi koşulları Britanya poundu için ölüm çanlarını çalmaya başladı. Savaş yılları süresince ve savaş sonrasında Britanya’nın artan borçları nedeniyle Amerikan doları önce alternatif para ve ardından hakim para olarak ortaya çıktı. Bir kere dolar poundun pozisyonunu ele geçirince durum hızla değişmeye başladı. Dolar egemenliğinin düşüşüne neden olacak olan temel etkenler ve baskılar on yıllardır oluşmaktadır. Fakat bu etkenler ve baskılar, ancak şu anda etkisini gösterebilecek duruma gelmiştir.

GÜÇ DOĞUYA KAYIYOR

Son derece farklı bir dünya oluşuyor. ABD ile AB’nin jeopolitik düzeyde rekabet içine gireceklerini söylemek için henüz erken. Fakat buna ilişkin belirtiler şu anda mevcuttur. Euro’nun yükselişi ve dolar ile rekabete girmesi jeopolitik sonuçlar üretecektir. Yakın bir zamanda ABD ile AB, ticaret ve finans alanlarında çok daha sert bir rekabet içine gireceklerdir. Daha iddialı ve hırslı bir Avrupa ile rekabet gücü daha az olan bir Amerikan ekonomisi, bu iki taraf arasındaki ticaret rekabetini daha fazla düzeyde politize edecektir.

Tabii ki, yeni ortaya çıkan ekonomi-politik gelişmelerin hiçbiri ABD ve AB arasında silahlı çatışmaya neden olmayacaktır. Fakat bu ekonomi-politik gelişmeler, radikal biçimde şu anda yaşadığımız dünyadan farklı bir dünya meydana getirecektir.

Fakat önümüzdeki 20 yıl içinde, 2025’e kadar, hem Amerika hem de Avrupa birbirlerinden çok Asya’nın yükselişinden endişe duyacaklardır. Dolar hegemonyasının düşüşü haricinde, zenginliğin ve gücün hızla Çin’e ve Hindistan’a kaydığını gösteren çok sayıda kanıt ve gösterge mevcuttur. Gücün Batı’dan Doğu’ya transferi 1990’ların sonlarından itibaren başladı. Washington merkezli “think-tank” kuruluşları, 1990’lı yıllardan bu yana Asya’nın ve özellikle Çin’in mikro elektronik, nano teknolojisi, hava ve uzay sanayi alanlarında gerçekleştirdiği hızlı ilerleme hakkında raporlar hazırlamakta ve bu durumun Amerika’nın küresel liderliği açısından ne gibi bir anlam taşıdığına ilişkin senaryolar üretmektedirler. Amerikalı yöneticiler 1990’ların başlarından beri Çini potansiyel bir “stratejik rakip” olarak değerlendiriyorlar ve Çin’e büyük ölçüde baskı uyguluyorlar. Amerika’yı çok yakından ve derinden ilgilendiren bir konu, Çin’in petrole olan talebinin hızla artıyor olmasıdır. Petrol tüketimi konusunda ilk defa 2003 yılında Japonya’yı sollayan Çin, günlük olarak toplam 6,5 milyon varil(bbl/d)lik petrol talebi ile 2004 yılında dünyanın ikinci büyük petrol tüketicisi oldu. EIA tahminlerine göre Çin’in petrol talebi 2025 yılında 14,2 milyon bbl/d olacaktır ve bunun 10,9 milyon bbl/d’lik kısmını ithal edecektir.

Çin ekonomisinin küresel güçlere açılması, Amerika’nın, Sovyet Bloğuna karşı Mao Zedong ile uzlaşmak amacıyla 1970 yılında başlattığı bir Soğuk Savaş politikasıydı. Fakat ironik bir biçimde, otuz yıl sonra Amerika, Çin’de pazar ekonomisi alanının hızla genişlemesini, Amerika’nın küresel hegemonyasına karşı ciddi bir tehdit olarak değerlendirmeye başladı. Amerikan ekonomisindeki belirsizlik ve teknoloji alanındaki liderliğinin gerilemesi, Amerika’nın kendi stratejik-ekonomik opsiyonlarını yeniden düşünme zamanının geldiğini gösteriyor.

Tüm bunlar, küresel iktisadi meydan okumalarla mücadele etme biçiminin içeriğini radikal biçimde değiştirebilir.

Günümüzde Çin yüksel en önemli güçtür. Fakat Çin yalnız değildir. Hindistan ve diğer Asyalı ülkeler on yıllardır başlıca Batılı ülkeleri sollayan büyüme hızlarını yakaladılar. Yıllık yüzde dokuzdan fazla gerçekleşen iktisadi büyüme hızıyla Çin, şu anda dünyanın altıncı büyük ekonomisidir. Hindistan’ın yıllık büyüme hızı yüzde sekizdir. Çin’in bu yıl içinde Fransız ve İngiliz ekonomilerini geçmesi, 2010 yılına kadar Japon ekonomisini geçip Alman ekonomisini ikiye katlaması ve 2020 yılına kadar dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelmesi bekleniyor. Tek çocuk politikasına rağmen Çin’in çalışma yaşındaki nüfusu 2015 yılında 1 milyara ulaşacak ve bu tarihten sonra da düzenli olarak artacak. Hindistan nüfusunun yaklaşık 500 milyonu 19 yaşının altındadır ve yüksek doğurganlık oranına sahiptir. Yüzyılın ortalarına kadar Hindistan’ın 1,6 milyarlık nüfusa ve Çin’in sahip olacağı işçi sayısından 220 milyon daha fazla işçiye sahip olacağı tahmin ediliyor. Tabii ki bu büyük nüfus, istikrarsızlığın kaynağı ve nedeni olabilir. Fakat eğer devlet, Hindistan kitlelerine gerekli eğitimi ve diğer olanakları sağlayabilirse, bu büyük nüfus iktisadi büyüme için büyük bir avantaj sağlar. Son 10 yılın deneyimleri, Hindistan’ın yakın geleceği hakkında problemlerden çok iyimserlik sunmaktadır.

Çin, Asya ekonomisinde 1990’larda yaşanılan gerilemenin giderilmesi ve iyileştirilmesi sürecinin lokomotifi olmuştur. Örneğin, Çin’in iktisadi büyümesinden en fazla faydalanmış olan ülke Japonya olmuştur ve bu ülkenin temel iktisadi göstergeleri bu sayede gelişmiştir. Çin’e yapılan ihracatlar sayesinde Japonya nihayet on yıldır içinde bulunduğu iktisadi krizden kurtulmuştur.

Çin’den sonra Hindistan, bir iktisadi süper güç olarak doğmaktadır. Dışarıdan veya sadece bir turistik gözlem ile Hindistan’ın iktisadi bir dev olarak gelişmekte olduğunu söylemek zordur. Aşırı yoksulluğun şok edici belirtileri sermayede bile fazlasıyla görülmektedir: metro sisteminin yokluğu, kötü düzenlenmiş yol sistemi ve korkunç trafik. Fakat iş gökdelenleri, araştırma ve geliştirme merkezleri Hindistan’ın her yerinde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Hindistan’da bir mucize görebilirsin. Hindistan günümüzde gerçekleşen küresel yenilikler zinciri içinde büyük bir role oynuyor. Motorola, Hewlett-Packard, Cisco Systems ve daha diğer pek çok yüksek teknoloji alanında faaliyet gösteren dev firmalar, yeni bilgisayar yazılım platformları kurmak ve gelecek kuşaklar için göz kamaştırıcı multimedya özellikler keşfetmek için Hindistan’da kendi iş ekiplerini oluşturuyorlar ve bu ülkeye yatırım yapıyorlar. Intel, son model gemiler dizayn eden Bangalore’de 2000 mühendis çalıştırıyor. Hindistan tasarım merkezleri, araba motorlarından tutun, General Motors ve Boeing Crop gibi dev müşteriler için geliştirilen uçak kanatlarına kadar, her şeyin gelişmiş tasarımlarını üretmek amacıyla 3-D bilgisayar simülasyonları kullanıyor.

Savaş sonrası dönem, Japonya ve Güney Kore’de iktisadi mucizelere tanık oldu. Fakat bu iki ülke, ne dünya çapında güç elde etmek, ne de çeşitli sanayi dallarında küresel oyunu değiştirmek için gerekli olan nüfus yoğunluğuna sahip değillerdi. Bu iki ülkenin tersine, Çin ve Hindistan 21. yüzyıl kürsel ekonomisini değiştirebilecek ağırlığa ve dinamizme sahiptirler. Bu iki ülkenin ortaya çıkışı, 19. yüzyıl Amerikan destanına son derece yakın bir paralellik gösteriyor: tarım ve tekstil sektörleri ile buhar gücüyle çalışan makineler, elektrik, telgraf gibi yüksek teknoloji alanlarında liderliği ele geçiren genç emek gücü ile devasa bir kıtasal ekonomi. Fakat bugün yaşanılan gelişme ile karşılaştırıldığında Amerika’nın yükselişi kısa sürdü. Dünya hiçbir zaman, dünya nüfusunun üçte birini kapsayan iki ülkenin aynı anda gerçekleştirdiği sürdürülebilir kalkınmayı görmemiştir.

İki Asyalı devi güçlü yapan şey, birbirlerinin güçlerini tamamlıyor olmalarıdır. Çin kitlesel üretimde hakim durumda kalacaktır ve milyarlarca dolar değerinde elektronik ve ağır sanayi fabrikaları kuran bir kaç ülkeden birisi olmaya devam edecektir. Çin sadece tekstil ürünleri ve ucuz oyuncaklar üretmiyor. Çin aynı zamanda yarı iletken maddeler ve son derece gelişmiş teknoloji üretimi yapıyor. Hindistan ise bilgisayar yazılımı, tasarım, hizmet sektörleri ve sanayi alanlarında yükselen bir güçtür. Eğer Çin ve Hindistan endüstrileri gerçek anlamda işbirliği yaparlarsa, yüksek teknoloji alnında dünyanın liderleri haline gelebileceklerdir. Bu devasa iş gücü şimdiden bir noktada birleşmeye başlamıştır bile. İnternet ve telekomünikasyon maliyetlerinin düşmesi sayesinde, çok uluslu şirketler, kendi ürünlerini, Hindistan’da yapılan yazılım ve tasarımı kullanaraktan Çin’de üretiyorlar.

Pek çok teknolojik alanda güç dengesinin Çin’e ve Hindistan’a kaymasının önemli bir neden, bu iki ülkenin her yıl yarım milyondan fazla mühendis ve bilim adamını kendi okullarından mezun ediyor olmalarıdır. Amerika’da bir yılda mezun olan mühendis ve bilim adamı sayısı sadece toplam 60.000’dir. Önümüzdeki üç yıl içerisinde, Hindistan ve Çin’deki genç araştırmacıların toplam sayısı 1,6 milyona yükselecektir. Beyin gücünün büyük bir bölümünü teknolojik problemler konularına yönlendirebildikleri için, bu iki ülkenin yeni buluşlara ve icatlara katkısı hızla artıyor.

Batılı şirketler, araştırma-geliştirme çalışmalarını sadece Hindistanlı ve Çinli beyinler genç, ucuz ve bol olduğu için bu iki ülkeye kaydırmıyorlar. Asyalı mühendisler pek çok alanda daha iyi eğitimli ve daha yeteneklidirler: en son model bilgisayar yazılım araçlarında ustalık, karmaşık matematiksel algoritmalar konusunda beceri ve yeni multimedya teknolojilerinde akıcılık. Çok sayıda Batılı şirketlerin ucuz maliyetler nedeniyle Hindistan ve Çin’e geldikleri doğrudur. Fakat bu şirketler kaliteden dolayı Hindistan ve Çin’de kalıyorlar ve yeni icatlar / buluşlar için bu iki ülkede yatırım yapıyorlar.

Asya’da yeni buluşları ve icatları güdeleyen şey Batının talepleri değil, iç piyasada hızla büyüyen tüketici sınıftır. 2004 yılında 120 milyon hava yolcusu ile Çin, dünyanın üçüncü büyük seyahat pazarıdır. Arabalar ile yapılan seyahat alanında da Çin, dünyanın üçüncü büyük pazarıdır. Örneğin, Volkswagen firması Almanya’da ürettiğinden daha fazla sayıda arabayı Çin’de üretiyor. Çin, dünyanın en çok cep telefonu abonesine – 350 milyon – sahip olan ülkedir ve bu rakamın 2009 yılına kadar 600 milyona yükseleceği tahmin edilmektedir. 2006 yılı itibariyle 100 milyonun üzerinde İnternet kullanıcısı ile Çin İnternet dünyasında egemen ülke konumundadır. Önümüzdeki iki yıl içinde, Çin’de broadband sistemine** bağlı olan ev sayısı, ABD’deki broadband sistemine bağlı olan ev sayısını geçecektir. Çin İnternet pazarının hızlı büyümesi, ülkeyi Yahoo, Google, MSN ve eBay gibi İnternet devleri için vaat edilmiş topraklar haline getirdi.

Son yapılan çalışmalar, bugünkü Çinlilerin ve Hindistanlıların davranış tarzları ve tutkularının bir kaç on yıl önceki Amerikalıların davranış tarzlarına ve tutkularına benzediğini gösteriyor. İki ülkede yapılmış olan ve binlerce genç yetişkini kapsayan bir anket çalışması, bu insanların büyük bir bölümünün gelecekleri hakkında son derece iyimser olduklarını ve başarının kendi ellerinde olduğuna inandıklarını tespit etmiştir.

Son 10–12 yıl, küresel ekonomi olarak adlandırdığımız yapıya 3 milyar insanın katıldığına tanık oldu. Yapıya yeni katılanları, geçmiş deneyimlerden hareketle, niteliksiz ve emek yoğun işleri yapmaya yoğunlaşmış ülkeler olarak düşünmeye alışkınız. Yapıya yeni katılan bu 3 milyar insanı ilginç kılan, oran olarak bu nüfusun büyük bir kısmı fakir ve niteliksiz emek gücü olmasına karşın, geriye kalan oran olarak küçük nitelikli kısmın hala büyük bir nüfusu oluşturuyor olmasıdır. 3 milyarlık nüfusun oran olarak küçük bir kısmını oluşturan 300 milyon, son derece nitelikli ve eğitimli bir nüfus olup, en son bilimsel metotlar kullanarak her türlü ürünü üretmeye hazırdır. Amerikan nüfusu kadar büyük, Japonya ve Avrupalı ülkelerin nüfuslarından ise daha fazla olan bu 300 milyonluk nitelikli ve eğitimli nüfus, küresel ekonomi üzerinde büyük bir etki meydana getirmektedir. Bu nüfus şimdiden dünya ekonomisinin yapısını radikal biçimde değiştirmiş durumdadır.

Asya’nın yükselişi henüz yeni başlıyor. Asya’nın bölgesel büyük güçleri eğer politikalarını geliştirirken aynı zamanda istikrar içinde kalabilirlerse, hızlı büyüme on yıllarca sürebilir. Önümüzdeki on yıllarda, Asyalı devlerin dünyanın geri kalan kısmıyla nasıl bütünleşecekleri, 21. yüzyıl küresel düzenini büyük ölçüde şekillendirecektir. Asya’daki tüm bu güçlü ve etkili gelişmeleri, aynı düzeyde jeopolitik gücün artışı takip edebilir.

Tüm bu gelişmeler sürpriz olarak görülmemelidir. Asya ve özellikle Doğu Asya, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde belirleyici durumdaydı ve iki yüzyıl öncesine göre daha az olmakla birlikte, günümüze kadar etkili olmaya devam etmiştir. Asya ekonomileri sahip oldukları hakim ve belirleyici konumlarını bazı nedenlerden dolayı son iki yüzyıl içinde Batı’ya kaptırdılar. Fakat bu durumun geçici bir olay olduğu görülüyor. Yakın bir zamandan beri dünya sisteminin liderliği Batı’nın, yani Avrupa ve Amerika’nın elinde bulunuyor. Liderliğin Doğu’dan Batı’ya geçmesi 19. yüzyılda gerçekleşti. Dünya ekonomisinin merkezinin Doğu’ya tekrar geri dönmesi şeklinde gerçekleşecek olan diğer bir geçişin, 21. yüzyılın başında gerçekleşeceği görülüyor.

SONUÇ

Dünya günümüzde, tek bir gücün hakim olabilmesi için çok komplike (karmaşık) bir durumdadır. ABD ise hala, azalmakta olan zenginliğine dayanarak hegemonyasını korumaya çalışıyor. Başlangıçta belirttiğim gibi, hegemon güçler gelirler ve zamanla geçip giderler, fakat bu güçlerin bir bütün olarak yükseliş ve düşüş süreçleri çok uzundur. Tarih, tüm büyük güçlerin uzun bir büyüme dönemi yaşadıklarını ve bu büyüme dönemini aynı uzunluktaki bir küçülme döneminin takip ettiğini gösteriyor. İkinci dönemde büyük güçler daha saldırgan ve daha istikrarsız olma eğilimi gösterirler.

İngiliz emperyal hegemonyası 19. yüzyılın sonunda çöktü, fakat hala dikkate alınması gereken önemli bir askeri ve iktisadi güç olarak devam etti. Amerika 1970’lerden beri düşüş içindedir. Çünkü ABD, özellikle son 15 yılda önemli bir güç elde etmiş olan diğer bazı ülkelerle kurduğu ilişkilerdeki iktisadi üstünlüğünün bazı yönlerini kaybetti. Fakat şu bir gerçek ki, ABD hala askeri-politik alanda büyük farkla dünyanın en güçlü ülkesi durumundadır ve bu üstünlüğü uzun yıllar devam edecektir. Son derece gelişmiş eksiksiz askeri mühimmat, üstün performansa sahip savaş uçakları ve kıtalararası menzilli füzeler ile donatılmış olan Amerikan silahlı kuvvetleri, yeryüzündeki herhangi bir hedefe tartışılmaz biçimde ölüm ve yıkım getirebilecek kabiliyete sahiptir ve gelebilecek olan misillemelere karşı son derece korunaklıdır. Fakat ABD’nin tek güvencesi ve elde kalan değeri (gücü) budur. Amerika’nın askeri-politik şantaj stratejisi aynı zamanda ABD’yi iflasa sürükleyebilir. Dolar sütununun zayıflaması, Amerikan askeri-politik gücünün desteklenmesini başarısız kılıyor. “Amerikan Yüzyılı” (eğer böyle bir yüzyıl var olmuş ise) sona eriyor. ABD, “Amerikan Yüzyılı” ikonuna kaçınılmaz olarak ve tehlikeli bir biçimde sımsıkı yapışıyor: İmparatorluk adına hareket etme sadece çatışmayı cesaretlendiriyor.

Yazar: Prof. Dr. Bülent Gökay

Kaynak: Stratejik Öngörü Dergisi / Sayı:9 / 2006

(Bknz: www.tasam.org)

Bu konuda henüz görüş yok.
Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.

İran-Irak Savaşı
3 yıl önce

İran-Irak Savaşı, İran'da Tahmilî Savaş (جنگ تحمیلی Jang-e-tahmīlī) veya Mukaddes Müdafaa (دفاع مقدس Defā'-e-moghaddas), Irak'ta Saddam'ın Kadisiyesi (قادسيّة...

Irak Silahlı Kuvvetleri
7 yıl önce

birçok savaşa katılmıştır. Altı Gün Savaşı, İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Irak Savaşı ve 2014 Kuzey Irak Taarruzu bunlara örnektir. Koalisyon müdahalesi...

Irak Direnişi
6 yıl önce

çerçevesinde olmamakla beraber Kuveyt ve İran topraklarındaki Huzistan’ı da içerecek şekilde toprak bütünlüğünü savunurlar. Irak Salafi müslümanları: Salafi hareketinin...

Irak İslam Devrim Konseyi
3 yıl önce

2010 Irak parlamento seçimlerine dek Irak'taki en büyük ve etkili siyasi parti olmuştur. Örgüt 1982’de Tahran’da İran-Irak Savaşı sürerken Irak’taki Baas...

Irak-Kuveyt ilişkileri
6 yıl önce

ve askeri olarak iyi durumdaydı. İki ülke de İran'daki Ayetullah Humeyni rejimine karşı endişe duyduğundan, Kuveyt İran-Irak Savaşı sırasında Irak'a mali...

Irak Savaşı
3 yıl önce

askerî harekâtla Irak'a girmesiyle başlayan ve devam eden savaş. Ayrıca İkinci Körfez Savaşı, Irak'ın İşgali ve koalisyon ülkelerince Irak'ı Özgürleştirme...

Irak Savaşı, 1. Körfez Savaşı, 11 Eylül, 16 Aralık, 17 Aralık, 1 Mayıs, 2001, 2003, 2004, 2005, 2006
İran
3 yıl önce

İran (Farsça: ایران (yardım·bilgi)), resmî adı İran İslam Cumhuriyeti (Farsça: جمهوری اسلامی ایران (yardım·bilgi))/Cumhuri-ye İslâmi-ye İran, Güneybatı...

Irak Selçukluları
3 yıl önce

getirdi ve ülke topraklarının bir kısmı Harezmşahlar'a katıldı, bir kısmı ise İldenizlilere kaldı. 9.-17. = Irak-ı Arap ve Irak-ı Acem (Batı İran)'ı yönetmiş...