Ahmet Muhip Dıranas Kimdir?

misafir - 8 yıl önce
Ahmet Muhip Dıranas, 1908'de İstanbul'da doğdu. İlkokulu Sinop'ta tamamlayan Dıranas, ortaöğrenimini Ankara Erkek Lisesi'nde yaptı. Ankara Hukuk Fakültesi'nde okurken fakülteyi yarıda bırakarak İstanbul'a geldi. Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi, bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi'nde kütüphane müdürlüğü yaptı. 1938'de Ankara'ya döndü. CHP Genel Merkezi'nde Halkevleri Kültür ve Sanat Yayınları'nı yönetti. Askerlik dönüşü Ankara'da Çocuk Esirgeme Kurumu yayın müdürü (1946-1949), kurum başkanı (1957-1960), daha sonra İş Bankası yönetim kurulu üyesi oldu. İlk şiiri Bir Kadına "Ankara Lisesi'nden Muhip Atalay" imzasıyla 1926'da Milli Mecmua'da yayınlandı. Dönemin çeşitli sanat dergilerinde şiir ve düzyazılar yayınlayan Dıranas Zafer gazetesinde de uzun yıllar günlük politik fıkralar yazdı. Cahit Sıtkı Tarancı'yla birlikte şiirde sese ve şekil mükemmelliğine önem verişi, Türkçede yeni bir şiir dili ve yapısı yaratmaya çalışması ile şiirimizde kendine sağlam bir yer edindi. Tiyatro türünde de eser veren Dıranas bir süre Devlet Tiyatrosu edebi kurul başkanlığı görevini de yürüttü. Dıranas 21 Haziran 1980'de Ankara'da öldü. Yapıtları: Gölgeler (1946, tiyatro), Çıkmaz (O Böyle İstemezdi'nin ilk yazımı), O Böyle İstemezdi (1948, tiyatro). Bu oyunları daha sonra Gölgeler ve Çıkmaz, Oyunlar adıyla 1978'de tekrar yayınladı. Tevfik Fikret'in Rübâbı Şikeste, Halûkun Defteri kitaplarından seçmeleri ve Hân-ı Yağma, Tarih-i Kadim şiirlerini günümüz diline çevirerek Kırık Saz (1975) kitabında topladı. Dıranas'ın bütün şiirleri ilk kez 1974'te Şiirler adıyla yayımlandı.

Ahmet Muhip Dıranas Şiirleri

ÇEŞME BAŞINDA Türkü söyleyip bir kız sudan gelirdi, Ayışığıyle dolu testilerinden İçirdi bir yudum su testilerinden. Sen misin içen sudan? kalbim delirdi; Tutmak için koştum ayışıklarına, Dağılıp karıştım ayışıklarına. HATIRA Dün, bir gölge gibi geçti yanımdan Oydu, bir bakışta tanıdım onu; Rüyalarıma tayf halinde konan, Peşime bir korku gibi düşen o. Bazı bir yapraktı, bazı bir rüzgâr. Dolardı aydınlık olup, odama. Bahçemde süzülür giderdi bahar Sabahının fecri vururken cama. Ayakları kumda bırakmadan iz Yanıma geldiği hep gecelerdi; Sanki bir lahitten kalkar ve sessiz Uzak bir maziye dönüp giderdi. Bir avuç ışıktı incecik yüzü, Gözleri geceler gibi derindi; İçine başımın her an düştüğü Avuçları sudan daha serindi. Geçerken dün yoldan, ruhumu saran Bir gölge halinde ve ağır ağır; Tanıdım; o, yâdı hoş zamanlardan Seven ve yaşayan bir hatıradır. AYRILIŞ Gün batıyor, gün batıyor, Veda etsem hepinize. Ufuk kanlı bir denize Dönüyor, sizi bıraksam. Gün batıyor, gün batıyor Evimi, eşyamı, paramı Nem varsa yaksam ve bir an Kaybetsem kara bir duman Arkasında hafızamı, Koşsam, koşsam, koşsam, koşsam... KÖPÜK Oyun bitti ve her şey yerini buldu. Akşamla ebedî kızlar anne oldu. Aynalara bakma, aynalar fenalık; Denizi, sonsuz olanı düşün artık. Bir gün beni hatırlayabilirsin ancak, Güzelsem soyabilirsin çırılçıplak; Oradayım hep ben, orada, derinde, Gemilerin ihtiyar köpüklerinde. KAR Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte Kar yağıyor üstümüze, inceden. Sesin nerde kaldı, her günkü sesin, Unutulmuş güzel şarkılar için Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan, Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu’dan Sesin nerde kaldı? Kar içindesin! Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam! Uyandırmayın beni, uyanamam. Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, Allah aşkına, gök, deniz aşkına Yağsın kar üstümüze buram buram... Buğulandıkça yüzü her aynanın Beyaz dokusunda bu saf rüyanın Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış Sırf unutmak için, unutmak ey kış! Büyük yalnızlığını dünyanın. FAHRİYE ABLA Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar, Kapanırdı daha gün batmadan kapılar. Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden, Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen! Hulyasındaki geniş aydınlığa gülen Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla! Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi, Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi; Güneşin batmasına yakın saatlerde Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede. Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede; Bahçende akasyalar açardı baharla Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla! Önce upuzun, sonra kesik saçın vardı; Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı. İçini gıcıklardı bütün erkeklerin Altın bileziklerle dolu bileklerin. Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin; Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla. Ne çapkın komşumuzdun sen, Fahriye abla! Gönül verdin derlerdi o delikanlıya, En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya. Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın, Hâlâ dağları karlı Erzincan’da mısın? Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın; Hâtırada kalan şey değişmez zamanla. Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye abla! GEÇEN GÜNLER Günler geçiyor, günler; Pişmanlığa sürgünler Gibi geçiyor günler. Birbiri ardı sıra Dizilmişler yollara, Birbiri ardı sıra; Geçiyor pişmanlığa Sürgünler gibi günler. Dökerek ruhumuza Kara sevgilerini Günler, günler ve günler İkiz kardeşler gibi, Batan güneşler gibi, Dağ, bulut, deniz, orman, Yaz ve kış ortasından, Birbiri arkasından... Birbiri arkasından Batan güneşler gibi, Yelkovan ve akrebi Döngüsünde durmadan, Vuran kampanalarla Geçiyor bütün günler, Pişmanlığa sürgünler Gibi günler ve günler... BİTMEZ TÜKENMEZ CAN SIKINTISI Bir bıçak saplı durur göğsünde, Hangi su tasına uzansan boş; Hangi pencereye koşarsan koş Aynı siyah güneş gökyüzünde. Aynı siyah güneş, aynı siyah, Aynı susayış, aynı koşu, aynı... Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey, Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı... KADAVRA Bir gündü; yukarda gök, maviliğinde, Aşağıda yer bolluk, kişi dirliğinde; Doğanın insanla barıştığı bir gün. Tam özgürdü kalbim, ne mutlu, ne üzgün. Aylardan bir mayıs ayı mı, eylül mü, Şu ilerdeki kırmızı, kan mı, gül mü... Birden, nasıl oldu, n’oldu anlatamam: Toplumundan hızla ayrılan bir adam, Bir ceset fırlarcasına bir kabirden Koptu yeryüzünden. Ben’im o, ben... birden Ne eve sığar oldum sanki ne barka: Bir irilmişim ki gökdelen baraka. Daha kocamandım bir devden mutlaka; Bir kolum garba uzanık, biri şarka, Sanki masallık bir kuş; bir yeşil Anka Gövdem! sanki bir su yürümüş bir arka, Bir sel bu, ki dağdan taştan aka aka Beni benden götürmede. Korka korka Baktım boş gövdemin görüsüne, baka Kaldım üç çizgimin yasıldığı ufka... Bir kadavra orda, yeri göğü örten Bir kadavra, çırılçıplak, tamtakır: ben. Oysa ki eksilen nesne yok olumda Ne tartıda, ne sevide, ne ölümde. Ama gör ki ben ben değilim, ben başka... Vah! uyup da güneşlerle dönen çarka Yitiren yok mu özünü benden başka? Böyle şey olur muymuş hiç, böyle şaka Şu gövdemin bana ettiğine bak a: Bir büyüdü, bir büyüdü düşe kalka. İndi, yeryüzü kişiye dar, gök yuka. Öyle kocaman ki giyeceği hırka Ne makas var onu biçmeye, ne culka. Gör ki düşer düşmez bu delice aşka Aynalar da uçup kaçar halka halka. Oysa, toprak cömert yine, sular diri Tanrımızın yüzü güleç, talih iyi. Yeryüzü halkının bahtı yâr bir günü, Evrenle o binde bir olan düğünü, Hayvanla, bitkiyle sarmaş dolaş bütün; Bir donanma günü, bir şenlikti o gün, Yıldızlar uçuşur, dönenir güneşler... Ama, can? canım sularla gitti gider Koyup ortada bu akçıl kadavrayı, —Eyvah, eyvah!— yerlerden, göklerden ayrı. ÇAĞRI Orda bir kuş var, bir dalın ucunda, Bir hava, pır pır, kavalın ucunda Çağırmaktan hiç mi hiç usanmıyor. Bir ötüş değil sanki düşen bir kor, Kopmuş güneşten, hayalin ucunda Geceye... gece kıpırtısız ve mor; Ateş parçası ses, al’ın ucunda Büyümekte hep... kimse uyanmıyor!

Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.