Kısaca: Çamsaray, Konya ilinin Meram ilçesine bağlı bir köydür. ...devamı ☟
Çamsaray, Konya ilinin Meram ilçesine bağlı bir köydür. Tarihi İsa’dan sonra Hıristiyanlığın en büyük yayıcısı hatta kurucusu olarak kabul edilen kişi Pavlus (poll)dur. Pavlus aslen bugün Mersin ilinin bir ilçesi olan Tarsus doğumludur. Bir vesile ile havarilerin içine katılmıştır. Daha sonra öğrendiği yeni dini öğretileri kendi ülkesinde yani Roma topraklarında yaymaya başlamıştır. O dönemde çok tanrılı bir dini anlayış Ana doluda hüküm sürmekte idi. Bu çok tanrılı dini inanç büyük çoğunlukla Yunan dinin özelliklerini taşımakta ve mitolojik öğeleri bünyesinde barındırmaktaydı. Pavlus yeni dini yayma faaliyetleri, Roma politeizminin bunalımı sayesinde yoğun teveccüh görmüştür. Mevcut dini yapı, tek tanrı inancına uzak olsa da Hıristiyanlıktaki teslis inancı gibi unsurlar bu teveccühün sebepleri arasındadır. Halkın teveccühü ise merkezin(yönetimin) tepkisini çekmiştir. İlk birkaç yüzyılda Roma’nın büyük baskıları nedeniyle lystra, Kilistra gibi birçok merkez kapalı bir kültür oluşturmuşlardır. Dışardan gelecek saldırılara karşı koruma planına göre inşa edilmiş, dini öğeleri içeren yapıtlarla dolu şehirler kurulmuştur. Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesiyle de bu şehirler önemli dini merkez hüviyetine bürünmüştür. Lystra ve Kilistra antik kentleri Lystra, Pavlus ve Barnaba’nın, İkonia’dan (Konya) sürülüp kaçtıktan sonra geldikleri ve tebliğe başladıkları şehirdir. Bu şehir günümüzde Konya’nın güneybatısında, şehre 35 km. uzaklıktadır. Şehirden çok az eser kalmıştır. Günümüzde bir tümülüs(höyük) şeklindedir. Pavlus ve Barnaba, Lystra’ya gelince orada doğuştan bir kötürümü iyileştirmişlerdir. Bunu gören halk tanrılar inan kılığına girmiş diyerek onları Zeus ve Hermes’e benzetip onların adlarını takmışlardır ve bu şehirde bir Zeus tapınağı bulunmaktadır. Pavlus’un en büyük destekçisi olan ve Timeteos da Lystra’dandı. Yunan ve Anadolu mitolojisinde kutsala kabul edilen, bereket sembolü ve Zeus’un hayvanı olan boğa figürü yapılmış bir taş da bu höyüğün tepesinde bulunmaktadır. Kilistra ise Lstra’dan 12 km daha batıda olup Lystra’nın kalesi olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Bölgede yapılan radyometrik çalışmalar, sarı ve kirlibeyaz ponza çakıllı tabakaların hakim olduğu tüf kayaların, günümüzden 25 milyon yıl önce başlayan ve 15 milyon yıl süren Miosen devir (Üst Miosen) sonlarında, volkanik faaliyetlerle oluştuğunu gösteriyor. Görülen bu jeomorfolojik özellekleriyle, Kapadokya’yı (Ihlara, Karaman Taşakale ve çevresi) andırmaktadır. Kilistra’daki arkeolojik buluntular bu kentin daha eski bir döneme ait olduğunu göstermektedir. Kilistra adına, biri Konya’da (MS 4. yüzyıla ait), diğeri 1998′de yaptığımız kazı sırasında Söğütlü Deresi’ndeki şırahanenin eşiğinde bulunan iki ayrı mezar yazıtında rastlıyoruz. Özellikle şıra hanede sonradan eşik taşı olarak kullanılmış Latince yazıtın bulunuşu, hem Kilistra’nın yerinin kesinleşmesi, hem de bu antik kentin MS 1. yüzyılda mevcut olduğunu kanıtlaması açısından önem taşıyor: “Gaius’un oğlu Gaius Petronius, Quirina aşiretinden, Kilistra şehri vatandaşı, 7. Legion’un emekli askerlerinin şefi, 2 kere nişan aldım: Kolyeler ve bilezikler ve madalyalar. Oğlum Gaius ve Petronius ve yeğenim Lucius Petronius için bu mezar anıtının yapılmasını vasiyetnamemde emrettim. ” Yazıtta adı geçen kişinin Quirina aşiretinden olduğunun belirtilmesi, Roma imparatoru Augustus’un komutanlarından Quirunus’un da Kilistralı olduğunu düşündürüyor. Augustus döneminde bölgede (Lykaonia) kurulan askeri koloniler, özellikle Seydişehir yöresinde yaşayan Homonadeislerin saldırılarını püskürtme görevini üstleniyordu. Lystra’da bu koloni yerleşimlerinden biriydi. Burada yaşayan ilk hıristiyanların, gerek Homonadeislerin yağmalarına, gerekse Aziz Paulos ve Aziz Barnabas’ın misyonerlik çalışmalarının ardından Paganistlerin ve Musevilerin artan taciz ve baskılarına dayanamayıp Kilistra’ya geldikleri ve yerleştikleri söylenebilir. Kilistra’nın yerleşim alanlarında yapılan temizlik çalışmaları ve kurtarma kazılarıyla kentin antik yol girişleri, güvenlikle ilişkili (gözetleme kuleleri, karakol ve benzeri) yapılar, aralarında MS 7.-8. yüzyıldan itibaren kullanılan kaya oyuğu şapallerin bulunduğu dini yapılar, konutlar, sarnıçlar, şaraphane ve çanak çömlek atölyesi gibi üretim birimleri, şehir meclisi ve toplantı odası gibi toplumsal yapılar ortaya çıkarıldı, çoğunun restorasyonu bitirildi. Bugünkü yerleşim dokusunun bulunduğu höyüğün altının da bir yeraltı şehri olduğu anlaşıldı. Pavlus’un Lystra’ya geldiği sırada bu şehrin ve Kilistra’nın halkı çok tanrılı bir inanca sahipti. Klistra’daki kalıntılardan bu şehirde Frigyalıların ve Lidyalıların yaşadıkları anlaşılmaktadır. Bu gün bir köy olan Kilistra’da bulunan kaya mezarlar Friglerin kullandığı kaya mezarları andırmaktadır.6 Bu kaya mezarlarda yapılan kazı çalışmalarında bulunan ve bir krala ait olduğu sanılar eşyalar oradaki insanları ölüm sonrası hayata inandıklarını göstermektedir. Mezarlarda çeşitli kişisel eşyalar ve günlük kaplar bulunmuştur. Kaya mezarların hakim noktalara, tepelere yapılmış olması, ölen ruhların geride kalanları izledikleri, gördükleri anlayışına dayalı bir inancın var olduğunu göstermektedir. Kilistra’nın etrafında bulunan ve hala açılmamış olan höyüklerin de Friglerin krallarına ait olduğu sanılmaktadır. Çünkü Frigler soylu ölülerini höyüklere gömüyorlardı. Höyüklerin derinlikleri ise içindeki ölünün önemine, mevkisine göre belirlenmekteydi.7 Şehirde Frigyalılardan sonra Lidyalılar da yaşamışlardır. Parayı bulup ticareti değiş tokuştan kurtaran medeniyet olarak bilinen Lidyalılar şehirleri bir birine bağlayan önemli bir ticaret yolu da inşa etmişlerdir. İsmi Kral Yolu olarak bilinen bu yol Kilistra’nın da içinden geçmektedir. Bu yol taş döşenerek ve engebeler düzenlenerek yapılmış, böylece ticaret kervanlarının rahat yolculuğu amaçlanmıştır. Köyde hala canlılığını koruyan bir mitolojiye göre bir tümülüs şeklinde olan köyün altı bir yer altı şehri şeklindedir. Bu yer altı şehrinin iki girişi bulunmakta ve her girişinde altından birer aslan heykel bulunmaktadır. Bu altın ve aslan temalarının Lidya mitolojisi ve kral Midas ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Kilistra antik kenti doğusunda bulunan Lystra’nın önemli hale gelmesiyle birlikte bir kale ve sığınma şehri haline gelmiştir. Lstra’da yaşayıp ta Roma’nın baskısında kaçan insanlar bu şehirde yaşamışlardır. Şehirde bulunan kaya oymalarının ise hangi döneme ait oldukları konusu tartışma götürür niteliktedir. Şimdiki köy halkı tarafından “Sandık Kaya” olarak bilinen Şapel (kaya kilisesi) bu yapıtlardandır. Hıristiyanlığın Kilistra’ya ulaşıp yayıldığı zaman kaya oymacılığı değil taş binalar yapılmakta idi. Aynı döneme ait birçok kilise veya saraylar gösterişli taş yapıtlardan oluşurken bu kilisenin tek parça bir kayadan oyulmuş olması ilgi çekici yönüdür. Hıristiyanlığın birçok öğesini Anadolu ve Yunan mitolojisinde temellendiren Pavlus bence Kilise şeklini ve temasını da daha önceki bir döneme ait olan bu tapınaktan almıştır. Çünkü Hıristiyanlığın temel öğelerinden biri olan “haç”ın da Yunan mitolojisi kaynaklı olduğu bilinmektedir. Kilise teması ve Kilise içinin teması da muhtemelen bu tapınak kaynaklıdır. Oldukça eski imkanlarla yapılmış olan bu mekan antik kentteki diğer kaya oyması mekanlarla benzerlik arz etmektedir. Kilisenin hemen bitişiğindeki iki mezarın bu tapınaktaki görevlilere ait olduğu sanılmaktadır. Çünkü yapılan kazı çalışmalarında mezarlardan oradaki kişiye ait şahsi eşyalar da çıkmıştır. Hıristiyanlıkta ise böyle bir gelenek söz konusu değildir. “Sarı kız” efsanesi mahiyeti çok fazla bilinmese de hala yaşayan ve köklerini çok eski inanışlardan aldığı düşünülen bir mitosdur. Kilistra ve çevresinde bulunan su sarnıçları yakın döneme kadar köy sakinlerinin su ihtiyacını karşılamakta idi. İşte bir efsane olarak yaşadığı düşünülen “Sarı kız” da bu mekanlara yaşamaktadır. Sarı saçlı güzel bir görünüşe sahip bir kadındır. “Sarı kız”ın su ile bağdaştırılması, güzelliğinin anlatılması, bu mitosun güzellik tanrıçası olan ve sudan, suyun köpüğünden ortaya çıkan Afrodit’in bir olduğunu göstermektedir. Kilistra'nın yaklaşık 4 km batısında bulunan “Alısumas” dağı da birçok harabeyi bünyesinde barındıran ve keşfedilmeyi bekleyen bir hazinedir. Oldukça dik yamaçları olan bu dağın tepesinde bir şehir harabesi bulunmaktadır. Bu harabenin bu gün sadece giriş kapısı ayakta kalabilmiştir. Kara yoluyla ulaşım olmadığı için herhangi bir bilimsel araştırma yapılmamış olduğundan tarihi konusundaki bilgiler tahminlerden ibarettir. Bu harabenin etrafı bir surla çevrilidir. Duvarların kalınlığının 1 metreden fazla olması kale kapısı görünümündeki giriş kapısının 2,5 m genişliğe ve bir o kadar da yüksekliğe sahip olması burada yaşayan medeniyetin oldukça güçlü olduğu ve yine kendisi gibi güçlü bir düşmanla karşı karşıya olduğu tezini güçlendirmektedir. Harabede bulunan büyük ve gösterişli sütunlar, anlatılan “Kırk Kulplu Kazan” efsanesi burada yaşayan halkın maddi zenginlik sahibi olduklarını da göstermektedir. Efsaneye göre şehir halkı bir saldırı sonucu orayı terk etmek zorunda kalır. Terk ederken de bütün servetlerini içinde biriktirdikleri devasa bir kazanı gömerler. Kazanın içi altın doludur ve tam kırk tane kulpu vardır. Şehirlerini istila edenlerin altınlarını bulmalarını istemezler. Kazanı gömdükten sonra üzerine meşe ağacının meyvesi olan palamut (pelit) dökerler. Böylece içi altın dolu Kırk Kulplu Kazan’ın üzerinde ağaçlar biter. Artık kazan bir ormanın altındadır. Alısumas Dağı'nın güney yamacındaki sarp kayalıkların da yaratılışına dair bir mitoloji mevcuttur. “Kız Yapısı” adı verilen bu kayalıklar oldukça sarp görünümlüdür ve tam ortasında bir mağara bulunmaktadır. Mitolojiye göre düşman olan bir kız ve bir oğlan kozlarını paylaşmak için bir iddiaya tutuşurlar. Erkek, Dağın güney yamacına bir bina yapmaya başlar. Bu binanın bu gün güney duvarı hala ayaktadır ve Kilise(rahip okulu olarak bilinmektedir. Kız da o kayalıkları yapmaya başlar. Efsaneye göre erkek harç karmak için, kız da kaylara şekil vermek için oldukça aşağıda bulunan dereden ağızlarıyla su çekerler. Uzun süren yarış sonunda oğlan binayı bitirir. Anlaşmaya göre önce bitiren diğerini kendi yapısında kurban edecektir. Nihayetinde Kız Yapısı kayalıklarındaki mağaranın ağzında oğlan kızı kurban eder. Bugün mağaranın ağzında donmuş kanı andıran siyahımsı bir leke bulunmaktadır. Bu leke kızın kanı olarak nitelendirilir. Alısumas dağının güneyindeki yapı bugün kilise olarak bilinmektedir. Bir papaz okulu veya rahip okulu olarak yapıldığı sanılan binanın sadece güney duvarı ayakta kalabilmiştir. Rahip okulu olarak da bilinen kilise, oldukça sarp bir yamaca yapılmış ve dış dünyayla bağlantısı zor bir mekan seçilmiştir. Hıristiyanlığın Bizans tarafından resmi olarak kabulünden sonra yapıldığı tahmin edilmektedir. Binanın kalıntıları, resimler ve işlemeler daha modern bir yapı olduğunu düşündürmektedir.