Umberto Eco, Alfabeta dergisini Haziran 1983 tarihli 49. sayısında, Gülün Adı’nın yazılış sürecini anlatan, romana çeşitli yönlerden açıklık getiren Sonrası adlı bu yazıyı yayımlamıştır. Eco’nun bu ilginç yazısı Şadan Karadeniz çevirisiyle kitabın sonuna eklenmiştir.
...
Polisiye metafizik
Kitabın bir polis romanı gibi başlaması rastlantı değildir (sonuna dek de saf okuyucuyu kandırmayı sürdürüyor; öyle ki saf okuyucu, insanın oldukça az şek keşfettiğinin ve dedektifin bozguna uğradığının farkına bile varmayabilir). Kanımca, polisiye romanın insanların hoşuna gitmesinin nedeni, içinde cinayete kurban gidenlerin olması değil,düzenin (düşünsel, toplumsal, yasal ve ahlaksal düzeninin) sonunda suçun yarattığı kargaşaya baskın çıkması da değil. Gerçekte polisiye roman, katıksız durumda bir varsayım öyküsünü yansılar. Ama aynı zamanda, tıbbi bir tanı,bilimsel bir araştırma, metafizik bir soruşturma da bir varsayım durumudur. Temelde, felsefenin soru bazı (ruhsal çözümlemede olduğu gibi) polisiye romanınkiyle aynıdır; suçlu kimin? Bunu bilmek (bunu bildiğini sanmak) için bütün olguların bir mantığı, onlara suçluluğu dayatan bir mantığı olduğunu varsaymak gerekir. Her varsayım ve kestirim öyküsü, her zaman yanıbaşında durduğumuz bir şey anlatır bize (sözde Heidegger’ce alıntı). Bu noktada benim temel öykümün (katil kim?) tümü de böyle bir varsayımın yapısı çerçevesinde yer alan birçok başka varsayımlara kök salmasının nedeni açık.
Varsayımsallığın soyut bir örneği labirenttir. Ama labirentin tipleri vardır. Bunlardan biri, Yunan labirentidir; Theseus labirenti. Bu labirent, içinde hiç kimsenin kaybolmasına izin vermez; içine girilir, merkeze ulaşılır, sonra merkezden dışarı çıkışa varılır. Bu yüzden merkezde Minotaurus vardır; yoksa öykünün hiç tadı kalmaz, basit bir gezinti olurdu. Burada korku, kesinlikle, nereye varacağınızı ve Minotaurus’un ne yapacağını bilmemenizden doğmaz. Ama klasik labirenti geliştirirseniz, elinizde bir ip bulursunuz; Ariadne’nin ipini. Klasik labirent, Ariadne’nin ipinden başka bir şey değildir.
Sonra, dolambaçlı (maniyeristik) labirent vardır; bunu geliştirirseniz elinizde bir tür ağaç bulursunuz; birçok çıkmaz sokakları, kökleri olan bir yapı. Çıkış tektir; ama yanılabilirsiniz. Kaybolmak için bir Ariadne ipine gereksiniminiz vardır. Bu labirent, bir trail-and-eror process’tir (Sınama ve yanılma süreci).
Son olarak, ağ, ya da Deleuze ve Guattari’nin köksap dedikleri labirent vardır. Köksap öyle bir biçimde yapılmıştır ki, her yol, tüm öteki yollara bağlanabilir. Merkezi yoktur, çevresi yoktur, çıkışı yoktur, çünkü potansiyel olarak sonsuzdur. Varsayım alanı, bir köksap alanıdır. Benim kitaplığımın labirenti bir dolambaçlı labirenttir, ama William’ın içinde yaşadığının farkına vardığı dünya, köksapa göre kurulmuştur: daha doğrusu kurulabilir, ama hiçbir zaman kesinlikle kurulmamıştır.
Onyedi yaşında bir genç bana, tanrıbilimsel tartışmalardan hiçbir şey anlamadığını, ama bu tartışmaların, uzamsal labirentin uzantıları gibi işlev gördüklerini söyledi (bir Hitchcock filmindeki thrilling müziği gibi). Sanırım bu tür bir şey oldu: saf okuyucu da bir labirentler öyküsüyle karşı karşıya bulunduğunu sezdi, bir uzamsal labirentler öyküsüyle değil. Diyebiliriz ki, tuhaf bir biçimde, kitabın en safça okunuşları, en “yapısalcı” okunuşlar olmuştur. Saf okuyucu, içeriklerin aracılığı olmaksızı, bir öykünün varolamayacağı gerçekliğiyle doğrudan temasa geçmiştir.