Osmanlı İmparatorluğu'nun Iktisadi Yapısı

Kısaca: Başçuhadar Sadrazamın Giyeceklerini Muhafaza Edip Taşıyan Defterdar Maliye Bakanı Defter Emini Devlet Arazi Kayıt Defterlerinin Muhafızı Nişancı Devlet Bakanı Darbhane Emini Darbhanenin Amiri ...devamı ☟

Başçuhadar Sadrazamın Giyeceklerini Muhafaza Edip Taşıyan Defterdar Maliye Bakanı Defter Emini Devlet Arazi Kayıt Defterlerinin Muhafızı Nişancı Devlet Bakanı Darbhane Emini Darbhanenin Amiri ]] Osmanlı Devleti, beylik döneminden itibaren sistemli bir mali teşkilata sahip olmuştu. Osmanlılardaki ilk maliye teşkilatının Murat Hüdavendigar (I. Murat) zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa ile Karamanlı Kara Rüstem Paşa tarafından yapıldığı belirtilmektedir. Bu bilgiler ışığında meseleye bakıldığı zaman Osmanlı maliyesinin daha ilk kuruluş dönemlerinde ortaya çıktığı ve devletin buna büyük bir itina gösterdiği anlaşılmaktadır. Fatih zamanında hazırlanan kanunnamede "Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur" ifadesi ile tarihi bilgilere göre ilk Osmanlı hükümdarlarının, bir araya getirilip tedvin edilmemiş kanunname hükümleri ile amil oldukları anlaşılmaktadır. Fatih kanunnamesinde yer alan Ve yılda bir kerre rikab-i Hümayunuma defterdarlarım irad ve masrafım okuyalar hil'at-i fahire giysinler. ve Ve hazineme dahil ve hariç olan akça, defterdarlarım emri ile dahil-hariç olsun ifadeleri, Osmanlıların maliye teşkilatına ne denli önem verdiklerini, bu anlayışa daha ilk zamanlardan beri nasıl sahip çıktıkları görülmektedir. Aslında bu gerekli idi. Çünkü gelir ve gider hesapları olmayan, neyin nereden ve ne zaman geleceği bilinmeyen ve bu konuda matematiki bir bilgiye sahip olmayan bir devlet düşünülemez. Mali Teşkilat Osmanlı maliye teşkilatının başında "Defterdar" adi verilen bir görevli bulunmaktadır. Bu görevli, günümüzdeki Maliye Bakanlarının yerine getirmekle yükümlü oldukları görevleri yapıyordu. Önceleri teşkilatın başında bir defterdarla, onun maiyeti vardı. Bütün mali işlerden bu Baş defterdar sorumlu idi. Ancak zamanla Osmanlı ülkesinin genişlemesi üzerine defterdar sayısı ikiye çıkarıldı. Kanunnamede de belirtildiği gibi defterdar padişah malının vekili idi. Kuruluş döneminde gelirler, daha fazla bir yekun tutuyordu. Buna karşılık masraflar pek o kadar fazla değildi. Zira bu dönemde Osmanlı askerinin büyük bir kısmı tımarlı sipahi idi. Ayrıca devlet erkanından çoğunun has ve tımarlarının geliri kendilerine yetiyordu. Devletin masrafı ise sadece Kapıkulu askerlerine verilen para (maaş) idi. Gelirlerin fazlası ise cami, medrese, köprü, han, hamam vs. gibi imar işlerinde kullanılıyordu. Hazine Osmanlı maliyesi, "Miri hazine" (veya dış hazine) ile Enderun (veya iç hazine) hazinesi olmak üzere iki kısımdı. Dış hazinenin görev ve yetkisi, devletin genel gelirlerini toplamak ve gerekli masrafları yerli yerinde kullanmak şeklinde belirlenmişti. İç hazine ise padişaha aitti. Padişahlar, bu hazineyi istedikleri şekilde kullanıyorlardı. Şayet dış hazinenin parası yetişmez ise iç hazineden borçlanmak suretiyle ödünç para alınırdı. Dış hazine, vezirde bulunan hükümdar mührü ile açılıp kapanırdı. Bu hazine, defterdarın sorumluluğu ve vezirin denetimi altında idi. Bundan bir müddet öncesine kadar ilk Osmanlı sikkesinin Orhan Bey'e ait olduğu biliniyordu. Fakat Osman Bey'e ait sikkenin bulunmasıyla eski bilgi, geçerliliğini kaybetti. Buna göre ilk Osmanlı parasının Osman Gazi döneminde tedavüle çıktığı anlaşılmaktadır. Gümüşten mamul Osmanlı parasına "akça" deniyordu. Her padişah, hükümdarlık alameti olarak kendi adına para bastırırdı. Osmanlı hükümdarları Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar gümüş ve bakır para bastırdılar. Kuruluş döneminde ve daha sonraki dönemlerde paranın ayarına ve saf gümüş olmasına özen gösteriliyordu. Vergiler Osmanlı maliyesinin farklı gelir kaynakların başında halktan toplanan vergiler geliyordu. Kamu hizmetlerinin düzenli bir şekilde devamlılığını temin için baş vurulan bir çare olan verginin, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatlarında önemli bir yeri bulunmaktadır. Siyasi bir çevre içinde ortaya çıkan İslam, kendisinden önceki din ve toplumlarda mevcut olup tatbik edilen vergilerle karsılaştı. Vergi, amme menfaat ve islerinin tanzimi söz konusu olduğu zamanlarda, fertlere yüklenen bir mükellefiyet olduğuna göre İslam, kendisinden müstağni kalamazdı. Bununla beraber İslam vergi sistemi, birdenbire ve topyekun vaz' edilip uygulama sahasına konmamıştır. O, İslam'ın yayılışına ve ihtiyaçların ortaya çıkısına göre yirmi senelik tesrii bir tekamül sonunda müesseseleşmiştir. Osmanlı devlet rejiminin, kendinden öncekilerden devr alıp tatbik ve inkişaf ettirdiği vergi sistemi, amme idaresi ve devletin iktisadi tarihi bakımından önemli bir yer tutar. Bunun için, iktisadi tarihin önemli bir bölümünü meydana getiren vergi sistemini iyi değerlendirmek gerekir. Kurulusundan itibaren Müslüman bir toplumu ifade eden Osmanlı Devleti, inkişaf ettirip kemal mertebesine ulaştırdığı müesseseleri ile, tebeasindan tahsil ettiği verginin temeli, İslam hukukunun kaynaklarına dayanıyordu. Siyasi bir birlik olarak tarih sahnesinde görünmesinden itibaren birçok vergi kalemi tarh etmek zorunda kalan Osmanlı Devleti'nin bu uygulaması, yüzlerce vergi ismi gösteren cetvellerle tasvir edildiği kadar karmaşık ve anlaşılmaz değildir. Gerçekten mıntıka ve zamanlara göre farklı isimlerle toplanan bunca vergi kalemi, sağlam kaidelere dayanan bir sistemin esas hatlarını çizmek suretiyle, bize lüzumlu bilgiyi verecek şekilde basitleştirilebilir. Osmanlı devlet sisteminin önemli müesseselerinden biri olan maliyenin, temel dayanağını teşkil eden vergi, genel manada iki ana bölüme ayrılır. Bunlardan biri tamamıyla şeriata dayanan ve esas itibari ile Kitab (Kur'an) ile Sünnet'ten kaynaklanan "Ser'i

Vergiler

"dir ki buna "Tekalif-i Ser'iyye" denmektedir. İkincisi de bas gösteren mali sıkıntılar yüzünden devlet tarafından bir zorunluluk sonucunda konan "Örfi

Vergiler

"dir ki buna da "Tekalif-i Örfiye" denir. Müslüman bir cemiyete istinat eden bünyesi ile ser'i hukuku hem nazari hem de ameli bir şekilde ve her sahada uygulamaya koyan Osmanlı Devleti, diğer Müslüman devletlerin bu konudaki tatbikatlarını gözden ırak tutmuyordu. Bu bakımdan, Osmanlı tarih ve teşkilatlarını baslı basına ve kendinden öncekilerden tamamen ayrı düşünemeyiz. Çünkü Osmanlılar, kendilerinden önce Anadolu'ya gelip yerleşmiş bulunan Müslüman Türklerin yasayış tarzlarını, ahlak, iktisat, adet, örf ve diğer özelliklerini almaktan çekinmiyorlardı. Bunun içindir ki, bir şehir veya kasaba Karamanlılardan, Selçuklulardan, Germiyandan veya başka bir beylikten Osmanlılara geçmekle fazla bir değişikliğe uğramıyordu. Çünkü Osmanlı Devleti teşkilat ve müesseseleri ile Anadolu beylikleri teşkilat ve müesseseleri arasında pek büyük farklar bulunmuyordu. Osmanlı vergi sisteminin özelliklerinden biri de tebeadan alınan verginin kendisini (tebea) ne mali, ne de hukuki yönden rencide etmemiş olmasıdır. Hatta bu, sadece devletin bizzat kendisinin aldığı vergilerde değil, onun adına timar sahibinin aldığı vergilerde de geçerli idi. Öyle ki, dirlik sahibi, reayadan cins ve miktarları kanunlarla tayin edilmiş olan bir kısım vergiden fazlasını tahsile selahiyetli değildi. Yetkisini asıp onu kötüye kullanandan dirliği, bir daha geri verilmemek üzere alınırdı. Osmanlı vergisi iki ana bölümden oluşmaktadır. Bunlardan biri Şer'i

Vergiler

, diğeri de

Örfi vergiler

dir. Şer'i vergiler Osmanlı Devleti'nde Tekalif-i Şer'iyyenin temelini teşkil eden vergilerin tarh, cibayet vs. gibi hükümleri, fıkıh kitaplarında tafsilatlı bir şekilde anlatıldıkları gibiydi. Bununla beraber farklı din, dil ve milliyetlere mensup kimseleri sınırları içinde barındırdığı için, tekalif-i ser'iyye bölümüne dahil vergilerin isim ve çeşitleri de farklı olagelmişlerdir. Bu bakımdan Zekat, Öşür, Cizye ve Haraç gibi temel vergilerden başka bunların kısımları olarak seksen kadar vergi kalemi bulunmaktaydı. Zekat Zekat, İslam'ın beş esas şartından birini teşkil etmektedir. İslam hukukuna göre zekat, bir ihsan veya basit bir sadaka değildir. O, devlet ve toplumun fert üzerindeki hakkıdır. Devlet, zekat verip vermeme hususunda mükellefi serbest bırakmaz. Onu, amilleri vasıtasıyla toplamak ve yerine sarf etmek zorundadır. Belli şartları taşıyan her Müslümanın vermekle mükellef olduğu zekat, Osmanlı Devleti'nde diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi uygulanıyordu. Haraç Haraç, Osmanlılarda daha ziyade gayr-i Müslim tebeayi ilgilendiren vergilerden biridir. İslam vergi hukukunda olduğu gibi Osmanlılarda da Haraç iki kısma ayrılmaktadır. Bunlar Haraç-i Muvazzaf ve Haraç-i Mukasem adını taşımaktadırlar. Haraç'ın bu iki kısmı da ser'i vergilerden olduğu için gerek ilk tarhı, gerekse ilk tahsili ile ilgili bir başlangıç tesbit etmek mümkün değildir. Bununla beraber 17 Mayıs 1456 tarihli bir fermanda belirtildiğine göre Fatih Sultan Mehmet, babası II. Murat'ın Kostandin'de derbent bekleyen yirmi kadar kefereyi haraçtan muaf saydığı, kendisinin de buna aynen uyduğu görülmektedir. Bu belge, haraç uygulamasının kuruluş döneminde mevcut olduğunu göstermektedir. Haraç-i Muvazzaf, arazi üzerine maktu bir şekilde konmuş bulunan akça olup zaman ve mıntıkalara göre farklı isimler alıyordu. Bunların bir kısmı adeta toprağın ücreti olarak alınmaktaydı. Bu gruba girenlerden bir kısmım söyle isimlendirmek mümkün olacaktır: Resm-i Çift, Resm-i Zemin, Resm-i Asiyab, Resm-i Tapu, Bir kismi da bir çesit sahsi vergilere girmekteydi ki bunlar da: Resm-i Arus, Resm-i Mücerred, Ispenç ve Dühan gibi isimler aliyordu. Biraz asagida görülecegi gibi Harac-i Mukasem, Osmanlılar döneminde "öşür" kelimesi ile ifade ediliyordu. Öşür Öşür, İslam vergi hukukuna göre, zirai mahsullerden belli şartlar dahilinde Müslüman halktan alınan vergiye denir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi, mülk olan "arazi-i öşriyye"den sadece öşür alınmaktaydı. Bu dönemde Osmanlılarda arazi biri "Öşriyye" diğeri de "Haraciyye" olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Fakat XIV. asrin son çeyreğinden itibaren bazı sebeplerden dolayı birtakım değişiklikler yapılarak, arazinin bir kısmı "Emiriyye" olarak kabul edildi. Bu durum, daha sonraları Hicaz mıntıkası hariç kalmak üzere "Osmanlılarda arazi sultaniyyedir" seklinde ifadesini bulacak olan bir vaziyete getirilmiş oldu. Binaenaleyh, Osmanlı Devleti'nde öşür denince biri kuruluş dönemindeki mülk arazi mahsulatından alınan vergi ve sonraları sadece Hicaz bölgesinde alınan öşür ile, diğeri de arazi-i emiriyyeye mahsus olmak üzere alınan ve "amme-i nas tarafından galat-i fahis" olarak kendisine öşür denen "haraç-i mukasem" anlaşılmaktadır. Zira Osmanlılarda haracın mukasem kısmına öşür adi verilmekteydi. Osmanlı Devleti'nde, öşür kelimesi yerine başka tabirler de kullanılıyordu ki bunlar, son dönemlerde ortaya çıkmıştı. Dimus, Ikta ve Salariye bu neviden kelimelerdi. Dimus, Suriye'ye ait defterlerde, Ikta, Irak mıntıkasına ait defterlerde Salariye ise Anadolu ve Rumeli defterlerinde zikr edilmekteydi. Osmanlı Devleti'nde öşür, su aşağıdaki maddalerden de alınmaktaydı: Bağ, sıra, bahçe, bostan, fevakih, kovan, harir, pamuk, giyah, odun ve ag (balık). Cizye İslam hukukuna göre cizye, devletin, Müslüman olmayan vatandaşını (tebeasini) yakından ilgilendiren, devletin Müslüman tebeadan aldığı zekat karşılığıdır denebilir. Zira Müslüman olmayan tebeayi cizyeye bağlamakla, devlette bir denge sağlanmış bulunuyordu. İslam nazarında Müslümanlarla zimmiler (devletin Müslüman olmayan tebeasi = ehl-i zimmet) devletin vatandaşlarıdır. Ayni haklardan faydalanmakta ve ayni ölçülerde devletin imkanlarından yararlanmaktadırlar. Bu sebeple, Müslümanların ödediği zekata karşılık, ehl-i zimmette cizye vermekteydi. Osmanlı vergi hukukunun Tekalif-i Ser'iyye bölümüne dahil olan cizye, maliyenin en önemli gelir kaynaklarından birini teşkil ediyordu. Müslüman bir devlet olması hasebiyle bu devlete, cizye uygulamasının ilk kuruluş yıllarından itibaren başladığı söylenebilir. Devletin, idaresinde bulunan gayr-i Müslimlerin haklarım korumak, onlara gelebilecek zararları ortadan kaldırmak ve askerlik hizmeti karşılığında aldığı bu vergi, önemsiz denebilecek kadar az bir şeydir. O kadar ki bunu, Müslüman vatandaş ile Müslüman olmayan vatandaş arasında mühim ve farklı bir muamele olarak görmek mümkün değildir. Gerçekten devlet, tebeasi olan zimmilerin bütün haklarını koruduğu gibi onlara gelebilecek zararları da ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hatta, onlara yapılan bir haksizlik veya onlara karsı islenen bir suç, anında en ağır bir şekilde cezalandırılırdı. Nitekim 26 Kasım 1567 tarihli ve Alacahisar Beyi'ne gönderilen bir hükümde, dağda üç nefer zimmiyi katleden dört sipahinin suçlarının sabit görülmesi üzerine idam edilmeleri gerektiği bildirilmektedir. Bu belge, suç isleyenlerin din, irk ve milliyetlerine bakılmaksızın, suçlarının gerektirdiği cezaların verildiğini göstermektedir. Günümüzde çok normal görünen bu olay, o asırların dünyasında bu kadar rahatlıkla uygulanamazdı. Osmanlılarda, padişahların cizye ile ilgili bütün resmi tahrirleri şeriatın cizyeye ait kararlarına dayanıyordu. Nitekim daha Sultan I. Murat Han zamanında bu verginin İslam hukukuna uygun olarak iki şekilde toplandığı görülmektedir. Bu şekillerden biri, Köstendil Tekfuru Konstantin ile anlaşılarak alınan Maktu Cizey, diğeri de Bosna ve Hersek ile sair tebeadan alınan Ale'r-Ruus Cizyedir. Osmanlı Devleti'nde bu vergiyi vermekle yükümlü tutulan kimseler, sadece ergenlik (buluğ) çağına gelmiş akil ve vücutça sağlam olan erkeklerdir. Ayrıca sadaka ile geçinen rahipler, çalışamayacak derecede bir rahatsızlığı olup fakir düsenler, 14-75 yaslarından küçük veya büyük olanlar ile kadınlar cizyeden muaf idiler. Bundan da anlaşılacağı üzere Osmanlılarda cizye, tamamen İslam hukukunun esaslarına göre uygulanıyordu. Başlangıçta, devletin bütün bölgelerinde ayni miktarda cizye alınmıyordu. Zira bu dönemde, tedavülde bulunan paranın kıymet ve değeri de ayni değildi. Bu sebeple cizye miktarı, verilen fetvalara ve bölgelere göre azalıp çoğalabiliyordu. Bu konuda dikkatimizi çeken en önemli fetva Seyhülislam Ebussuud Efendi (1545-1574)'nin fetvasıdır. Bu fetvaya göre biz, o dönemin fakirlik ve zenginlik ölçüleri gibi toplumun sosyal yapısı hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Nitekim o, "amele kadir olan kafir ki, ikiyüz dirhem-i ser'iyeye kadir olmaya, ol makule ednadir, on iki dirhem-i ser'i alınır. İkiyüz dirhem-i ser'iyyeye kadir olup amele kadir olan evsat makulesidir, yirmi dirhem-i ser'i alınır. On bin dirhem-i ser'iyyeye malik olan 'a'la makulesidir, onlarin cizye-i ser'iyeleri kırk dirhem-i ser'idir" demektedir. Kısmen toplumun sosyoekonomik durumundan kaynaklansa bile büyük ölçüde devlet müsamahasının bir neticesi olarak cizye mükellefinin tabi bulunduğu sınıflamada en az cizye verenler (edna sınıfı), her zaman öbür sınıflardan daha fazla olmuşlardır. Örnek olması bakımından 1103 (1691) senesinin Brud (Brod) kazası ve tevabiinde cizye verenlerin sınıflarına göre sayısına baktığımız zaman karsımıza aşağıdaki tablo çıkmaktadır: A'la: 27 Evsat: 147 Edna: 166. Müslüman devletlerde cizye mükellefi, bütün insani hak ve vecibelerden rahatlıkla istifade edebilmekteydi. C.H. Becker'in İslam Ansiklopedisi'ndeki "Cizye" maddesinde belirttiği gibi cizye ödeyen mükellefler, İslam devleti ile yalnız iman ve ayinlerine müsamaha değil, hatta himaye isteme hakkini da kendilerine bahseden bir mukavele akd etmiş olurlar ki, benzer örnekleri Osmanlı Devleti'nde çokça görmek mümkündür. Nitekim Edirne'de meydana gelen bir yangında, dükkanları yanan Yahudilere, devlet tarafından verilen atiyye ile yardımın taksim seklini gösteren bir belgeye sahip bulunuyoruz. Osmanlı Devleti'nde hazine için tahsil edilen cizye, her senenin Muharrem ayında değişik müesseselerce toplanıyordu. Birliği ortadan kaldıran bu uygulama, bazen devlet hazinesini büyük sıkıntılara sokuyordu. Bu durumu düzeltmek için 1101 (1689) senesinde Sadrazam Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa, devrin ilgilileri ile yaptığı istisareden sonra, cizyenin toplanmasını belli kaide ve sistemlere bağlayarak toplama isinin tek elden yapılmasını sağladı. Bundan sonra her üç sınıf zimmi için ayrı birer mühür kazdırdı. Bunlara "a'la", "evsat" ve "edna fakir" gibi kayıtlar koydurttu. Her sene için tarihleri değişen bu mühürlerin ve dolayısıyla cizye mükelleflerinin, birbirinden açık ve kesin çizgilerle ayrılabilmesi için bunların gerek şekillerinde ve gerekse yazı karakterlerinde farklı uygulamalara gidildi. Bu uygulama o kadar yaygınlaştı ki, aşağıda fotokopilerini göreceğiniz mühürler 1852 senesine aittir. Demek oluyor ki cizyenin kaldırılışına kadar bu uygulama devam etmiştir. Bu uygulamada cizye mühürleri ile birlikte cizye kağıtlarının renkleri de değişiyordu. Kağıtların üzerinde de cizyenin hangi seneye ait olduğu, sınıfı, cizye muhasebesi, bas hazinedar ve cizye umum mülteziminin isimleri vardı. Osmanlılarda cizye uygulaması, 1855 senesinde cizyenin, Bedel-i askeriyeye tebdili zamanına kadar devam etti.

Örfi vergiler

Osmanlılarda ser'i vergilerin yanında, temeli ihtiyaçlardan doğan ve örfe dayanan bir vergi daha bulunmaktadır. Bu, örfi vergiler veya tekalif-i örfiyye denilen ayrı bir kategoride mütalaa edilir. Osmanlı Devleti, kendisinden önceki diğer devletlerde olduğu gibi fazla miktarda askerin beslenmesi, donatılması ve harbe hazır bir duruma getirilebilmesi ile donanmanın hazır halde bulundurulması gibi mecburiyetlerden dolayı, örfi vergileri belirleyip koymak zorunda idi. Savaşlar, durmaksızın devam ediyor ve ser'i vergiler de bu durumun yüklediği masrafları karşılamaktan uzak bulunuyordu ve devleti böyle bir vergiyi koyma zorunda bırakıyordu. Bunun için devlet, II. Bayezid (1481-1512)'in son senelerine tesadüf eden günlerde "Imdadiye-i seferiye" adi ile bir örfi vergi koymak suretiyle bu sıkıntıyı ortadan kaldırıp gidermeye çalışıyordu. Devlet için ser'i vergilerden ayrı olarak örfi vergi tarh etmek, bir zaruret halini almıştı. Bu mecburiyet, devleti, vaz' ettiği (koyduğu) bu örfi vergileri devam ettirmek ve miktarının azalmaması için gerekli tedbirlere bas vurmak zorunda bırakıyordu. Yine bu zaruretin bir sonucu olarak örfi vergilerin şayi ve kalemleri, belirten ihtiyaçlara göre çoğaltılıyordu. Böyle bir uygulamaya müsaade edildiğine daha önce de temas edilmişti. Zaten Osmanlı sultanlarının bu hususta ser'i hukuka göre hareket ettikleri, emir ve fermanları ile, eski uygulamaları bir araya toplayan kanunname mecmualarının basında bulunan "ser'-i serife muvafakati mukarrer olup halen muteber kavanin ve mesali-i ser'iyyedir" ifadesinden de açıkça anlaşılmaktadır. Normal olarak geçici olması gereken ve fakat bir biri ardi sira gelen muharebe ve ekonomik sıkıntılar neticesinde devamlılık kazanan örfi vergileri de iki kısma ayırmak mümkündür: # Tekalifi adiye # Tekalif-i sakka

Tekalif-i Âdiye

Ser'i hukuka göre mali bir terim olarak "ca'l" adi da verilen bu vergi türü, aralıksız devam eden harp ve mali krizlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Böyle bir zaruretin, örfi vergilerin konmasına cevaz ve imkan sağladığı daha önce anlatılmıştı. Binaenaleyh, İslam hukukunun müsaade ettiği bu nevi vergilerin Osmanlı Devleti'nde bulunmasında bir sakınca yok demektir. Bu yüzden "tekalif-i örfiyye" diye zikr edilen vergilere ser'an ruhsatın verildiğini söyleyebiliriz.

Tekalif-i Sakka

Bu, harp, mali kriz ve tabii afet gibi bir zarurete bağlı olmadan tekalif kaideleri dışına çıkılarak konmuş bulunan vergilerdir. Belli bir kaide ve sistemi olmadığından bu tip vergilerde hak ve adalete pek riayet edilmeyeceğinden, böyle vergilere ser'an müsaade edilmemiştir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) devrinin sadrazamı Lütfi Paşa (H. 942-947) bu konuya temasla söyle der: "Cenk içinde askere hilaf-i kanun vergi vermemek gerektir." Osmanlılarda, Tanzimat'a kadar devam eden örfi vergilerin bu ikinci kısmı olan "sakka"nin olmadığını, tebea üzerine böyle bir verginin tarh edilmediği, ancak bazı vergilerin buna benzemelerinden dolayı "sakka" zannedildikleri belirtilmektedir. Bununla beraber, bilhassa XVII. asırdan itibaren bu tip vergilerin zaman zaman ortaya çıktığı bilinmektedir. Fakat padişahlar, bununla mücadele ediyor ve böyle bir yola bas vurulmaması için "adaletnameler" gönderiyorlardı.

Örfi vergiler

in tahsili

Örfi vergiler

in tahsili, ser'i vergilerin tahsilinden farklı idi. Ser'i tekalif, umumiyetle zirai mahsul sahibi reayaya, daha doğru bir ifade ile köylüye hasr edilmiş görünmektedir. Gerçi zekat ve cizye gibi ser'i vergiler, bu kaidenin dışında bulunmaktadır. Fakat zirai mahsul ile daha çok hasir nesir olan köylü, öşür ve haraç gibi zirai vergilerin mükellefi bulunmaktadır. Buna karşılık örfi vergiler, daha çok şehirliyi bilhassa ticaret erbabını ve pazarlarla alakalı kimseleri kapsamaktaydı. şehirlerde tatbik olunan örfi tekalif sekli, bilhassa ticaret ve sanayi faaliyetine dayanmakta olduğundan birçok vergi bu kısma dahil bulunuyordu. Keza büyük bir kısmının devlet adına sipahiler tarafından alındığını bildiğimiz ser'i vergilerin aksine bu, her sene vali, mütesellim ve voyvodalar tarafından, mıntıka ileri gelenleri ve kadı marifetiyle memleketin nüfusu veya evi (hane) üzerine tarh olunuyordu. "Ruz-i Hizir" ve "Ruz-i Kasım" hesabına göre senede iki taksitle alınmak üzere tevzi defterleri tanzim ediliyordu. Tanzim edilen bu defterler, ser'iye mahkemelerinin siciline kaydedilirdi. Bu defterlere bir memleket halkından, toplanması kararlaştırılmış ne kadar örfi vergi varsa tamamı yazılırdı. Yazılan bu miktar, eşit şekilde fertlere taksim edilerek alınırdı. Bu defterlerin tasdikli bir sureti, tahsil için kethüda, emin veya özel memurlara verilirdi. Vergi mükellefleri de bu defterlerin kapsadığı sekil ve miktarda vergilerini vererek, kendilerine düsen vatandaşlık görevlerini yerine getirmiş olurlardı.

İmdadiye-i seferiye

Zaman ve mıntıkalara göre isimleri ile birlikte çeşitleri de değişen örfi vergiler, hazinenin vaz geçemiyeceği bir mali yardim halini almıştı. Bu vergilerin basında "imdadiye" diye isimlendirilen vergi gelmektedir. "imdadiye-i seferiye" ve "imdadiye-i hazariye" olmak üzere iki kısma ayrılan bu vergi, isminden de anlaşılacağı üzere sefer ve harplere bağlı olarak tarh ve cibayet edilen bir vergi kalemidir. Muharebe masraflarını karşılamak üzere vatandaşlardan alınan bir vergidir. Bu vergi, Osmanlı Devleti'nin, durmak bilmeyen harplerle karsılaşması yüzünden hazinenin, mali külfeti kaldıramaması sebebiyle konulmuştu. Muharebeler esnasında, boşalan devlet hazinesinin (beytü'l-mal) ihtiyacı olan parayı tedarik etmek ve askerin donatılmasını sağlamak için konulan imdadiye vergisi, bazen hazineye gönderilir, bazen da doğrudan doğruya orduya memur olan serdarlara verilirdi. miktarı, durum ve ihtiyaca bağlı olarak fermanlarla artıp eksilen bu vergi kalemi, tevzi defterlerine yazılıp toplanırdı. Bu vergi, sadece esnaf, tüccar vs. gibi halk tabakalarından alınmıyordu. Duruma göre devlet adamları da bu vergiye istirak ediyorlardı..

Avarız

Osmanlı Devleti'nde, örfi vergiler kısmına giren vergi kalemlerinden biri de "

Avarız

" adini taşıyan vergidir. Bu vergi, yüklenen bedeni, mali ve ayni bir vergidir. Avariz-i divaniye adi ile de anılan bu vergi, devlet masraflarının memleket nüfusuna tevzi ve taksimi sonucu ortaya çıkmıştır. Çok eski bir vergi olmakla beraber, ne zaman ihdas olunduğu kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber bu verginin Osmanlılardan önce Anadolu beyliklerindeki mevcudiyetinden bazı vesikalar sayesinde haberdar olmaktayız. Vergi muafiyetini ilgilendiren bu belgeleri yayınlayan Uzunçarsili, benzerinin Osmanlılarda da aynen uygulandığını bildirerek söyle der: "Anadolu beyliklerindeki vergi ve rüsumdan yani "avariz-i divaniye" ve "rüsum-i örfiyye"den muafiyet muameleleri, birbirlerinin aynidir. Bu hususa dair aşağıda vesikalar kısmında Karamanoğullarına ait kayıtlarla Osmanlı tahrir kayıtlan karsılaştırılacak olursa görüşümüz kesinlik kazanır." Bu verginin 4-5 yılda bir defa alındığını belirten Lütfi Paşa, bunun Yavuz Sultan Selim (1512-1520) döneminde sadece bir defa alındığını kaydeder. Salgun

Devlet, bazı zamanlar masrafları belirli vergi kaynaklarından karşılayamayacağını anladığı zaman, özel bazı tedbirler ile memleketin bütün imkanlarını seferber etmeye karar verir ve bu karar gereğince vaziyetin icabina göre, kendisine lazım olan para, hizmet, eşya ve mahsul miktarı tespit edilerek muhtelif bölge ve mahallere tevzi ettiği vergidir..

Harçlar

Osmanlı örfi vergilerinden bir kalem de "Harçlar" adi altında zikredilmektedir. Bu vergi, daha ziyade resmi dairelere isi düşenlerden alınmaktaydı. değişik isimlerle alınan bu harçlar, mahkemelerde hakim, kadı ve naillerin verdikleri hüccetlerden, sicillere geçirilen hükümlerden, meşihat makamından yazılı olarak çıkan fetvalardan, ölen bir kimsenin mirasçıları arasında yapılan miras taksiminden, nikah vs. gibi muamelelerin karşılığı olarak alınmaktaydı.

Kaynaklar

Vikipedi

Bu konuda henüz görüş yok.
Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.